PİERRE BOURDİEU - 2
Bourdieu
ve Meşhur Kavramları
1. Oyun
Metaforu ve Alan
Bourdieu’ya
göre hayat bir mücadele alanıdır ve sosyoloji de bir dövüş sporudur.
Ona
göre; “Çünkü tüm dövüş sporları gibi, onu da nesf-i müdafaa için kullanırız ve
karşı tarafa zarar verecek herhangi bir darbeyi yasaklar”.
Bourdieu’nün
geliştirdiği kavramların anlaşılmasını kolaylaştırmak için verdiği en
bilindik örneklerden birisi oyun örneğidir.
Buna
göre oyunun oynandığı yer alandır ve oyuncular oyuna dahil olmak için o oyundan
elde edilebilecek bazı çıkarlara sahip olmalıdırlar.
Bu
çıkarları illusio kavramı karşılar ve oyunun oynanmaya değer bulunması ve
kuralların (yani doxanın) sorgulanmaması şeklinde karşımıza çıkar.
Oyuna
dahil olmak demek onu oynanmaya değer bulmak demektir.
Oyuna
dahil olarak bu değer sorgulanmadan alanın yerleşik düzeni (kuralları,
doxası) tanınmış ve benimsenmiş olur.
Her
oyuncu oyunda kullanılmak üzere elinde bazı kozlar bulundurur ve bu
kozları da Bourdieu’nün sermaye kavramı karşılar.
Ekonomik
(maddi kaynaklar), kültürel (özellikle eğitim yoluyla edinilmiş olan kültürel
kodlar), toplumsal (ilişkiler ağı) olmak üzere üç temel sermaye tipi vardır ve
bu sermayeler içinde bulundukları şartlara göre farklı önemlere sahip
olabilirler.
Bu
önem durumuna göre sermaye tiplerinin pratikteki yansıması ve/veya toplamı
olarak adlandırılabilecek simgesel sermaye oluşur ve bu sermayeler bütünü
oyuncuların ellerindeki kozlar olarak işlev görürler.
Her
koz farklı oyunlarda farklı işlevlere sahiptir, yani her sermaye tipi
farklı alanlarda farklı işlevler görebilir.
Böylece
Bourdieu’da dört temel sermaye türü ile karşılaşılır.
Alan,
kendi belirlenimlerini içine girenlere dayatan bir güç alanıdır.
Örneğin
bilim insanı olmak isteyen birisi o alandaki bilimsel sermayeyi edinmek ve o
bilimsel çevrenin habitusunu kendisi için çıkış noktası kabul etmek zorundadır,
yani bu alanın kurallarına bağlı kalmak zorundadır .
Alan
hem simgesel mekanizmalar tarafından dışarıdan sınırlandırılan hem de
eyleyiciler tarafından üzerinde mücadele edilen iki boyutlu bir
yapıdır
Özetlemek
gerekirse; alan oyunun (ya da sosyolojik anlamda mücadelenin) sürdüğü yerdir.
Bireyler
ellerinde bulundurdukları sermaye, sorgulamadan kabul ettikleri kurallar (doxa)
ve oyunun sonunda elde edeceklerine inandıkları çıkarlar (illusio)
doğrultusunda kendilerini sonuca götürecek bazı yollara zaman içerisinde
aşina olmaya başlarlar.
Nasıl
sonuca gidileceğine dair sahip olunan bu davranış kalıpları, karşılaşılan
durumlar neticesinde bireylerin ortak bir yatkınlıklar bütünü oluşturmasına yol
açar.
Bourdieu,
bu yatkınlıklar bütününe habitus adını verir.
2. Habitus
Habitus
kavramının kaynağı Aristo’nun “heksis”inden gelmekte.
Huy,
iyelik anlamına gelen bu kavram, Ortaçağ felsefesinde “sürekli yinelenen,
alışkanlık haline getirilmiş davranış biçimi” olarak kullanılmaktaydı.
Emile
Durkheim ise kavramı “eğitimle şekil verilen, edinilen alışkanlıklar” şeklinde
kullanmıştır.
Marcel
Mauss 1934 tarihli “Techniques of the Body” isimli makalesinde şu
ifadelere yer verir.
“Latince
olarak "habitus" dediğime dikkat edin lütfen, ki bunun ne anlama
geldiği Fransa'da anlaşılamamaktadır.
Bu
kelime "alışkanlık" kelimesinden daha iyi bir biçimde, Aristoteles'teki
"exis" edinme ve "yetenek" anlamlarını ifade
etmektedir (ki Aristoteles bir psikologdu aynı zamanda).
"Habitus"
metafizik alışkanlıkları ya da şu gizemli hafızayı ifade etmez, ki bunlar
ciltler dolusu kitaba ya da küçük ama ünlü tezlere konu olmuştur.
Bu
"alışkanlık" sadece kişilere ve onların taklitlerine göre
değişmezler;
özellikle
toplumlara, eğitim biçimlerine, zevke, modaya ve prestij değerlerine göre de
değişirler.”
Bourdieu’nün
habitus kavramını ele alışını incelersek, -ki yaşamının son dönemlerinde bu
kavramı tanımlamaktan artık yorulduğunu ifade etmektedir- alan kavramının
önemli tamamlayıcılarından biri olduğunu söyleyebiliriz.
Habitus
Bourdieu’ya göre hem bireyi şekillendirir hem de bireyin eylemleri tarafından
şekillendirilen karşılıklılık durumudur.
Birey,
habitus sayesinde farklı ihtimaller karşısında çözüm üretme yeteneği kazanır.
Dolayısıyla
birey hem yapılaşmış bir sınıflamanın içerisinden gelmekte hem de
yapılaşma sürecinde olan bir sınıflamayı inşa etmektedir.
Kişi
daha önce herkesin yaptığı birçok şeyi yeniden yaparak habitusu da yeniden
üretmiş olur.
Başka
bir deyişle habitus; eylemi yapan kişinin çok da hesaplamadan yaptığı ve özünde
toplum tarafından kabul görmek için pratiğe döktüğü bir gerçekliktir.
Hesaplamadan
yapmaktan kasıt, bireyin toplumca kendisinden beklenenin dışında bir şey
yapmama eğiliminde olmasıdır.
Yani
habitus kişiyi toplumsal düzendeki yerine uygun hale getiren eylem
eğilimleri setidir.
Bireylerin
hem psikolojik hem de biyolojik olarak oyuna dahil olabilecek hale
gelmesini sağlar.
Bourdieu’nün
“kazanılmış eğilimler toplamı” olarak habitus’u, örtük bir biçimde
çocukluğun ilk yıllarında edinilir; ama aşılama bir kez tuttu mu, bireyin
yapıp etmelerindeki can alıcılığı sonsuza dek sürer.
Habitus,
içinden çıktığımız toplumsal dünyanın sınırlandırmalarına ayak uydurmamızı
sağlar; yüz yüze geldiğimiz sonsuz sayıda durum için birçok strateji
geliştirmemize olanak tanır.
Başka
başka toplumsal ard yörelerden gelen kişiler farklı habituslar üretirler.
Habitus’un
en önemli işlevi ise oyunu hissetme duygusunu aşılamasıdır.
Bourdieu,
habitus kavramının anlamının, “alışkanlık” kelimesinden daha iyi bir
biçimde, Aristo’daki “exis” edinme ve “yetenek” anlamlarını ifade ettiğine
vurgu yapar.
Habitus’u
bir örnekle açıklayalım: Örneğin, bir birey kendi evine, evindeki eşyalara ve
odaların konumuna zaman içinde alışır ve daha sonra karanlıkta dahi kalsa
tahmin ve el yordamıyla ev içinde yolunu bulabilir.
Örneğin
evinin karanlık koridorundan geçip tahmini bir hamleyle elini ışığı yakmak için
elektrik düğmesinin üzerine ya da yakınlarına atabilir.
Ancak
misafir olarak ilk defa gittiği bir evde bir anda karanlıkta kalsa orada
yaşayan insanların yaşamayacağı bir tedirginlik duyar.
Çünkü
zihninde o eve ve evin yerleşimine dair bir bilgi yoktur.
Orada
da rahatlıkla yolunu bulabilmesi için daha önce çok defa o eve gelmiş, o
evin içyapısına dair bazı bilgileri aklının bir köşesine yazmış olması
gerekirdi.
İşte
habitus insanın kendi evinde karanlıkta dahi yolunu bulmasını sağlayan bu
bilgiler ve yatkınlıklar gibi, içinde bulunduğu toplumsal alanlarda zorluklar
yaşadığında onu çözüme ulaştıran bilgiler ve yatkınlıkların tümüne verilen
isimdir.
Bourdieu’ya
göre “Alan, habitusu yapılandırır.
Habitus,
bir alanın ya da kesişen bir dizi alanın (alanlar arasındaki kesişmenin veya
kopukluğun boyutu, bölünmüş, hatta parçalanmış habituslar yaratabilir) içkin
zorunluluğunun somutlaşmasının ürünüdür”.
Alan,
varlığını sürdürmek için habitusu şekillendirir.
Çünkü
bir alan, yeniden üretimini sağlayacak eyleyicilere ihtiyaç duyar ve bu
eyleyiciler habitusun varlığı sayesinde etkin olurlar.
Bu
anlamda habitus yeniden üretimi sağlayarak alanın var olmasında etken rol
oynar”.
“İnsanın
varoluşu ya da bedenlenmiş toplumsallık olarak habitus, dünyayı belli bir
dünya olarak var eden şeydir.
Pascal’ın
dediği gibi, “dünya beni içeriyor, ama ben onu anlıyorum”.
Şu
halde toplumsal gerçeklik iki kez var olur:
Şeylerde
ve beyinlerde, alanlarda ve habituslarda, eyleyicilerin içinde ve dışında.
Ayrıca
habitus, ürünü olduğu bir toplumsal dünyayla ilişkiye girdiğinde sudaki
balık gibidir.
Suyun
ağırlığını hissetmez ve etrafındaki dünyayı çok doğal sayar.
Kendimi
ifade etmek için Pascal’ın sözü üzerinde daha uzun durabilirim: Dünya beni
içeriyor, ama tam da beni içerdiği için onu anlıyorum; beni ürettiği için,
ona ilişkin kullandığım kategorileri ürettiği için, bana apaçık
görünüyor”.
Tıpkı
kendilerini üreten konumlar gibi, habitusler de farklılaşmış; ama aynı
zamanda farklılaştırıcıdırlar.
Ayrışmış,
ayrıdırlar; ama aynı zamanda ayrımları getirirler:
Farklı
farklılaşma ilkelerini hayata geçirir ya da ortak farklılaşma
ilkelerini farklı biçimde kullanırlar.
Habitusler
ayrı ve ayrıştırıcı pratikler doğurur –bir işçinin yediği şey, özellikle
de yeme biçimi, yaptığı spor ve yapma biçimi, siyasal kanaatleri ve bu
kanaatleri ifade etme biçimi sanayici patronun bunlara tekabül eden tüketimleri
ve etkinliklerinden sistematik olarak farklıdır; ancak bunlar, aynı
zamanda sınıflandırıcı şemalardır, farklı sınıflandırma ilkeleri, farklı görü
ve ayrım ilkeleri, farklı zevklerdir.
İyi
ile kötü, güzel ile çirkin, saygın ile kaba, vb. arasındaki ayrımları saptarlar
ama bu ayrımlar özdeş değildir.
Örneğin,
aynı davranış ya da aynı eşya birisine saygın, diğerine fazla iddialı ya da
gösterişli, bir üçüncüye de çok kaba görünebilir.
Ancak
asıl önemli olan, pratikler, sahip olunan mallar, ifade edilen kanaatler
arasındaki farklılıkların, bu algı kategorileri, bu görü ve ayrım ilkeleri
aracılığıyla algılandıklarında simgesel farklılıklara dönüşmesi ve gerek
bir dil oluşturmalarıdır.
Farklı
konumlarla, yani mallar, pratikler, özellik de biçimlerle bağdaştırılan
farklılıklar, her toplumda, simgesel sistemleri kuran farklılıklar biçiminde
işlerlik gösterirler; tıpkı bir dilin sesbirimleri ya da bir mitoslar sistemini
oluşturan ayrıştırıcı çizgiler ve ayrımsal mesafeler gibi, yani ayrıştırıcı
göstergeler olarak işlev görürler.
Daha
kesin bir biçimde söylemek gerekirse –Benveniste biraz hızlı yol alıyor…- bir
farklılık, ayrıştırıcı bir özellik, yani örneğin beyaz ya da kara
derili olmak, zayıflık ya da şişmanlık, Volvo ya da 2 CV araba, kırmızı şarap
ya da şampanya, Pernod ya da viski, golf ya da futbol, piyano ya da
akordeon, briç ya da pişti (çoğu zaman böyle işlediğinden dolayı
karşıtlıkları ele alıyorum –ama aslında durum daha karmaşıktır) ancak ayrımı
kavrayabilecek birisi tarafından algılandığı takdirde görünebilen,
algılanabilen, kayıtsızlıkla karşılanmayan, toplumsal olarak anlamlı bir
farklılığa dönüşür; çünkü o kişi tam da söz konusu uzamda yer aldığından
kayıtsız değildir ve kendisine, örneğin kötü bir resimle bir tablo ya da
Van Gogh’la Gauguin arasındaki farkı görmesini, bunları kavramasını,
ayrıştırmasını sağlayan algılama kategorileriyle, sınıflandırıcı şemalarla, bir
zevkle donanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder