4 Aralık 2022 Pazar

  ÜRETİM ÖRGÜTLENMESİNDE POSTMODERNLEŞME - 3

 

Postmodernizm: Kapitalizmle ve Kapitalizmsiz

 

Jeff Hearn ve Wendy Parkin, örgüt kuramında postmodernizmi eleştirel bakışla ele aldıkları bir metinlerinde, baskının eşlik ettiği postmodernizm ile baskının eşlik etmediği postmodernizm arasında ayrım yaparlar.

Onlara göre, baskının eşlik ettiği postmodernizm, örgüt kuramına yeni eleştirel bakış açıları kazandırılmasında önemli rol oynamıştır, çünkü sadece sınıfsal baskıyı vurgulayan eski yaklaşımlara karşılık, baskının karmaşıklığını gözler önüne sermiştir.

 Postmodernizmin en önemli katkısı, örgütlerde toplumsal cinsiyet ve etnisiteye dayalı baskıları ortaya çıkarması olmuştur.

 Öte yandan, baskının eşlik etmediği postmodernizm, postmodernliği göklere çıkarmakla son bulmuş, günümüz toplumunda devam eden eşitsizlik ve baskı sorunlarının üzerini örtmüştür.

 Ben de, Hearn ve Parkin’in baskı üzerinden kurdukları ayrımı biraz daha ileri götürüp, kapitalizmin eşlik ettiği ve etmediği postmodernizmi ayırmak istiyorum.

 Postmodernistlerin kapitalizmin konuyla ilgisini açıktan reddettikleri iddiasında değilim; gerçi zaman zaman, ender de olsa, “kapitalizm sonrası” toplum gibi ifadeler de çalınabiliyor kulağınıza.

 Sorun daha ziyade, postmodernizmin, kapitalizm içerisindeki bağlamı hakkındaki sessizliği.

 Postmodernistler kapitalizmin yol açtığı sorunları açıktan reddetmiyor olabilirler, ama “üst-anlatı”ları, bütünsellikleri, yapıları reddetmeleri, şekillenmesinde belki de kapitalizmin büyük payı olan bir yapısal bağlamın analizde hesaba katılması gereğini baştan bertaraf ediyor; zira küresel yapılanmalardan türeyen kuvvetlerle belirlenme iddiasının kendisi, postmodernizmin yerel ve olumsal olan üzerindeki vurgusuna aykırı.

 Dolayısıyla, postmodern örgüt kuramları “örgütsüz kapitalizm” gibi fikirleri beslerken, “örgütsüz kapitalizm”in ne anlamda örgütsüz olduğu ve bu örgütsüzlüğün bir amaçsızlığı ima edip etmediği noktasında fazla kafa yormaz.

 Ayrıca, kendisini doğuran veya inandırıcı kılan koşullar üzerinde de fazlaca düşünmez: Şayet postmodernizme doğru ilk yönelimler 1980’lerden itibaren kendini gösterdiyse, postmodern örgüt kuramının kendisinin “örgütsüz kapitalizm”in yarattığı koşullara bir cevap olma ve inandırıcılığını da bu koşullarla uyum içinde olmasından devşiriyor olma ihtimali var mı?

 Geçerlilikle ilgili hükme varırken evrensel bir rasyonaliteye başvurulmasını da, dilsel temsilden bağımsız bir ampirik gerçekliğe atıfta bulunma imkânını da tanımayan kuram tarzı için bu sorunun bilhassa geçerli olduğu muhakkak.

Fakat, postmodern örgüt kuramcıları sadece “modernist” örgüt anlayışlarını bir kalemde reddetmekle kalmıyor, “postmodernist” kuramları da öyle betimliyorlar ki, sanki sadece bugün için değil, geçmiş ve gelecek için de geçerli oldukları sonucu çıkıyor; dolayısıyla postmodern kuramın kendisi örgütlerle ilgili bir tür “üst-anlatı” haline geliyor.

 Bu şartlar altında, modernist veya postmodernist örgüt kavramlarının değerlendirilmesinde hem tarih hem de tarihsel bağlam tamamen anlamsız görünüyor.

Tarihsellikle ve tarihte farklı dönemlerin belirlenebilmesine imkân veren yapılarla ilgilenmeyi reddetmek, postmodernist analizlerde son derece derin bir muğlaklığı ortaya çıkarıyor.

 Postmodernist örgüt kuramları kapitalist modernlikle ilişkileri bakımından vahim bir belirsizlik içeriyor: Bu kuramların karşı çıktığı, acaba başlı başına kapitalist modernlik mi, yoksa kapitalist modernliğin hedeflerinin gerçekleştirilmesi önünde engel teşkil etmiş bir evrensel akıl ideolojisinin meşrulaştırdığı modernist kurumsal yapılar mı?

 Elbette bu, bizzat postmodernizmin konumunda muğlaklık yaratıyor; kapitalist modernlikten kopmak ve onu aşmak mı istiyor, yoksa onun vaatlerini gerçekleştirmek mi?

Burada mesele, postmodernizmin, kapitalizmin tarihsel yapılarına değinmeksizin çözülmeyi bırakın kavranması bile mümkün olmayan günümüz kapitalizmiyle suç ortaklığı.

Postmodern kuram tarzının kendi ortaya çıkış ve inandırıcılık kazanma koşulları hakkındaki sessizliği, ideolojik mahiyettedir.

 Örgütsel postmodernlik, kapitalist modernliğe yönelik bütün eleştirilerine rağmen, aslında kapitalist modernliğin olumsuzlanmasından çok, modernliğin sorunları karşısında “modernist” formları benimsemiş ama artık koşullar değiştiği ve modernliğin sorunları ortadan kalktığı için kendini bu formların cenderesinden “kurtarabilecek” bir sermayenin teleolojisini gerçekleştirmenin koşuludur.

Sermayenin kendini gerçekleştirmesinde hiçbir sorun kalmadığını öne sürüyor değilim, söylediğim sadece şu: Geçmişin sorunları artık bugünün sorunları değil, özellikle de sosyalist alternatiflerin görünürde yok olduğu ve muhalif emek pratiklerinin gerilediği göz önüne alınırsa.

 Sermaye yolunda ilerledikçe kendi sorunlarını kendi yaratır, ancak günümüzün yönetim deneyleri, dışardaki bir zorluğa cevap verme gereğinden kaynaklanmıyor (zira artık dışarısı diye bir şey kalmadı), kapitalizmin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanıyor.

 Postmodern örgüt kuramları, sermayenin pratikteki gerçek işlemleriyle uyumlu olduğu ölçüde inandırıcı.

Yukarda yer verdiğimiz örnekler, betimleyici olmak gibi bir iddia taşımamalarına, ve iddialarında gayet soyut olmalarına rağmen, son on yıldır büsbütün açıklık kazanan yönetim deneyleriyle son derece tutarlı bir tablo çiziyorlar: güdümlü ekonominin yerini, örgütün gerek iç ilişkilerinde gerek çevresiyle (müşteriler, tüketiciler, işgücü kaynağı veya hem doğal hem toplumsal anlamda ekoloji) ilişkisinde amaçlarına ulaşmak için hiyerarşik ayrıcalıklardan ziyade müzakere yoluna başvuran bir ekonomi aldı.

 

Yönetim çalışmaları bu ilişki kümelerinin her ikisine de daha fazla dikkat gösteriyor.

 Yönetimin “yazılmışlık/yetke konumu” [authorial status], gerçekten de çalışanların karar alma süreçlerine katılımıyla dönüşüme uğradı.

  Tüketici hizmetleri, hem cevap verme hızını artırmaya, hem de hizmet tarzını değiştirmeye zorlandı.

 Yönetim çalışmaları, iç ilişkiler kadar dış ilişkilerin yönetilmesinin de önemi üzerinde duruyor.

 Keza “açık defter” yönetimi tabiri, yönetim uygulamaları için metinsel bir metafor kullanmak suretiyle postmodernist analizleri doğruluyor.

Örgütün içinde ve dışında kültürel hassasiyet, idari davranışın bir unsuru olarak soyut akla başvurmanın yerini aldı.

Eskiden hem çalışanlara hem de tüketicilere karşı takınılan tekelci kibir, Fordist bir tekelci kapitalizmi kuşkusuz örgütsüzleştirmiş olan rekabetin ağırlık kazanmasıyla terbiye edildi.

Peki bu dönüşüm, sürece katılan güçlerin mahiyetini değiştirdi mi?

 Yoksa terazinin kefesinde, gerçeklik iddiası yerine gerçekliğin temsilleriyle oynamanın, gerçeklik yerine yanılsamanın ve cebir yerine kültür mühendisliğinin ağır basmasına mı yol açtı?

O zaman, küreselliğin güçleri tarafından “örgütsüzleştirilen” bir kapitalizm, amaçsız bir kapitalizm midir?

 Ve “örgütsüzlük”, iktidar eşitsizliklerine derinden işlemiş ve eşitsizlikleri düzeltmek yerine pekiştirmeye yarayan yapılandırıcı güçlerin yokluğuna mı işaret ediyor?

İşte postmodernist kuramlarda eksik olan, ama yönetim çalışmalarında rahatlıkla görülen sorular, bu son sorulardır.

Örneğin Gergen’in yukarda yer verdiğimiz alıntıda bahsettiği “çokdilli” bir dilsel cemaat olarak örgüt kavramında, böyle bir cemaatin hayata geçirilmesini sağlayacak iktidar koşullarına değinilmez.

 Gergen, “farklı-dillilik” hakkındaki savlarına, bunun “pratik” sonuçlarını anahatlarıyla ortaya koyarak devam eder: Çeşitli örgütsel alt birimlerin üyelerinin şirket içindeki bir mevkiden diğerine geçebilme, ve farklı bakış açılarını, değerleri ve eylem tarzlarını içselleştirebilme yollarına dikkat çekmek gerek.

 

Böyle bir yer değiştirme, herhangi bir birim içerisinde konsensüsün oluşmasını sürekli engelleyecek şekilde gerçekleştirilmeli.

 

Sağlam ve rasyonel bir liderlik geliştirme ve yerleştirme üzerindeki vurgu kalkıyor.

 

 Merkezîliğin yerini, sürekli yer değiştiren bir anlam ve eylem denizindeki heterojenlik ve ad hoc’culuk alıyor.

 

Rasyonalite duruma göre konumlanır hale geliyor […]

 

örgüt kapılarını yabancı gerçekliklere açacak araçlar aranmalı.

 

Örneğin, örgüt içindeki azınlık seslerinin, uyuşmazlık seslerinin yüksek sesle konuşmaya çağrılması gerek; ve onların mesajları, her ne kadar örgütün pürüzsüzce işlemesini engellese de, anlaşılır kılınmalı, özümsenmeli ve entegre edilmeli.

 

Örgüt mensupları alternatif yollar aramaya da teşvik edilmeli – farklı çalışma alanlarından, politikadan, spordan, sanatlardan, yabancı kültürlerden, özel kulüplerden vs. devşirdikleri alternatif argolara hâkim olmaya özendirilmeliler.

 

 […] Konsensüs yönündeki doğal eğilimleri baltalayan bu süreç, mevcut bakış açısından, şirket içindeki (üst kademe yönetim de dahil) çeşitli alt birimlerde ortaya çıkabilecek hegemonik eğilimlerin önünü kesecek ve örgütün çevresiyle daha iyi bütünleşmesini sağlayacaktır.

 […] İçerisi ile dışarısı arasında kurulan yanıltıcı ayrım kayboluyor, […]

 

örgütler karşılıklı güçlendirme amacı doğrultusunda çevrelerindeki kültürlerle kaynaşıyor ve karşılıklı bağımlılık çemberi durmadan genişliyor, dünyanın bütünsel bir sistem olduğunun farkına varıyoruz.

 Bu ütopik örgüt kavramı ile, örgüt kültürünün yönetim çalışmalarında ve uygulamalarında ele alınma biçimi arasındaki fark, içerikten ziyade sunumla ilgili.

 Örgüt sürekli örgütsüzleşme ve yeniden örgütlenme sürecine tabi, ama bu etkinliğin görünürde herhangi bir amacı veya meselesi yok gibi.

 Her kapitalist şirketin amacının kârı azamiye çıkarmak olduğu kabul edilir, halbuki burada amaç sanki küresel bir farkındalık yaratmakmış gibi sunuluyor.

Fail yokluğu özellikle anlamlı, çünkü Gergen, iyi bir postmoderniste yakışacak şekilde, yerleşik kurallardan ve düzenlemelerden uzak duruyor ve “doğal” eğilimleri istikrarlılığa havale ediyor.

  Gergen’in ifadelerini, kültürlerin idaresini konu alan bir ders kitabındaki şu sözlerle karşılaştıralım:

 Yöneticilerin, kendi örgütlerindeki kültürleri etkin biçimde idare etmeleri için, öncelikle kültürel farkındalığa ulaşmaları gerek; örgütlerinin kültürlerini öğrenmeleri ve anlamaları gerek.

Ayrıca, kültürlerini etkilemekte ve etik ikilemleri çözmekte yararlanabilecekleri çeşitli manivelaları da tanımalı ve kullanmalılar.

Bütün bu çabalarda, bir dereceye kadar muğlaklığın, karmaşanın ve çelişkinin kaçınılmaz olduğunu anlamalı ve bu durumu kabullenmeyi öğrenmeleri gerek.

 

Son olarak, bir kültürü korumaya mı, değiştirmeye mi, yoksa yaratmaya mı çalışmaları gerektiğine karar vermeleri lazım.

 

Büyük örgütlerin çoğunun çokkültürlü olduğu göz önüne alınırsa, bunların yöneticilerinin her üçünü de yapmak istemeleri söz konusu olabilir.

Bu düşüncelerin pratikte nasıl kendini gösterdiğinin örneği, Gideon Kunda’nın bir “ileri teknoloji” şirketinin etnografisiyle ilgili yürüttüğü çalışmada görülebilir.

 Bu şirketin “işçileri” yüksek düzeyde eğitimli mühendislerdir, yani “sembolik-analist”ler.

Bu başarılı şirket, faaliyetlerinde, yukarda yer verdiğimiz alıntıda bahsedilen her şeyi içselleştirmiştir, çalışanlarını farklı “argolar” öğrenmeye teşvik etme kısmı da dahil.

 Kunda’nın bu uygulamaların nasıl kendini gösterdiğine dair betimlemeleri, iş gününün başlangıcını tasvir eden şu satırlarla örneklenebilir: Tom O’Brien bir süredir bu şirkette çalışıyor; diğerleri gibi onun da “teknoloji kültürü” konusunda ve mühendislikte işlerin nasıl yürüdüğü hakkında belli fikirleri var.

Fakat kendisine sürekli hatırlatıldığı gibi, şirketin de bu konularda belli fikirleri var.

 

Tom O’Brien her sabah işe geldiğinde, attığı her adımda şirketin bakış açısıyla karşı karşıya kalıyor.

 

Önce, Lyndsville otoparkında hemen her arabayı süsleyen, hepsi de birbirinin aynı sözcüklerle “Teknolojiye bayılıyorum” diye bağıran çıkartmaları görüyor; şirket logosunun tasarımıyla iç içe geçmiş, her yerde hazır ve nazır küçük kırmızı kalp işaretleri bu sözcükleri vurguluyor.

 

 “Bu meret her yerde,” diyor Tom O’Brien, “ben de kendi arabama yapıştırdım”.

 

 […] Binanın içinde, güvenlik bankosunun hemen ilerisinde, büyük bir televizyon ekranı [şirketin genel müdürü] Sam Miller’ın son konuşmalarından birine ait video kaydını gösteriyor.

 

 Tom ilerledikçe, aynı sesin “amaçlarımız, değerlerimiz, burada işleri yürütme şeklimiz” diye anlattığını işitiyor.

 

“Yine ‘Hepimiz Biriz’ konuşması,” diyor yanından geçerken, “yeni bir şey değil.”

 

 Tom konuşmayı şirketin bültenlerinden birinde okumuş, her yere de konuşmadan kısa alıntılar iliştirilmiş.

 

Bir köşeden dönerken Tom büyük bir ilan panosunun önünde duruyor.

[…] Bir kenarında, “şirket felsefesi”ne dair malum sloganın da yer aldığı ilan var, o hiç kaldırılmıyor panodan.

 

(“Teknisyenin Kutsal Kitabı, On Emir’i şudur: paranı kazan ve doğru kazan.”) Biraz ilerde, personel bürosunun önündeki bir masada broşür yığınları istiflenmiş.

 

Tom bir tanesini alıyor, “Stres belirtileri gösteriyorsanız, bizi arayın” yazanı…

 

İçinde ilim irfan dolu sözler var: “Herkes bir noktada stres yaşayabilir […] Stres muhakkak kötü bir şey olmayabilir.”

 

[…] Kültürel yorum, Tom’u, nispeten gözlerden uzak kendi alanında yakalıyor. 

 

Technet e-posta kutusunu dolduran yığınla mesaj arasında iş çıkışı etkinliklerine dair bir duyuru görüyor; “Başkalarının Gözünden Değerlerimiz” başlıklı bir notta son dönemde çok satan işletme kitaplarından teknoloji kültürü üzerine pasajlar değerlendirilmiş […]

 

Posta kutusuna (“yazılı kopyalar”) Techknowledge bırakılmış, şirketin yığınla bülteninden biri.

Kapakta Sam Miller’ın dev harflerle yazılmış “Hepimiz Biriz” sloganı önünde çekilmiş büyük boy fotoğrafı var.

 

[…] Tom’un kitaplığında çoğunlukla teknik konularla ilgili kitaplar yer alıyor, ama In Search of Excellence da rafta, profesyonel ve idari birimlerde çalışan herkese dağıtılıyor bu kitap.

 Farklı-dillilik de bir yere kadar elbet!

Kunda’nın tasvirinin önyargılı bir gözlemciye ait olduğundan şüphe edeceklere, Peters ve Waterman’in daha 1982 yılında, kaotik bir örgütlenmeye sahip olup iyi idare edilen şirketlerden biri (Minnesota Mining and Manfacturing – 3M) üzerine yaptıkları çalışmalarında, şirketin çalışanları hakkında yazdıkları şu satırları hatırlatalım: “aşırılıkçı bir politik hizbin üyeleri, artık temel inançlarında konformist olamazlar.”

 Kitabın sonuç bölümünde yazarlar, inceledikleri şirketler hakkında şöyle bir gözlemde de bulunuyorlardı:

 Kulübü andıran, kampüs benzeri ortamlar, esnek örgütsel yapılar (yeni birimlerin işe alınması, alışkanlıkları kıracak geçici tedbirler, düzenli yeniden örgütlenmeler), gönüllüler, azimle başarıyı yakalayanlar, asgari düzeyde bireysel özerklik, takımlar ve birimler, düzenli ve kapsamlı deneysellik, olumlu mesajlara odaklanan geribildirimler ve güçlü sosyal ağlar…

 Bunların hepsi olumlu özellikler, düzensiz (gevşek) bir tarzda yeni şeyler denemenin heyecanı.

Fakat üstün şirketleri tanımlayan, son derece sıkı –kültürel olarak yönetilen/denetlenen– bazı özellikler de var.

 

 Çoğunda taviz verilmeksizin paylaşılan değerler mevcut.

 

Deneysellik de dahil faaliyetin odağı, hat safhada düzenli iletişimi ve çok hızlı geribildirimi vurguluyor; çizgi dışına çıkabilen pek bir şey yok.

“Tech” örneğinin gösterdiği gibi, bu uygulamalar son on yılda yönetimde içselleştirildi.

 

Bu alanla ilgili çalışmalarda da, yönetim pratiğinde de yeni “devrimci” zihniyetin örneklerine bol bol rastlanıyor.

 Müşterileri arasında IBM ve McDonalds’ın bulunduğu, Teksas merkezli yönetim danışmanlığı şirketi Prichett Associates’in ve daha başka pek çok şirketin teşvik ettiği yeni bir yönetim başlığı var: “Değişim katalizörü”.

 Prichett Associates’in broşürlerinde, bir şirketin iyi işlemesinin anahtarı olarak örgütsüzlük ve stres yaratan yönetim uygulamaları ve çalışanların buna ayak uydurabilme becerileri gösteriliyor; ayrıca, bütün “devrimciler” başarılarında eğitimin ne kadar önemli payı olduğunu anladıklarından, üniversitelerin ele geçirilmesi tavsiye ediliyor.

 Bu yönetim “devrimi”, ABD’de servetin ve iktidarın yeniden dağıtıldığı muazzam süreçle örtüştü; sadece geçtiğimiz sene şirket kârları yüzde 40 gibi “el yakan”bir artış gösterirken, işçi ücretleri sadece yüzde 2,7 oranında arttı ki bu, New York Times’a göre tarihteki en düşük artış oranı

 Servetin ABD nüfusunun en üst yüzde yirmilik, özellikle de yüzde birlik diliminin elinde toplanmasından “yönetsel devrim” sorumlu olabilir de olmayabilir de; bu süreçte siyasi etkenler dahil başka etkenlerin de rolü var.

 Ama Business Week’te son dönemde yayınlanan bir rapora göre, başarılı Amerikan şirketleri “yönetimin Mekkeleri” olarak Japon şirketlerinin yerini almış durumda.

 Yeni yönetim uygulamaları, “stres”i işle bağlantılı en yaygın hastalıklardan biri haline getirdi.

 Kunda, HighTech şirketindeki çalışanların öznelliklerini iki gruba ayırmış: “ironik benlikler” ve “minimal benlikler”.

 

İkinci gruba, şirket kültürü açısından önemli görülmeyen hizmet işçilerinin, geçici çalışanların vs. öznellikleri; ilkine ise, şirket kültürü için elzem kabul edilen “sembolik-analistler”in öznellikleri giriyor.

Şirketin sürekli kültürel propagandasına maruz kalan “sembolik-analistler”, stresle baş edebilmek için kendilerini şirketten ruhen uzaklaştırmaya çalışıyor, stres altında yaşarken kendilerini ironik bir mesafeyle ifade ediyorlar.

 Tabii yeni yönetim uygulamalarının, işçiyi şirkete bağlayarak, işgücünün öznelliklerini zayıflatarak ve işçiler arasında dayanışma koşullarını ortadan kaldırarak “emek ile sermaye arasındaki Yüz Yıl Savaşları”na son vermeyi vaat ettiğini eklemeye gerek yok – bu da yöneticiler ile işçiler arasında teşvik edilen daha yakın ilişkilerin diğer yüzünü oluşturuyor.

 Bu değişimlerin eski örgüt pratiklerinden daha üstün pratikler yaratıp yaratmadığı tartışılır; önemli olan bunların “küreselleşmenin yeni musibetlerine, küçülmeye ve teknolojik değişim”e verilen tepkileri temsil etmesi.

 Öte yandan, bu değişimlerin yarattığı etkiler, küresel ekonomi içerisindeki konuma ve bu ekonominin örgütlenmesini –daha doğrusu örgütsüzleşmesini– sağlayan şirketlere bağlı olarak farklı şekilde hissediliyor.

 Küresel ekonomi içindeki konumlar da kapitalizmin amaçları ve yapıları doğrultusunda belirlenmeye devam ediyor: “kâr-zarar” (HighTech şirket felsefesinin sloganında dendiği gibi “paranı kazan ve doğru kazan”).

 Kapitalist modernliğin amaç veya varsayımlarında herhangi bir dönüşüm yaşandığı söylenemez; bu amaçlara götürecek araçlar, sadece tüketimde değil üretimde de değişen koşullara cevaben değişmiş olabilir, o ayrı.

 Bu örgütsel değişimlerin mümkün kıldığı, servetin nüfusun çoğunluğunun elinden alınıp sermaye sahiplerine ve yöneticilerine aktarıldığı muazzam süreç çok önemli, yine de, yeni örgüt uygulamalarının en kayda değer yanı bu olmayabilir.

Bu uygulamalar aynı zamanda sermaye ile emek arasındaki ilişkiyi sermayenin ezeli emelleriyle tutarlı bir doğrultuda dönüştürmekte.

 Çünkü yeni uygulamalar, bütün o “kendi kendine yeterlilik” lakırdılarına, veya işe karşı yeni zanaatkâr yaklaşımının dirildiği iddialarına rağmen, sermayenin emek karşısındaki artan esnekliği sayesinde yönetimin gücünü muazzam ölçüde artırdı.

 Tüm dünyada emeğe erişimin esnekleşmesi, ülke içinde emeğin esnekleşmesini de beraberinde getirdi; bu da düzenli emeği geçici ya da sözleşmeye dayalı emeğe dönüştürdü, düzenli emeğin korunduğu yerlerdeyse (şirket ihtiyacına göre) çalışma saatleri veya beklenen iş türleri açısından işçiler üzerindeki talepleri artırdı.

Esnek üretim, şirketin esnekliğinin genişlemesini temsil eder; şirket stratejilerinin işçilere yaşattığı patolojik “stres” göz önüne alındığında, işçiler açısından “esneklik”, kendi emekleri –ve hayatları– üzerindeki denetimlerini büsbütün kaybetmek anlamına geliyor.

Sosyolojisinde emek ile insanın bir “tür varlığı” olması arasında içsel bir bağ olduğunu ortaya koyan Karl Marx’a göre, meta üretimi –ve ona eşlik eden, işçiyi soyut bir “işgücü”ne dönüştüren emeğin metalaşması– kapitalist toplumdaki yabancılaşmayı anlamanın kilit unsuruydu.

 Marx, işçinin yabancılaşmasının birbiriyle ilişkili dört boyuttan oluştuğunu öne sürüyordu: emeğin ürünlerine yabancılaşma, emek sürecine (çalışma faaliyetine) yabancılaşma, işçinin kendi “tür varlığı”na yabancılaşması, ve bunun sonucu olarak başka işçilere (insanlığa) yabancılaşma.

 Şöyle diyordu Marx: Dolayısıyla işçi kendini ancak işinin dışında, işini de kendinin dışında duyumsar.

Ancak çalışmadığı zaman kendindedir, çalıştığı zamansa kendinde değildir.

 Dolayısıyla emeği de gönüllü değil zorladır; zoraki çalışmadır.

 Bu nedenle bir ihtiyacın karşılanması da değildir; kendisine dışsal ihtiyaçları karşılamanın bir aracıdır sadece.

Sadece emek üzerine kurulu bir sosyoloji, “işçisiz fabrika”nın imkân olarak ufukta belirdiği bir zaman için yetersiz olabilir; fakat çağdaş kapitalizme yönelik bir nebze de olsa eleştirellik içerme iddiasında olan herhangi bir değerlendirmede göz ardı edilmesi de imkânsızdır.

 Şayet üretim şu anda bilinçlerimizde temel bir yer teşkil etmiyorsa, bunun sebebi, yukarda da söylediğim gibi, üretimin başka yere taşınmış olması olabilir.

 Her Noel’de, ve daha pek çok vesilede, Amerikalılar dünyanın dört bir yanında üretilmiş metaları tüketmeye teşvik ediliyor.

 Sırf etiketlere göz atmak bile tüketim ile üretim arasındaki ilişkiyi hatırlamamıza yeter; bugün Amerikalılar, vaktiyle üretimleri kendilerine iş sağlamış olan, ama şimdi başka yere taşındığı için onları (kredi limitleri elverdiği oranda) tüketiciye dönüştürmüş ürünleri tüketmeye çağrılıyor.

  Bu koşullar altında Japonları, Çinlileri veya başkalarını suçlamak, ve insanları daha fazla tüketmeye çağıran şirketlerin üretimin taşınmasından bizzat sorumlu olduğunu unutmak kolay; şirketler ile otoriter Üçüncü Dünya devletleri arasındaki danışıklı dövüşün sonucu olarak ucuz işgücü sağlamak anlamına geldiği müddetçe kimsenin “köle emeği”nden şikâyeti de yoktur.

 Ülke içinde üretim, bir yandan şirketlerin giderek daha açık hale geldiği yanılsaması yaratma derdindeyken, işçileri daha önce eşi görülmemiş bir gözetime tabi kılmakta, onları hem alanlarından hem de iç dünyalarından mahrum bırakmaktadır, ki “kültür mühendisliği”nin derdi de budur zaten.

 Günümüz hayatında üretimin önemli bir yeri olduğunu düşünüp düşünmememiz, kapitalist bütünselliğin ne kadarını görmek istediğimize bağlı.

 Bütünü bulanıklaştırmak ezelden beri ideolojinin bir işlevi olmuştur.

Kültür mühendisliğinin günümüzde sermayenin işleyişinde merkezî bir yer kazanması, üretimin devredışı olduğuna değil, sermayenin işlemlerinin ne kadar büyük ölçüde yabancılaşmış emeğe dayandığına işaret ediyor olabilir.

 Bir ABD Başkanı’nın, ciddi ciddi, Amerikan işçilerini “iş kaybına yol açabilecek verimlilik getirilerini sahiplenmeye” çağırabilmesi de bundandır.

Marx’ın terminolojisini, insanları işlerinden etmekle kalmayıp, tasarlanmış hayatları güçlenmenin şahikası olarak gösteren araçları da sağlayan yeni teknolojilere uyarlarsak, “sembolik-analitik işçiler” de, büyük bir hevesle, onların –ve hepimizin– karşısına “düşmanca ve yabancı” bir güç olarak çıkan makinelere “yaşam vermeye” devam ediyorlar.

 Postmodernist örgüt analizleri bu koşulları göz ardı ettiği sürece, eleştirel bir işlev görmek yerine, son derece gerçek (kusura bakılmasın, daha iyi bir kelimemiz yok) faaliyetleri dilsel işlemlermiş gibi yeniden sunmak suretiyle bunların üzerini örtmeye yarıyor.

 Örgütün, üretimine hem yazarların (yöneticilerin) hem de okurların (çalışanların) katkıda bulunduğu bir metin olduğu fikri analizin bir düzeyi için makul olabilir; ama metnin ortaya çıkışını ve amaçlarını göz ardı etmekle, analiz, kendi kullandığı metaforun tuzağına düşerek, yönetim faaliyetlerinin çıkış noktası olan ve aynı zamanda o faaliyetin amaçlarını oluşturan farklılaşmış iktidar ilişkilerinin üzerine örtmeye yöneliyor.

 “Değişim katalizörü” evrensel bir aklı arkasına alarak meşruiyet iddiasında bulunmuyor olabilir, ama kurumsal iktidara meydan okumak yerine onu pekiştirmiş olma ihtimali de yüksek.

 İşlevlerde farklılaşmaya dayanan eski bürokratik örgütler, örgütün iktidarını meşrulaştırmak için rasyonaliteye sığınmış olabilirler, ama yönetim analistlerinin gayet iyi kavradığı gibi, aynı örgütler bütünsel örgütsel denetimi sekteye uğratan “hizipçilik”leri de beslemiştir.

 Yeni “kültürel yönetim”, bütün o kaotik görünüşüne rağmen, eski modellerin mekanik rasyonalitesinin elverdiğinden çok daha sıkı bir organik kurum kavramsallaştırmasını temel almaktadır.

Gergen’in örgütün işleyişine dair yukarda yer verdiğimiz tasvirinde olduğu gibi, “çokdilli” şirketin işlemlerindeki “özne”yi gizlemek, tam da ütopyacı yaklaşımından ötürü, iktidar ve eşitsizlik varsayımlarına dayanan yönetim uygulamalarını meşrulaştırmaya yarar, ki bu varsayımlar oldum olası kapitalist modernliğe içkindi.

Bu ütopyacı yaklaşım, Gergen’in “farklı-dillilik” fantezisine de işleyerek onu “dünyanın bütünsel bir sistem olduğunun farkına varma” aracına dönüştürüyor.

Farklı-dillilik, ve öznelliklerin açık hale gelmesi, küresel bir bilincin idrakine varılması için gerekli olabilir, ama ancak kendi iktidar ve eşitsizlik koşullarını da açıkladığı müddetçe.

 Başka türlü, “Küresel Köy” vaadininkinden öte bir inandırıcılığı olmayacaktır; küresel köyü, dünyanın büyük kısmında gerçek köylerde yaşayan insanları ufku dışında bırakarak enformasyon ağıyla özdeşleştirmekten, ya da gerçek cemaatlerde yaşamanın zorluklarıyla yüzleşme zorunluluğundan kaçış fırsatı sağlayan “sanal cemaatler”le tanımlamaktan farkı yok bunun.

 Gergen’in analizinde, şüphesiz, yönetim yoluyla cemaatleri örgütsüzleştiren şirketlere yer yok.

 Bu noktada postmodernizm, çağdaş kapitalizmin yapılanmalarını ütopyalaştırması bakımından, Tom Peters’in “özgürlük yönetimi”nde sunduğu yeni dünyanın gerici vaatleriyle ya da ABD Temsilciler Meclisi Sözcüsü Newt Gingrich’in büyük ilham aldığı, Alvin ve Heidi Toffler’in Politics of the Third Wave’iyle örtüşmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...