Marksizm ve Sanat Tarihi
Nicolas Hadjinicolaou’nun projesi öylesine geniş ki, Sanat Tarihi
ve Sınıf Mücadelesi adlı çalışmasını okumayı bitirdiğimizde, kitapta
sorulan birçok sorunun yanıtsız kaldığı veya verilen cevapların bizi tatmin
etmekten uzak olduğu izlenimini edinsek de bundan dolayı kendisine kızamıyoruz.
Sanat tarihini tarihsel gelişimi içinde incelemeyi, bu tarihin hangi
ideoloji tipine tekabül ettiğini anlamayı, kullanılan yöntemin ve ön varsayımlarının
nasıl durmaksızın egemen sınıfın ideolojik klişelerini yaydığını analiz etmeyi
hedefliyor.
Fakat sanat tarihi yöntemlerinin bu eleştirel değerlendirmesi ancak
araştırma nesnesi yeniden tanımlandığı takdirde anlam kazanır: Genel olarak
“sanat” kelimesiyle işaret ettiğimiz ve bu bilim dalının tarihini yazma
iddiasında olduğu nesne nedir?
Her şeyden önce sanat tarihine ilişkin burjuva kavrayışların yanlışlığını
göstermek gerekiyor, çünkü her biri hakiki bir Marksist yaklaşımın önünde birer
engel oluşturuyor.
İlk engel, elbette ki bir sanatçılar
tarihi olarak algılanan sanat tarihidir.
Bu anlayış üç geleneksel biçim alıyor: Psikolojik açıklama (sanat insan
ruhunun bir ürünüdür ve her sanat eseri bir ruhsallığın ifadesidir);
psikanalitik açıklama (Freud’un Leonardo da Vinci veya Michelangelo’nun Musa
heykeli üzerine analizlerinin gösterdiği gibi bu tür açıklamalar sanatçının
veya izleyicinin psikolojisi hakkında bilgi verirken eserin kendisine dair bir
şey söylemiyor); son olarak çevre üzerinden açıklama: sanat eserini anlamak
sanatçının sosyal çevresini anlamak ve sanatsal yaratımını etkilenmeler
üzerinden açıklamaktır.
Bu sonuncusu Hippolyte Taine’in tezidir fakat Hadjinicolaou’nun iddia
ettiğinin aksine kesinlikle Lucien Goldmann’ın ki değildir; Hadjinicolaou,
göründüğü kadarıyla, Goldmann’ın Chagall’ın resmine hasrettiği incelemenin
anlamını hiçbir şekilde kavrayamamış.
“Yaratıcı”yı sanat tarihinin başlangıç noktası olarak almak, ister istemez
tümüyle yanlış bir yaklaşım tarzına sürüklüyor: monografiye veya “parıltılı
sanat kitabına”.
İkinci engel, sanat tarihinin bir medeniyetler tarihi olarak kavranışında
yatıyor.
Psikoloji kavramlarının yerine “kültür”, “toplum” gibi belli belirsiz
sosyolojik kavramlar geçiriliyor.
Sanat tarihi, medeniyetlerin, “insan
tini”nin veya toplumların tarihinin içinde eriyip gidiyor.
Bu hem Panofsky’nin, hem de Burckardt ve Francastel’in yaklaşımı.
Üçüncüsü ise sanat eserlerinin tarihi olarak kavranan sanat tarihi.
Burada sanat tarihi, formların tarihine, yapıların tarihine, özgül sanat
eserlerine ilişkin analizlerin art arda sıralanmasına indirgeniyor.
Bu üç kavrayış burjuva ideolojisine özgüdür.
Bu ideolojide, tarihsel dünya karşısında bireye aşırı değer atfedilir ve bu
tarihsel dünyanın sınıflara bölünmüş olduğu inkâr edilir veya “sanat için
sanat” kuramı göklere çıkarılarak eserin bu tarihsel bağlamla her türlü
ilişkisi inkâr edilir.
Fakat Marksist olduğu iddia edilen analiz biçimlerine bakıldığında da aynı
sorunlarla karşı karşıya kalırız.
Başlangıç noktası, burjuva ideolojisi kadar vülger Marksizm tarafından da
saptırılmaktadır: Günümüzün ideolojik mücadelesi için vazgeçilmez olan militan
sanat ile, geçmişin sanatıyla yüzleşme gerekliliği çoğu kez birbirine
karıştırılıyor.
Resmî sanat olarak yüceltilen realizm ise birçok sosyalist ülkenin hâlâ
kurtulamadığı bir dizi saçmalığa yol açıyor.
Kuramsal düzeyde, bu rahatsızlık ve karışıklık her türden hakiki
araştırmayı felce uğratıyor; geçmişin sanatının analizi, parti anlayışına
indirgeniyor: Geçmişin sanatı “burjuva” olarak tanımlanarak reddediliyor veya
“modern” olan her şey kapitalizmin zararlı etkilerinin sonucu olarak alaya
alınıyor.
Jdanov’dan Hruşçev’e Komünist Parti’nin en önemli temsilcilerinin tutumları
biraraya getirilse bu gayet tüyler ürpertici bir sonuç verebilir.
Jdanov, bir türlü tanımlayamadığı ve Eyzenşteyn’den fütürizmin
kırpıntılarına, resimden müziğe bir Lerna Ejderi gibi sürekli yeniden doğan
formalizmle kavga ederken, Hruşçev soyut resmi bir eşeğin kuyruğuyla
yaratacaklarına benzeterek aynı estetik hassasiyet ve zekâya sahip olduğunu
kanıtlıyor.
Plehanov’un sanat ve toplumsal
hayat hakkındaki çalışmaları, her
ne kadar ilginç yönler taşıyorsa da, titizlikten çok uzaktır; hatta yer yer
tehlikeli oldukları görülür.
Buna ikna olmak için, Lenin’in Tolstoy hakkındaki yazılarını
Plehanov’unkilerle karşılaştırmak kâfidir.
Lenin’in yazıları birer temkinlilik, incelik ve nüans modeli teşkil
ederken, Plehanov, tıpkı Troçki gibi, eserinin eleştirel ve devrimci anlamını
göz ardı ederek Tolstoy’u kendisini üreten toplumsal dünyayla birlikte güle
oynaya gömmektedir.
Daha yakın dönemin çalışmalarına bakarsak, bunların da tatmin edici
olmaktan bir o kadar uzak olduğunu kabul etmek durumunda kalırız.
Lukács,
burjuva sanatını ve edebiyatını kapitalist dekadansın ürünleri olarak değerlendirip, şu canım
realizmi yüceltirken, Joyce, Kafka, Faulkner ve Proust gibi yazarları hor
görüyor.
Edebiyat dışındaki sanatlarla da hiçbir zaman derinlikli biçimde
ilgilenmemiştir.
Ernst Fischer’in çalışmaları ise, dogmatizmle mücadele etmek gibi takdire
şayan bir kaydı taşımasına rağmen, titizlikten yoksun.
Garaudy’ye gelince, realizm kültünün ve sosyalist-olmayan sanatın “dekadan”
olduğu görüşünün saçmalığını ortaya sermek gibi bir meziyeti olmakla birlikte,
teorik yazıları eski hataları tersi yönde tekrarlıyor.
Saint John Perse ve Kafka’yı yüceltirken onlardaki “insani muhtevayı”
arıyor ve sonuçta sanatı tehlikeli biçimde diğer ideolojik üstyapılardan ayırma
noktasına geliyor.
Geleneksel anlayışların bu yetkin sorgulanışının ardından Hadjinicolaou
kendi anlayışını öneriyor: sanatçıyı bir görsel imge üreticisi, sanat eserini
de bir görsel ideoloji olarak tanımlamak.
Bu tezini Jacques Callot’nun gravürlerinin parlak bir analizine
dayandırıyor.
1632 ve 1633 tarihli Küçük Sefaletler ve Savaşın
Istırap ve Musibetleri gravürlerine dair bu incelemesinde
Hadjinicolaou, tıpkı Engels’in Balzac hakkında söylediklerine benzer biçimde
eserin görsel ideolojisi ile sanatçının bireysel ideolojisi arasındaki
çelişkinin altını çiziyor.
Fakat sanatçının kendine has kişisel
bir üslubu olduğu fikrini reddederek bu anlayışın burjuva sanatının son
sığınağı olduğunu ileri sürüyor ve David ve Rembrandt tarafından çizilmiş kimi
portreler hakkında fazlasıyla basitleştirilmiş bir dizi analizden yola çıkarak
aynı ressamın resimlerinin taban tabana zıt üsluplara dayandığını gösteriyor.
David’in şu ya da bu eserinden yayılan ideolojik anlayış, söz konusu
eserin Napoléon’un Taç Giyme Töreni veya Marat’nın
Ölümü olmasına göre değişiyor.
Bir görsel ideolojiler tarihinin bilimi olarak Marksist sanat tarihinin ne
olması gerektiğini tanımlayarak Hadjinicolaou öylesine basit ve bariz bir
analiz yöntemi taslağına varıyor ki şimdiye kadar hiçbir Marksist sanat
tarihçisinin nasıl olup da bunu akıl edemediğini sorabiliriz.
Ne var ki bir de bunun uygulanması söz konusudur ve yazarın çözdüğünü iddia
ettiği zorlukların çok daha ağır olanlarıyla karşı karşıya kalması muhtemeldir.
Sanatı bir görsel imgeler üretimi olarak tanımlamak tümüyle tatmin edici
değildir çünkü, bir de üstüne üstlük “üslup” kavramını reddedersek, o halde
neden bir ressam önemli addedilirken bir diğerinin dehadan yoksun bir tilmiz
olarak değerlendirildiğini, bu noktada hangi kriterlere dayanıldığını
sorgulamak durumunda kalırız.
Neden şu değil de bu sanatçı kendi döneminin temsilcisi olarak görülüyor
mesela?
Hadjinicolaou’nun önerdiği şema öylesine ilkel ki sanat eserlerini diğer
ideolojik ürünlere ve toplumsal evrene bağlayan dolayımların karmaşıklığını
tümüyle yok sayıyor.
Dolayısıyla yazarın, mesela Kandinski’nin bir eseri söz konusu olduğunda,
“eser ile kendi zamanının ideolojik konjonktürü arasındaki ilişkinin
vurgulandığını” bir bakışta nasıl kavrayabildiğini anlamak ilginç olurdu.
Veya önerdiği yöntem dahilindeki bir sonraki aşama olan “eserin görsel
ideolojisinin açıklanması”na, ardından da “bir sınıfın görsel ideolojisi”nin
yapısına nasıl geçiyor mesela?
Lucien Goldmann, on yıllık araştırmanın ardından Pascal’ın Düşünceler’i
ile Racine’in tiyatro oyunlarına ilişkin o 500 sayfalık usta işi analizini –Gizli
Tanrı’yı– yazdığında, Pascal ile Racine’in kendi dünyalarıyla ilişkisine
dair herhangi bir açıklama getirdiği değil, yalnızca kimi
aydınlatmalarda bulunduğu kanısındaydı.
Üzerine düşünülmesi gereken bir tevazu örneği…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder