Marx, Marksizm, Kültür Kuramı
Marx’ın kendisi, bir kültür kuramının
ana hatlarını çizdiyse de böyle bir kuramı hiçbir zaman tam anlamıyla
geliştirmemiştir.
Örneğin, yer yer edebiyatla ilgili yaptığı
yorumlar, bizim bugün Marksist edebiyat eleştirisi olarak bildiğimiz şeyden
ziyade, döneminin aydın ve zeki bir adamının yorumlarıdır.
Toplumsal konulardaki sıra dışı
vukufuyla kimi zaman yorumdan öteye geçtiği de olur, ama hiçbir zaman bir
kuramın uygulamasını yaptığı izlenimi edinilmez.
Bu meseleleri tartışma üslubu genelde
dogmatiklikten uzak olmakla kalmaz, aynı zamanda ister edebiyat kuramında ister
pratiğinde olsun, siyaset, ekonomi ve tarih konusundaki yargılarının aşırı bir
hevesle, mekanik biçimde başka olgu türlerine aktarılması olarak gördüğü
tutumdan uzak durur.
Engels, âdeti olduğu üzere daha az
temkinli ise de, o da üslubu itibarıyla benzerdir.
Marx’ın, bu tür yargılarını başka
alanlara genişletmek ya da çizdiği ana hatların içini doldurmak konusunda
güvensiz davrandığını söylemek istemiyorum kuşkusuz.
Yalnızca, dehası sayesinde
zorlukların ve karmaşıklığın farkına varabildiğini, ve kişisel disiplininin
olgulara bağlı kalma disiplini olduğunu söylüyorum.
Marx’ın çizdiği, ve son derece verimli ve önemli olduğu görülen anahatlar,
en açık şekilde, Ekonomi Politiğin Eleştirisi’nin Önsöz’ünde görülür: İnsanlar, sürdürdükleri
toplumsal üretimde, iradelerinden bağımsız ve vazgeçilmez olan belirli
ilişkilere girerler; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretim güçlerindeki
belirli bir gelişme aşamasına denk düşer.
Bu
üretim ilişkilerinin toplamı, toplumun ekonomik yapısını oluşturur: yani,
hukuki ve siyasi üstyapıların dayanağı olan ve belirli toplumsal bilinç
biçimlerinin denk düştüğü gerçek temeli.
Maddi
hayattaki üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve manevi yaşam süreçlerinin genel
mahiyetini belirler.
İnsanların
varoluşunu belirleyen, bilinçleri değildir; bilakis, toplumsal varoluşları
bilinçlerini belirler.
Ekonomik
temelin değişmesiyle, bütün o muazzam üstyapı nispeten hızla dönüşür.
Bu
tür dönüşümleri ele alırken, üretimin ekonomik koşullarındaki maddi dönüşüm ile
– ki tabiat bilimindeki kadar kesin biçimde belirlenebilir – insanların bu
çatışmanın bilincine varıp ona karşı savaştıkları hukuki, siyasi, dinî, estetik
ya da felsefi, kısacası ideolojik formlar arasında her zaman ayrım
yapılmalıdır.
Sözü edilen ayrım kuşkusuz çok önemli.
Yapı-üstyapı formülünü kabul etsek bile, ikincideki değişimlerin zorunlu
olarak farklı ve daha az kesinlik taşıyan bir araştırma tarzına tabi olduğunu
bizzat Marx söylüyor.
Metninde kullandığı sözcükler bu noktayı daha da vurguluyor: “genel mahiyetini
belirler”; “nispeten hızla dönüşür”.
Üstyapı bir insan bilinci meselesidir ve yalnızca çeşitliliği nedeniyle
değil, her zaman tarihsel olduğu için de ister istemez çok karmaşıktır: Bilinç,
herhangi bir zamanda, geçmişten devralınan unsurlar kadar bugüne yönelik
tepkileri de içerir.
Nitekim Marx yer yer ideolojiyi yanlış bilinç olarak ele alır: değişimin
baltaladığı bir devamlılıklar sistemi.
On Sekiz Brumaire’de
şöyle yazar: Farklı mülkiyet biçimleri üzerinde, varoluşun toplumsal koşulları
üzerinde, özgül olarak biçimlenmiş türlü türlü duygudan, yanılsamadan, düşünce
alışkanlığından ve yaşam tasavvurundan oluşan koca bir üstyapı yükselir.
Sınıfın
tamamı, bunları kendi maddi temelinden ve ona uygun düşen toplumsal koşullardan
üretir ve biçimlendirir.
Gelenek ve eğitim yoluyla bunların aktığı
tekil birey, davranışlarının altındaki gerçek neden ve öncüllerin bunlar olduğu
zannına kapılabilir.
O halde, eğer üstyapının bir bölümü
rasyonalizasyondan ibaretse, bütünün karmaşıklığı daha da artar.
Karmaşıklığın bu şekilde teslim
edilmesi, Marksist bir kültür kuramı oluşturma yönündeki her türlü geçerli
girişime konan ilk şerhtir.
Daha tartışmalı olan ikinci şerh,
yapı-üstyapı formülünün doğru anlaşılmasıdır.
Marx’ta bu formül kesindir, ama bir
analojiden öteye gitmiyor olabilir.
Kuşkusuz Engels’in şu yorumuna
baktığımızda, bir yeniden gözden geçirme şart olur: Materyalist tarih
anlayışına göre, tarihteki belirleyici unsur, son tahlilde gerçek hayattaki
üretim ve yeniden üretimdir.
Bundan daha fazlasını ne Marx ileri
sürdü ne de ben.
Dolayısıyla, birileri çıkıp bu
iddiayı saptırır, ekonomik unsurun yegâne belirleyici unsur olduğunu iddia
ederse, onu anlamsız, soyut ve abes bir ifadeye dönüştürmüş olur.
Ekonomik durum temeldir, ama
üstyapının çeşitli unsurları – sınıf mücadelesinin siyasal formları ve
sonuçları; başarılı bir savaştan sonra galip sınıfın yerleştirdiği anayasa vs.,
yani hukuk formları; hatta bütün bu fiilî mücadelelerin savaşan tarafların
zihnindeki yansımaları: siyaset, hukuk ve felsefe kuramları, dinî düşünceler ve
bunların geliştirilip dogma sistemlerine dönüştürülmesi– tarihsel mücadelelerin
seyri üzerinde etkide bulunur ve pek çok durumda onların formunu belirlemede
ağırlığını koyar.
Bütün bu unsurlar arasında bir
etkileşim vardır, ve bu etkileşim içinde, sonsuz tesadüfler yığını (yani,
aralarındaki bağlantılar ya çok uzak ya da kanıtlanması imkânsız olduğu için
yok saydığımız ve görmezden geldiğimiz şeyler ve olaylar) ortasında ekonomik
unsur sonunda kendisini zorunlu olarak ortaya koyar.
Böyle olmasa, kuramı tarihin herhangi
bir dönemine uygulamak, birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha
kolay olurdu.
Burada da yine karmaşıklığın altı
çiziliyor, ama bunun sonucunda Marx’ın kullandığı formülün kullanışlılığı
azalıyor.
Yapı ve üstyapı, bir analojinin
terimleri olarak, aynı zamanda mutlak ve sabit bir ilişkiyi ifade eder.
Ama Marx ve Engels’in kabul ettikleri
gerçeklik ne bu kadar mutlak ne de bu kadar açıktır.
Engels aslında üç gerçeklik düzeyini
devreye sokar: ekonomik durum, siyasi durum, kuramın durumu.
Bununla birlikte, yapı ve üstyapı
terimlerinde olduğu gibi, düzey terimleriyle kurulan herhangi bir formül,
Marksizmin özü gereği kavraması gereken hareket etkenlerini hakkıyla hesaba
katamaz.
Gerçekliğin çok karmaşık bir hareket
alanı olarak görüldüğü, bu alan içerisinde ekonomik güçlerin sonunda
kendilerini örgütleyici unsur olarak ortaya koyduğu farklı bir modele ulaşırız.
Engels “etkileşim” sözcüğünü kullanıyor, ama bu, ekonomik öncelik
iddialarının herhangi bir şekilde geri çekildiği anlamına gelmiyor.
Plehanov Tekçi Tarih Kuramının Gelişimi’nde (1895) bu noktayı açıklıkla
ortaya koyar: Etkileşim mevcuttur bununla birlikte kendi başına hiçbir şeyi
açıklamaz.
Etkileşimi anlamak için, etkileşim halindeki güçlerin öznitelikleri tespit
edilmelidir ve bu özniteliklerin nihai açıklaması etkileşim olgusunda bulunamaz
– bu olgu sayesinde ne kadar değişime uğrarlarsa uğrasınlar.
Etkileşim halindeki güçlerin nitelikleri, birbiri üzerinde etkide bulunan
toplumsal organizmaların öznitelikleri, uzun vadede zaten bildiğimiz bir
nedenle açıklanır: bu organizmaların, üretici güçlerinin durumu tarafından
belirlenen ekonomik yapıları.
Plehanov, “insan düşüncesinin
gelişiminde özel yasalar” olduğunu kabul eder; Marksistler, örneğin “mantık
yasalarını, malların dolaşım yasasıyla” bir tutmayacaklardır.
Bir Marksistin reddedeceği tek şey, “düşünce
yasaları”nın düşünsel gelişmedeki ana kuvvet olduğu iddiasıdır; ana kuvvet,
ekonomik değişimdir.
Şöyle devam eder Plehanov: Duyarlı ama kıt
akıllı insanlar Marx’ın kuramına hiddetlenirler, çünkü onun ilk sözünü son
sözüymüş gibi ele alırlar.
Marx der ki: özneyi açıklamak için,
insanların nesnel zorunluluğun etkisi altında birbirleriyle ne gibi ilişkilere
girdiklerine bakalım.
Bu ilişkiler anlaşıldıktan sonra,
bunların etkisi altında insanın öz bilincinin nasıl geliştiğini tespit etmek
mümkün olacaktır.
Psikoloji kendisini ekonomiye
uyarlar.
Ama bu uyarlanma karmaşık bir
süreçtir.
Bir yandan “ipliğin”hareketinin
“demir yasaları” işler, öte yandan da, “ipliğin” üzerinde ve tam da onun
hareketi sayesinde, “hayatın esvabı” olan ideoloji gelişir.
Açıktır ki Plehanov burada yapı-üstyapıdan
daha tatmin edici bir model bulmaya çalışıyor.
Marx’ın, fikirlerin incelenmesi
konusundaki çekincesinin farkında, ve şunu kabul ediyor: Bu alanda bizim için
pek çok şey hâlâ karanlıktadır.
Ama karşılaştıkları güçlüklerin önemini hiçbir
zaman anlamayan ve her sorunu şu meşhur “etkileşim”leriyle çözebileceklerini
zanneden idealistler için, hele hele eklektikler için karanlıkta olan şeyler
daha da fazladır.
Onların gerçekte hiçbir şeyi çözdükleri yok,
yalnızca karşılaştıkları güçlüklerin arkasına saklanıyorlar.
O halde, bir etkileşim vardır, ama bu,
ekonomik unsurun örgütleyici gücü kabul edilmeden olumlu bir şekilde
anlaşılamaz.
Bir Marksist kültür kuramı,
çeşitliliği ve karmaşıklığı teslim edecek, değişim içindeki sürekliliği dikkate
alacak, tesadüflerin payına ve bazı sınırlı özerkliklerin varlığına yer
verecektir; ama bu çekincelerle birlikte, ekonomik yapının gerçeklerini ve
bunun sonucu olan toplumsal ilişkileri, bir kültürün örüldüğü ve bir kültürü
anlamak için takip edilmesi gereken ana iplik olarak alacaktır.
Temellendirilmiş bir kuramdan ziyade
bir vurgu düzeyinde kalan bu unsur, yüzyılımızın Marksistlerinin
geleneklerinden aldıkları unsurdur.
Kimileri sınıflı bir toplumda yönetici sınıf etrafında “bir zihinsel
etkinlik kutuplaşması” yaşandığını ve yönetici sınıf “burjuva” ise tüm zihinsel
etkinliklerin de “burjuva” olduğunu savunuyor; bunu reddeden kimileri ise,
toplumun bilincinin her zaman bundan daha fazla çeşitlilik gösterdiğini,
ekonomik bakımdan egemen olan sınıfla sınırlı olmadığını öne sürüyorlar.
Bu görüşlerden hangisi Marx’a daha yakın olursa olsun, kanıtlar açıkça
ikinciden yana çıkıyor.
Bütün bu noktalarda, Marksistlerin
“kültür”ü bir terim olarak kullanma biçimlerinde genel bir yetersizlik var gibi
görünüyor.
Kültür kelimesi Marksistlerin
yazılarında genelde bir toplumun düşünsel ve imgesel ürünlerini ifade eder; bu,
“üstyapı” kavramının zayıf kullanımına tekabül eder.
Ancak, toplumsal gerçekliğin bütün
unsurlarının birbirine bağımlı olduğunu vurgulamalarına, ve analitik olarak
hareket ile değişim üzerinde durmalarına bakıldığında, Marksistlerin mantıken
“kültür”ü bütünlüklü bir yaşam tarzı ve genel bir toplumsal süreç anlamında
kullanmaları gerektiği sonucu çıkar.
Bu sadece sözel düzeyde kalan bir
mesele değil, çünkü ikinci kullanımdaki vurgu, eleştirdiğim mekanik yöntemleri
olanaksız kılar ve daha sağlam bir kavramaya temel oluşturur.
Bununla birlikte sorun, Marx’ın özgün
formülleştirmesindeki terimlerde yatmaktadır: Eğer “yapı” ve “üstyapı”yı, fikir
verici bir analojinin terimleri olarak değil de gerçekliğin tanımı gibi kabul
ederseniz, buradan hareketle yanlış yerlere varmanız doğaldır.
Bunlar bir analojinin terimleri
olarak görüldüğünde bile, işaret etmeye çalıştığım gibi, düzeltilmeye
ihtiyaçları vardır.
Geçmişe ilişkin bu türden bir
Marksist yorumun pratik sonuçlarından biri, sosyalist geleceğin kültürünü
tanımlama yönündeki ısrarlı girişimlerde görülür.
Eğer bir burjuva toplumunun basit ve
doğrudan bir şekilde bir burjuva kültürü yarattığını düşünmeyi âdet
edinmişseniz, sosyalist bir toplumun da yine basit ve doğrudan bir şekilde
sosyalist bir kültür yaratacağını düşünmeniz muhtemeldir, ve o zaman böyle bir
kültürün neye benzeyeceğini söylemenin de size düştüğünü
düşünebilirsiniz.
Aslına bakılırsa, geleceğin
“sosyalist kültürü” üzerine yapılan spekülasyonların çoğu ütopyacı bir
alışkanlıktan öteye gitmez; bunları çok da ciddiye alamazsınız.
Ama bu sorun, örneğin yeni topluma
uygun edebiyatın önceden, otoriter bir talimat biçiminde tanımlandığı Rusya’da
pratiğe dönüştü.
Edebiyat ile toplum arasındaki
ilişkiyi basit ve doğrudan bir ilişki olarak düşünme alışkanlığı söz konusuysa,
böyle bir yöntem makul bulunabilir, bir “sosyalist realizm” seferberliği yürütmek
makul görülebilir, ve bu seferberliğe cevaben üretilecek bir edebiyat elbette
her zaman çıkacaktır.
Ama “varoluşun bilinci belirlediği”
konusunda Marx’la aynı fikirdeysek, şu ya da bu türden bir bilinci önceden
buyurmak bizim için kolay olmayacaktır – meğerki onu buyuranlar kendilerini bir
şekilde “varoluş”la özdeşleştirmiş olsunlar (nitekim bu işin teoride yapılma
şekli genelde böyledir).
Şahsen, sosyalist bir toplumda, temel
kültürel beceriler geniş kesimlere yayılmış, iletişim kanalları genişletilip
önleri açılmışsa, hazırlık mahiyetinde mümkün olan her şey yapılmış demektir
diye düşünüyorum, ondan sonra ortaya çıkacak şey gerçekliğin tamamına verilmiş
gerçek bir tepki olacak ve büyük değer taşıyacaktır.
Diğer türlüsü, Lenin’in şu sözlerinde görülebilir:
Her sanatçı kendi ideallerine göre, her şeyden bağımsız olarak, özgürce yaratma
hakkına sahiptir.
Ancak, biz komünistler, elbette
ellerimiz bağlı dikilip herhangi bir yönde kaos oluşmasına izin veremeyiz.
Bu süreci bir plana göre yönlendirmeli
ve sonuçlarını biçimlendirmeliyiz.
Bu konuda “elbette” denecek hiçbir taraf yok; bilincin gelişmesi, “kaos”
yaratacağı öngörülmek suretiyle değersizleştiriliyor (geçmişle ilgili mekanik
tariflerde olduğu gibi).
Mesele son kertede, güdülen politikanın ferasetli olup olmadığına, serbest
mi totaliter mi olduğuna dayanmıyor; mesele, kültür kuramındaki bir
yetersizliğe dayanıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder