ÜRETİM ÖRGÜTLENMESİNDE POSTMODERNLEŞME - 3
Postmodernizm: Kapitalizmle ve
Kapitalizmsiz
Jeff Hearn ve Wendy Parkin, örgüt
kuramında postmodernizmi eleştirel bakışla ele aldıkları bir metinlerinde,
baskının eşlik ettiği postmodernizm ile baskının eşlik etmediği postmodernizm
arasında ayrım yaparlar.
Onlara göre, baskının eşlik ettiği
postmodernizm, örgüt kuramına yeni eleştirel bakış açıları kazandırılmasında
önemli rol oynamıştır, çünkü sadece sınıfsal baskıyı vurgulayan eski
yaklaşımlara karşılık, baskının karmaşıklığını gözler önüne sermiştir.
Postmodernizmin en önemli
katkısı, örgütlerde toplumsal cinsiyet ve etnisiteye dayalı baskıları ortaya
çıkarması olmuştur.
Öte yandan, baskının eşlik etmediği
postmodernizm, postmodernliği göklere çıkarmakla son bulmuş, günümüz toplumunda
devam eden eşitsizlik ve baskı sorunlarının üzerini örtmüştür.
Ben de, Hearn ve Parkin’in
baskı üzerinden kurdukları ayrımı biraz daha ileri götürüp, kapitalizmin eşlik
ettiği ve etmediği postmodernizmi ayırmak istiyorum.
Postmodernistlerin kapitalizmin
konuyla ilgisini açıktan reddettikleri iddiasında değilim; gerçi zaman zaman,
ender de olsa, “kapitalizm sonrası” toplum gibi ifadeler de çalınabiliyor
kulağınıza.
Sorun daha ziyade,
postmodernizmin, kapitalizm içerisindeki bağlamı hakkındaki sessizliği.
Postmodernistler kapitalizmin
yol açtığı sorunları açıktan reddetmiyor olabilirler, ama “üst-anlatı”ları,
bütünsellikleri, yapıları reddetmeleri, şekillenmesinde belki de kapitalizmin
büyük payı olan bir yapısal bağlamın analizde hesaba katılması gereğini baştan
bertaraf ediyor; zira küresel yapılanmalardan türeyen kuvvetlerle belirlenme
iddiasının kendisi, postmodernizmin yerel ve olumsal olan üzerindeki vurgusuna
aykırı.
Dolayısıyla, postmodern örgüt
kuramları “örgütsüz kapitalizm” gibi fikirleri beslerken, “örgütsüz
kapitalizm”in ne anlamda örgütsüz olduğu ve bu örgütsüzlüğün bir amaçsızlığı
ima edip etmediği noktasında fazla kafa yormaz.
Ayrıca, kendisini doğuran veya
inandırıcı kılan koşullar üzerinde de fazlaca düşünmez: Şayet postmodernizme
doğru ilk yönelimler 1980’lerden itibaren kendini gösterdiyse, postmodern örgüt
kuramının kendisinin “örgütsüz kapitalizm”in yarattığı koşullara bir cevap olma
ve inandırıcılığını da bu koşullarla uyum içinde olmasından devşiriyor olma
ihtimali var mı?
Geçerlilikle ilgili hükme
varırken evrensel bir rasyonaliteye başvurulmasını da, dilsel temsilden
bağımsız bir ampirik gerçekliğe atıfta bulunma imkânını da tanımayan kuram
tarzı için bu sorunun bilhassa geçerli olduğu muhakkak.
Fakat, postmodern örgüt kuramcıları
sadece “modernist” örgüt anlayışlarını bir kalemde reddetmekle kalmıyor,
“postmodernist” kuramları da öyle betimliyorlar ki, sanki sadece bugün için
değil, geçmiş ve gelecek için de geçerli oldukları sonucu çıkıyor; dolayısıyla
postmodern kuramın kendisi örgütlerle ilgili bir tür “üst-anlatı” haline
geliyor.
Bu şartlar altında, modernist
veya postmodernist örgüt kavramlarının değerlendirilmesinde hem tarih hem de
tarihsel bağlam tamamen anlamsız görünüyor.
Tarihsellikle ve tarihte farklı
dönemlerin belirlenebilmesine imkân veren yapılarla ilgilenmeyi reddetmek,
postmodernist analizlerde son derece derin bir muğlaklığı ortaya çıkarıyor.
Postmodernist örgüt kuramları
kapitalist modernlikle ilişkileri bakımından vahim bir belirsizlik içeriyor: Bu
kuramların karşı çıktığı, acaba başlı başına kapitalist modernlik mi, yoksa
kapitalist modernliğin hedeflerinin gerçekleştirilmesi önünde engel teşkil
etmiş bir evrensel akıl ideolojisinin meşrulaştırdığı modernist kurumsal
yapılar mı?
Elbette bu, bizzat
postmodernizmin konumunda muğlaklık yaratıyor; kapitalist modernlikten kopmak
ve onu aşmak mı istiyor, yoksa onun vaatlerini gerçekleştirmek mi?
Burada mesele, postmodernizmin, kapitalizmin
tarihsel yapılarına değinmeksizin çözülmeyi bırakın kavranması bile mümkün
olmayan günümüz kapitalizmiyle suç ortaklığı.
Postmodern kuram tarzının kendi
ortaya çıkış ve inandırıcılık kazanma koşulları hakkındaki sessizliği,
ideolojik mahiyettedir.
Örgütsel postmodernlik,
kapitalist modernliğe yönelik bütün eleştirilerine rağmen, aslında kapitalist
modernliğin olumsuzlanmasından çok, modernliğin sorunları karşısında
“modernist” formları benimsemiş ama artık koşullar değiştiği ve modernliğin sorunları
ortadan kalktığı için kendini bu formların cenderesinden “kurtarabilecek” bir
sermayenin teleolojisini gerçekleştirmenin koşuludur.
Sermayenin kendini
gerçekleştirmesinde hiçbir sorun kalmadığını öne sürüyor değilim, söylediğim
sadece şu: Geçmişin sorunları artık bugünün sorunları değil, özellikle de
sosyalist alternatiflerin görünürde yok olduğu ve muhalif emek pratiklerinin
gerilediği göz önüne alınırsa.
Sermaye yolunda ilerledikçe
kendi sorunlarını kendi yaratır, ancak günümüzün yönetim deneyleri, dışardaki
bir zorluğa cevap verme gereğinden kaynaklanmıyor (zira artık dışarısı diye bir
şey kalmadı), kapitalizmin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanıyor.
Postmodern örgüt kuramları,
sermayenin pratikteki gerçek işlemleriyle uyumlu olduğu ölçüde inandırıcı.
Yukarda yer verdiğimiz örnekler,
betimleyici olmak gibi bir iddia taşımamalarına, ve iddialarında gayet soyut
olmalarına rağmen, son on yıldır büsbütün açıklık kazanan yönetim deneyleriyle
son derece tutarlı bir tablo çiziyorlar: güdümlü ekonominin yerini, örgütün
gerek iç ilişkilerinde gerek çevresiyle (müşteriler, tüketiciler, işgücü
kaynağı veya hem doğal hem toplumsal anlamda ekoloji) ilişkisinde amaçlarına
ulaşmak için hiyerarşik ayrıcalıklardan ziyade müzakere yoluna başvuran bir
ekonomi aldı.
Yönetim çalışmaları bu ilişki
kümelerinin her ikisine de daha fazla dikkat gösteriyor.
Yönetimin “yazılmışlık/yetke
konumu” [authorial status], gerçekten de çalışanların karar alma
süreçlerine katılımıyla dönüşüme uğradı.
Tüketici hizmetleri, hem
cevap verme hızını artırmaya, hem de hizmet tarzını değiştirmeye zorlandı.
Yönetim çalışmaları, iç
ilişkiler kadar dış ilişkilerin yönetilmesinin de önemi üzerinde duruyor.
Keza “açık defter” yönetimi
tabiri, yönetim uygulamaları için metinsel bir metafor kullanmak suretiyle
postmodernist analizleri doğruluyor.
Örgütün içinde ve dışında kültürel
hassasiyet, idari davranışın bir unsuru olarak soyut akla başvurmanın yerini
aldı.
Eskiden hem çalışanlara hem de
tüketicilere karşı takınılan tekelci kibir, Fordist bir tekelci kapitalizmi
kuşkusuz örgütsüzleştirmiş olan rekabetin ağırlık kazanmasıyla terbiye edildi.
Peki bu dönüşüm, sürece katılan
güçlerin mahiyetini değiştirdi mi?
Yoksa terazinin kefesinde,
gerçeklik iddiası yerine gerçekliğin temsilleriyle oynamanın, gerçeklik yerine
yanılsamanın ve cebir yerine kültür mühendisliğinin ağır basmasına mı yol
açtı?
O zaman, küreselliğin güçleri
tarafından “örgütsüzleştirilen” bir kapitalizm, amaçsız bir kapitalizm midir?
Ve “örgütsüzlük”, iktidar
eşitsizliklerine derinden işlemiş ve eşitsizlikleri düzeltmek yerine
pekiştirmeye yarayan yapılandırıcı güçlerin yokluğuna mı işaret ediyor?
İşte postmodernist kuramlarda eksik
olan, ama yönetim çalışmalarında rahatlıkla görülen sorular, bu son sorulardır.
Örneğin Gergen’in yukarda yer
verdiğimiz alıntıda bahsettiği “çokdilli” bir dilsel cemaat olarak örgüt
kavramında, böyle bir cemaatin hayata geçirilmesini sağlayacak iktidar
koşullarına değinilmez.
Gergen, “farklı-dillilik”
hakkındaki savlarına, bunun “pratik” sonuçlarını anahatlarıyla ortaya koyarak
devam eder: Çeşitli örgütsel alt birimlerin üyelerinin şirket içindeki bir
mevkiden diğerine geçebilme, ve farklı bakış açılarını, değerleri ve eylem
tarzlarını içselleştirebilme yollarına dikkat çekmek gerek.
Böyle
bir yer değiştirme, herhangi bir birim içerisinde konsensüsün oluşmasını
sürekli engelleyecek şekilde gerçekleştirilmeli.
Sağlam
ve rasyonel bir liderlik geliştirme ve yerleştirme üzerindeki vurgu kalkıyor.
Merkezîliğin
yerini, sürekli yer değiştiren bir anlam ve eylem denizindeki heterojenlik
ve ad hoc’culuk alıyor.
Rasyonalite
duruma göre konumlanır hale geliyor […]
örgüt
kapılarını yabancı gerçekliklere açacak araçlar aranmalı.
Örneğin,
örgüt içindeki azınlık seslerinin, uyuşmazlık seslerinin yüksek sesle konuşmaya
çağrılması gerek; ve onların mesajları, her ne kadar örgütün pürüzsüzce
işlemesini engellese de, anlaşılır kılınmalı, özümsenmeli ve entegre edilmeli.
Örgüt
mensupları alternatif yollar aramaya da teşvik edilmeli – farklı çalışma
alanlarından, politikadan, spordan, sanatlardan, yabancı kültürlerden, özel
kulüplerden vs. devşirdikleri alternatif argolara hâkim olmaya
özendirilmeliler.
[…]
Konsensüs yönündeki doğal eğilimleri baltalayan bu süreç, mevcut bakış
açısından, şirket içindeki (üst kademe yönetim de dahil) çeşitli alt birimlerde
ortaya çıkabilecek hegemonik eğilimlerin önünü kesecek ve örgütün çevresiyle
daha iyi bütünleşmesini sağlayacaktır.
[…] İçerisi ile dışarısı arasında
kurulan yanıltıcı ayrım kayboluyor, […]
örgütler
karşılıklı güçlendirme amacı doğrultusunda çevrelerindeki kültürlerle
kaynaşıyor ve karşılıklı bağımlılık çemberi durmadan genişliyor, dünyanın
bütünsel bir sistem olduğunun farkına varıyoruz.
Bu
ütopik örgüt kavramı ile, örgüt kültürünün yönetim çalışmalarında ve uygulamalarında
ele alınma biçimi arasındaki fark, içerikten ziyade sunumla ilgili.
Örgüt sürekli örgütsüzleşme ve
yeniden örgütlenme sürecine tabi, ama bu etkinliğin görünürde herhangi bir
amacı veya meselesi yok gibi.
Her kapitalist şirketin
amacının kârı azamiye çıkarmak olduğu kabul edilir, halbuki burada amaç sanki
küresel bir farkındalık yaratmakmış gibi sunuluyor.
Fail yokluğu özellikle anlamlı, çünkü
Gergen, iyi bir postmoderniste yakışacak şekilde, yerleşik kurallardan ve
düzenlemelerden uzak duruyor ve “doğal” eğilimleri istikrarlılığa havale
ediyor.
Gergen’in ifadelerini,
kültürlerin idaresini konu alan bir ders kitabındaki şu sözlerle
karşılaştıralım:
Yöneticilerin, kendi
örgütlerindeki kültürleri etkin biçimde idare etmeleri için, öncelikle kültürel
farkındalığa ulaşmaları gerek; örgütlerinin kültürlerini öğrenmeleri ve
anlamaları gerek.
Ayrıca,
kültürlerini etkilemekte ve etik ikilemleri çözmekte yararlanabilecekleri
çeşitli manivelaları da tanımalı ve kullanmalılar.
Bütün
bu çabalarda, bir dereceye kadar muğlaklığın, karmaşanın ve çelişkinin
kaçınılmaz olduğunu anlamalı ve bu durumu kabullenmeyi öğrenmeleri gerek.
Son
olarak, bir kültürü korumaya mı, değiştirmeye mi, yoksa yaratmaya mı
çalışmaları gerektiğine karar vermeleri lazım.
Büyük
örgütlerin çoğunun çokkültürlü olduğu göz önüne alınırsa, bunların
yöneticilerinin her üçünü de yapmak istemeleri söz konusu olabilir.
Bu düşüncelerin pratikte nasıl
kendini gösterdiğinin örneği, Gideon Kunda’nın bir “ileri teknoloji” şirketinin
etnografisiyle ilgili yürüttüğü çalışmada görülebilir.
Bu şirketin “işçileri” yüksek
düzeyde eğitimli mühendislerdir, yani “sembolik-analist”ler.
Bu başarılı şirket, faaliyetlerinde,
yukarda yer verdiğimiz alıntıda bahsedilen her şeyi içselleştirmiştir,
çalışanlarını farklı “argolar” öğrenmeye teşvik etme kısmı da dahil.
Kunda’nın bu uygulamaların
nasıl kendini gösterdiğine dair betimlemeleri, iş gününün başlangıcını tasvir
eden şu satırlarla örneklenebilir: Tom O’Brien bir süredir bu şirkette
çalışıyor; diğerleri gibi onun da “teknoloji kültürü” konusunda ve
mühendislikte işlerin nasıl yürüdüğü hakkında belli fikirleri var.
Fakat
kendisine sürekli hatırlatıldığı gibi, şirketin de bu konularda belli fikirleri
var.
Tom
O’Brien her sabah işe geldiğinde, attığı her adımda şirketin bakış açısıyla
karşı karşıya kalıyor.
Önce,
Lyndsville otoparkında hemen her arabayı süsleyen, hepsi de birbirinin aynı
sözcüklerle “Teknolojiye bayılıyorum” diye bağıran çıkartmaları görüyor; şirket
logosunun tasarımıyla iç içe geçmiş, her yerde hazır ve nazır küçük kırmızı
kalp işaretleri bu sözcükleri vurguluyor.
“Bu
meret her yerde,” diyor Tom O’Brien, “ben de kendi arabama yapıştırdım”.
[…]
Binanın içinde, güvenlik bankosunun hemen ilerisinde, büyük bir televizyon
ekranı [şirketin genel müdürü] Sam Miller’ın son konuşmalarından birine ait
video kaydını gösteriyor.
Tom
ilerledikçe, aynı sesin “amaçlarımız, değerlerimiz, burada işleri yürütme
şeklimiz” diye anlattığını işitiyor.
“Yine
‘Hepimiz Biriz’ konuşması,” diyor yanından geçerken, “yeni bir şey değil.”
Tom
konuşmayı şirketin bültenlerinden birinde okumuş, her yere de konuşmadan kısa
alıntılar iliştirilmiş.
Bir
köşeden dönerken Tom büyük bir ilan panosunun önünde duruyor.
[…]
Bir kenarında, “şirket felsefesi”ne dair malum sloganın da yer aldığı ilan var,
o hiç kaldırılmıyor panodan.
(“Teknisyenin
Kutsal Kitabı, On Emir’i şudur: paranı kazan ve doğru kazan.”) Biraz ilerde,
personel bürosunun önündeki bir masada broşür yığınları istiflenmiş.
Tom
bir tanesini alıyor, “Stres belirtileri gösteriyorsanız, bizi arayın” yazanı…
İçinde
ilim irfan dolu sözler var: “Herkes bir noktada stres yaşayabilir […] Stres
muhakkak kötü bir şey olmayabilir.”
[…]
Kültürel yorum, Tom’u, nispeten gözlerden uzak kendi alanında yakalıyor.
Technet e-posta kutusunu dolduran yığınla mesaj arasında iş çıkışı
etkinliklerine dair bir duyuru görüyor; “Başkalarının Gözünden Değerlerimiz”
başlıklı bir notta son dönemde çok satan işletme kitaplarından teknoloji
kültürü üzerine pasajlar değerlendirilmiş […]
Posta
kutusuna (“yazılı kopyalar”) Techknowledge bırakılmış,
şirketin yığınla bülteninden biri.
Kapakta
Sam Miller’ın dev harflerle yazılmış “Hepimiz Biriz” sloganı önünde çekilmiş
büyük boy fotoğrafı var.
[…]
Tom’un kitaplığında çoğunlukla teknik konularla ilgili kitaplar yer alıyor,
ama In Search of Excellence da rafta, profesyonel ve idari
birimlerde çalışan herkese dağıtılıyor bu kitap.
Farklı-dillilik de bir yere
kadar elbet!
Kunda’nın tasvirinin önyargılı bir
gözlemciye ait olduğundan şüphe edeceklere, Peters ve Waterman’in daha 1982
yılında, kaotik bir örgütlenmeye sahip olup iyi idare edilen şirketlerden biri
(Minnesota Mining and Manfacturing – 3M) üzerine yaptıkları çalışmalarında,
şirketin çalışanları hakkında yazdıkları şu satırları hatırlatalım: “aşırılıkçı
bir politik hizbin üyeleri, artık temel inançlarında konformist olamazlar.”
Kitabın sonuç bölümünde
yazarlar, inceledikleri şirketler hakkında şöyle bir gözlemde de
bulunuyorlardı:
Kulübü
andıran, kampüs benzeri ortamlar, esnek örgütsel yapılar (yeni birimlerin işe
alınması, alışkanlıkları kıracak geçici tedbirler, düzenli yeniden
örgütlenmeler), gönüllüler, azimle başarıyı yakalayanlar, asgari düzeyde
bireysel özerklik, takımlar ve birimler, düzenli ve kapsamlı deneysellik, olumlu
mesajlara odaklanan geribildirimler ve güçlü sosyal ağlar…
Bunların hepsi olumlu
özellikler, düzensiz (gevşek) bir tarzda yeni şeyler denemenin heyecanı.
Fakat
üstün şirketleri tanımlayan, son derece sıkı –kültürel olarak
yönetilen/denetlenen– bazı özellikler de var.
Çoğunda
taviz verilmeksizin paylaşılan değerler mevcut.
Deneysellik
de dahil faaliyetin odağı, hat safhada düzenli iletişimi ve çok hızlı
geribildirimi vurguluyor; çizgi dışına çıkabilen pek bir şey yok.
“Tech” örneğinin gösterdiği gibi, bu
uygulamalar son on yılda yönetimde içselleştirildi.
Bu alanla ilgili çalışmalarda da,
yönetim pratiğinde de yeni “devrimci” zihniyetin örneklerine bol bol
rastlanıyor.
Müşterileri arasında IBM ve
McDonalds’ın bulunduğu, Teksas merkezli yönetim danışmanlığı şirketi Prichett
Associates’in ve daha başka pek çok şirketin teşvik ettiği yeni bir yönetim
başlığı var: “Değişim katalizörü”.
Prichett Associates’in
broşürlerinde, bir şirketin iyi işlemesinin anahtarı olarak örgütsüzlük ve
stres yaratan yönetim uygulamaları ve çalışanların buna ayak uydurabilme
becerileri gösteriliyor; ayrıca, bütün “devrimciler” başarılarında eğitimin ne
kadar önemli payı olduğunu anladıklarından, üniversitelerin ele geçirilmesi
tavsiye ediliyor.
Bu yönetim “devrimi”, ABD’de
servetin ve iktidarın yeniden dağıtıldığı muazzam süreçle örtüştü; sadece
geçtiğimiz sene şirket kârları yüzde 40 gibi “el yakan”bir artış gösterirken,
işçi ücretleri sadece yüzde 2,7 oranında arttı ki bu, New York Times’a
göre tarihteki en düşük artış oranı
Servetin ABD nüfusunun en üst
yüzde yirmilik, özellikle de yüzde birlik diliminin elinde toplanmasından
“yönetsel devrim” sorumlu olabilir de olmayabilir de; bu süreçte siyasi
etkenler dahil başka etkenlerin de rolü var.
Ama Business Week’te
son dönemde yayınlanan bir rapora göre, başarılı Amerikan şirketleri “yönetimin
Mekkeleri” olarak Japon şirketlerinin yerini almış durumda.
Yeni yönetim uygulamaları,
“stres”i işle bağlantılı en yaygın hastalıklardan biri haline getirdi.
Kunda, HighTech şirketindeki
çalışanların öznelliklerini iki gruba ayırmış: “ironik benlikler” ve “minimal
benlikler”.
İkinci gruba, şirket kültürü
açısından önemli görülmeyen hizmet işçilerinin, geçici çalışanların vs.
öznellikleri; ilkine ise, şirket kültürü için elzem kabul edilen
“sembolik-analistler”in öznellikleri giriyor.
Şirketin sürekli kültürel
propagandasına maruz kalan “sembolik-analistler”, stresle baş edebilmek için
kendilerini şirketten ruhen uzaklaştırmaya çalışıyor, stres altında yaşarken
kendilerini ironik bir mesafeyle ifade ediyorlar.
Tabii yeni yönetim
uygulamalarının, işçiyi şirkete bağlayarak, işgücünün öznelliklerini
zayıflatarak ve işçiler arasında dayanışma koşullarını ortadan kaldırarak “emek
ile sermaye arasındaki Yüz Yıl Savaşları”na son vermeyi vaat ettiğini eklemeye
gerek yok – bu da yöneticiler ile işçiler arasında teşvik edilen daha yakın
ilişkilerin diğer yüzünü oluşturuyor.
Bu değişimlerin eski örgüt
pratiklerinden daha üstün pratikler yaratıp yaratmadığı tartışılır; önemli olan
bunların “küreselleşmenin yeni musibetlerine, küçülmeye ve teknolojik değişim”e
verilen tepkileri temsil etmesi.
Öte yandan, bu değişimlerin
yarattığı etkiler, küresel ekonomi içerisindeki konuma ve bu ekonominin
örgütlenmesini –daha doğrusu örgütsüzleşmesini– sağlayan şirketlere bağlı
olarak farklı şekilde hissediliyor.
Küresel ekonomi içindeki
konumlar da kapitalizmin amaçları ve yapıları doğrultusunda belirlenmeye devam
ediyor: “kâr-zarar” (HighTech şirket felsefesinin sloganında dendiği gibi
“paranı kazan ve doğru kazan”).
Kapitalist modernliğin amaç
veya varsayımlarında herhangi bir dönüşüm yaşandığı söylenemez; bu amaçlara
götürecek araçlar, sadece tüketimde değil üretimde de değişen koşullara cevaben
değişmiş olabilir, o ayrı.
Bu örgütsel değişimlerin mümkün
kıldığı, servetin nüfusun çoğunluğunun elinden alınıp sermaye sahiplerine ve
yöneticilerine aktarıldığı muazzam süreç çok önemli, yine de, yeni örgüt
uygulamalarının en kayda değer yanı bu olmayabilir.
Bu uygulamalar aynı zamanda sermaye
ile emek arasındaki ilişkiyi sermayenin ezeli emelleriyle tutarlı bir
doğrultuda dönüştürmekte.
Çünkü yeni uygulamalar, bütün o
“kendi kendine yeterlilik” lakırdılarına, veya işe karşı yeni zanaatkâr
yaklaşımının dirildiği iddialarına rağmen, sermayenin emek karşısındaki artan
esnekliği sayesinde yönetimin gücünü muazzam ölçüde artırdı.
Tüm dünyada emeğe erişimin
esnekleşmesi, ülke içinde emeğin esnekleşmesini de beraberinde getirdi; bu da
düzenli emeği geçici ya da sözleşmeye dayalı emeğe dönüştürdü, düzenli emeğin
korunduğu yerlerdeyse (şirket ihtiyacına göre) çalışma saatleri veya beklenen
iş türleri açısından işçiler üzerindeki talepleri artırdı.
Esnek üretim, şirketin esnekliğinin
genişlemesini temsil eder; şirket stratejilerinin işçilere yaşattığı patolojik
“stres” göz önüne alındığında, işçiler açısından “esneklik”, kendi emekleri –ve
hayatları– üzerindeki denetimlerini büsbütün kaybetmek anlamına geliyor.
Sosyolojisinde emek ile insanın bir
“tür varlığı” olması arasında içsel bir bağ olduğunu ortaya koyan Karl Marx’a göre,
meta üretimi –ve ona eşlik eden, işçiyi soyut bir “işgücü”ne dönüştüren emeğin
metalaşması– kapitalist toplumdaki yabancılaşmayı anlamanın kilit unsuruydu.
Marx, işçinin yabancılaşmasının
birbiriyle ilişkili dört boyuttan oluştuğunu öne sürüyordu: emeğin ürünlerine
yabancılaşma, emek sürecine (çalışma faaliyetine) yabancılaşma, işçinin kendi
“tür varlığı”na yabancılaşması, ve bunun sonucu olarak başka işçilere
(insanlığa) yabancılaşma.
Şöyle diyordu Marx: Dolayısıyla
işçi kendini ancak işinin dışında, işini de kendinin dışında duyumsar.
Ancak çalışmadığı zaman kendindedir,
çalıştığı zamansa kendinde değildir.
Dolayısıyla emeği de gönüllü
değil zorladır; zoraki çalışmadır.
Bu nedenle bir ihtiyacın
karşılanması da değildir; kendisine dışsal ihtiyaçları karşılamanın bir aracıdır sadece.
Sadece emek üzerine kurulu bir
sosyoloji, “işçisiz fabrika”nın imkân olarak ufukta belirdiği bir zaman için
yetersiz olabilir; fakat çağdaş kapitalizme yönelik bir nebze de olsa
eleştirellik içerme iddiasında olan herhangi bir değerlendirmede göz ardı
edilmesi de imkânsızdır.
Şayet üretim şu anda
bilinçlerimizde temel bir yer teşkil etmiyorsa, bunun sebebi, yukarda da
söylediğim gibi, üretimin başka yere taşınmış olması olabilir.
Her Noel’de, ve daha pek çok
vesilede, Amerikalılar dünyanın dört bir yanında üretilmiş metaları tüketmeye
teşvik ediliyor.
Sırf etiketlere göz atmak bile
tüketim ile üretim arasındaki ilişkiyi hatırlamamıza yeter; bugün Amerikalılar,
vaktiyle üretimleri kendilerine iş sağlamış olan, ama şimdi başka yere
taşındığı için onları (kredi limitleri elverdiği oranda) tüketiciye dönüştürmüş
ürünleri tüketmeye çağrılıyor.
Bu koşullar altında
Japonları, Çinlileri veya başkalarını suçlamak, ve insanları daha fazla
tüketmeye çağıran şirketlerin üretimin taşınmasından bizzat sorumlu olduğunu
unutmak kolay; şirketler ile otoriter Üçüncü Dünya devletleri arasındaki
danışıklı dövüşün sonucu olarak ucuz işgücü sağlamak anlamına geldiği müddetçe
kimsenin “köle emeği”nden şikâyeti de yoktur.
Ülke içinde üretim, bir yandan
şirketlerin giderek daha açık hale geldiği yanılsaması yaratma derdindeyken,
işçileri daha önce eşi görülmemiş bir gözetime tabi kılmakta, onları hem
alanlarından hem de iç dünyalarından mahrum bırakmaktadır, ki “kültür
mühendisliği”nin derdi de budur zaten.
Günümüz hayatında üretimin
önemli bir yeri olduğunu düşünüp düşünmememiz, kapitalist bütünselliğin ne
kadarını görmek istediğimize bağlı.
Bütünü bulanıklaştırmak ezelden
beri ideolojinin bir işlevi olmuştur.
Kültür mühendisliğinin günümüzde
sermayenin işleyişinde merkezî bir yer kazanması, üretimin devredışı olduğuna
değil, sermayenin işlemlerinin ne kadar büyük ölçüde yabancılaşmış emeğe
dayandığına işaret ediyor olabilir.
Bir ABD Başkanı’nın, ciddi
ciddi, Amerikan işçilerini “iş kaybına yol açabilecek verimlilik getirilerini
sahiplenmeye” çağırabilmesi de bundandır.
Marx’ın terminolojisini, insanları
işlerinden etmekle kalmayıp, tasarlanmış hayatları güçlenmenin şahikası olarak
gösteren araçları da sağlayan yeni teknolojilere uyarlarsak, “sembolik-analitik
işçiler” de, büyük bir hevesle, onların –ve hepimizin– karşısına “düşmanca ve
yabancı” bir güç olarak çıkan makinelere “yaşam vermeye” devam ediyorlar.
Postmodernist örgüt analizleri
bu koşulları göz ardı ettiği sürece, eleştirel bir işlev görmek yerine, son
derece gerçek (kusura bakılmasın, daha iyi bir kelimemiz yok)
faaliyetleri dilsel işlemlermiş gibi yeniden sunmak suretiyle bunların üzerini
örtmeye yarıyor.
Örgütün, üretimine hem
yazarların (yöneticilerin) hem de okurların (çalışanların) katkıda bulunduğu
bir metin olduğu fikri analizin bir düzeyi için makul olabilir; ama metnin
ortaya çıkışını ve amaçlarını göz ardı etmekle, analiz, kendi kullandığı
metaforun tuzağına düşerek, yönetim faaliyetlerinin çıkış noktası olan ve aynı
zamanda o faaliyetin amaçlarını oluşturan farklılaşmış iktidar ilişkilerinin
üzerine örtmeye yöneliyor.
“Değişim katalizörü” evrensel
bir aklı arkasına alarak meşruiyet iddiasında bulunmuyor olabilir, ama kurumsal
iktidara meydan okumak yerine onu pekiştirmiş olma ihtimali de yüksek.
İşlevlerde farklılaşmaya
dayanan eski bürokratik örgütler, örgütün iktidarını meşrulaştırmak için
rasyonaliteye sığınmış olabilirler, ama yönetim analistlerinin gayet iyi
kavradığı gibi, aynı örgütler bütünsel örgütsel denetimi sekteye uğratan
“hizipçilik”leri de beslemiştir.
Yeni “kültürel yönetim”, bütün
o kaotik görünüşüne rağmen, eski modellerin mekanik rasyonalitesinin
elverdiğinden çok daha sıkı bir organik kurum kavramsallaştırmasını temel
almaktadır.
Gergen’in örgütün işleyişine dair
yukarda yer verdiğimiz tasvirinde olduğu gibi, “çokdilli” şirketin
işlemlerindeki “özne”yi gizlemek, tam da ütopyacı yaklaşımından ötürü, iktidar
ve eşitsizlik varsayımlarına dayanan yönetim uygulamalarını meşrulaştırmaya
yarar, ki bu varsayımlar oldum olası kapitalist modernliğe içkindi.
Bu ütopyacı yaklaşım, Gergen’in
“farklı-dillilik” fantezisine de işleyerek onu “dünyanın bütünsel bir sistem
olduğunun farkına varma” aracına dönüştürüyor.
Farklı-dillilik, ve öznelliklerin
açık hale gelmesi, küresel bir bilincin idrakine varılması için gerekli
olabilir, ama ancak kendi iktidar ve eşitsizlik koşullarını da açıkladığı
müddetçe.
Başka türlü, “Küresel Köy”
vaadininkinden öte bir inandırıcılığı olmayacaktır; küresel köyü, dünyanın
büyük kısmında gerçek köylerde yaşayan insanları ufku dışında bırakarak
enformasyon ağıyla özdeşleştirmekten, ya da gerçek cemaatlerde yaşamanın
zorluklarıyla yüzleşme zorunluluğundan kaçış fırsatı sağlayan “sanal
cemaatler”le tanımlamaktan farkı yok bunun.
Gergen’in analizinde, şüphesiz,
yönetim yoluyla cemaatleri örgütsüzleştiren şirketlere yer yok.
Bu noktada postmodernizm,
çağdaş kapitalizmin yapılanmalarını ütopyalaştırması bakımından, Tom Peters’in
“özgürlük yönetimi”nde sunduğu yeni dünyanın gerici vaatleriyle ya da ABD
Temsilciler Meclisi Sözcüsü Newt Gingrich’in büyük ilham aldığı, Alvin ve Heidi
Toffler’in Politics of the Third Wave’iyle örtüşmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder