ÜRETİM ÖRGÜTLENMESİNDE POSTMODERNLEŞME - 2
Yönetim ve Kültür: Ulusaşırılık ve
Postmodernliğin Üretimi
Tom Peters ve Robert Waterman, 1982
tarihli çok satan kitapları In Search of Excellence’ta, yönetim
çalışmalarındaki bir eksikliğe işaret ederek, “kültür”e ilgi gösterilmediğini
söylerler.
Kitaplarının amacı, en iyi
yönetilen şirketlerde şirket kültürünün yönetimdeki en öncelikli mesele
olduğunu göstermektir.
Yazarlar, Britanyalı bir
yönetim analistinden alıntı yaparak şöyle derler: “[lider] yalnızca kurumların
yapı ve teknoloji gibi rasyonel ve somut yönlerini yaratmakla kalmaz,
sembollerin, ideolojilerin, dilin, inançların, ritüel ve mitlerin de
yaratıcısıdır.”
1980’lerin başından beri
“kültür” meselesi yönetim çalışmalarında o kadar merkezî bir yer tutuyor ki,
yönetim analisti Stewart Clegg, şakayla karışık şöyle diyor: “kültür iş için
iyidir”.
Clegg ayrıca yönetim
çalışmalarında kültüre yönelik yeni ilgiyi, Japon iş dünyasının ABD’yi
sarsmasına bağlıyor.
Japonların, ve genel olarak
Doğu Asya’nın, ABD’deki şirketlerde geçerli olanlardan farklı birtakım davranış
normlarına dayandığı varsayılan ekonomik başarısının, kültüre yönelik yeni
ilgide payı olduğu muhakkak.
Fakat bu alandaki literatürü
şöyle bir incelediğimizde bile, tek sebebin bu olmadığı görülüyor.
In Search of
Excellence, başlı başına, kurumlarda kültürün yeri meselesine
ne zamandır ilgi duyulduğunun bir göstergesi.
Nitekim 1980 yılının yaz
aylarında Business Week dergisi kültür üzerine bir dosya
hazırlamıştı; ve In Search of Excellence konunun
yaygınlaşmasında önemli bir rol oynadıysa da, yönetimde kültür meselesini ele
alan ilk ciddi çalışmalar ondan önce yayınlanmıştı.
Bu çalışmalar, kültür
meselesine uyanan ilginin kaynağında, kapitalist üretim ve rekabetteki yeni
gelişmelerin –yani, ulusaşırılaşmanın– yol açtığı sorunların yattığını açıkça
gösteriyor.
1980’ler boyunca, yönetim analistleri
küresel veya ulusaşırı bir kapitalizmin ortaya çıkışını tam anlamıyla idrak
ettiklerinde, kültür meselesine yönelik ilgi iyice canlandı.
Onyılın sonuna gelindiğinde,
postmodernizm, kültürel çalışmaların ön saflarına yerleşmesiyle aynı sıralarda,
yönetim çalışmalarında da kurumu ve yönetimi birer kültürel varlık olarak
kavrayan yeni bir yaklaşım olarak kendini gösterecekti.
1970’lerin sonundan itibaren
yayınlanan yönetim çalışmaları, kurumsal örgütlenmede kültüre yönelik yeni
ilginin oluşmasına yol açan etkenlere dair ipuçları taşıyor.
İlerleyen kısımda, bu yeni
ilginin gelişimini, kültür meselesinin önemli yönlerini eklemlendirmiş bir dizi
eser üzerinden ortaya koymaya çalışacağım.
Kapsamlı bir liste sunmak gibi
bir iddiam yok; ve söz konusu eserlerin bu konuda çığır açıcı nitelik
taşıdıklarını da öne sürmüyorum, sadece kültür meselesine yönelik ilginin
oluşum sürecindeki birer işaret direği bunlar.
Umuyorum ki kurumlarda kültür
sorununun yeriyle ilgili önermelerim, konuyla ilgili daha ayrıntılı ve kapsamlı
çalışmalar yapılmasını teşvik eder; bu tür çalışmalar, zamanımızın entelektüel
ve ideolojik tarihi açısından elzem olacaktır.
Ulusaşırılık, ve ulusaşırı üretimin
yönetilmesi konusu, 1970’lerin sonuna gelindiğinde yönetim çalışmalarında
apaçık ortadaydı.
1979’da yayınlanan ve çokulusluluk
çağında yöneticilerin kurumsal davranış, üretim ve pazarlama bağlamında
karşılaştıkları “çokkültürlülük” ya da “çoklu kültürlülük” [polyculturalism]
sorununu ele alan metnin başlığı bu açıdan yeterince fikir verici [Kültürel
Farklılıkların Yönetilmesi].
Metinde, yöneticilerin, kültürel
esneklik gerektiren bu yeni durumda daha etkin bir işleyiş geliştirmelerini
sağlayacak yeni bir eğitim anlayışı savunuluyordu.
Bu eğitim yalnızca onların bir
kültürden diğerine gittiklerinde yaşayacakları “kültür şoku”nun etkilerini
azaltmakla kalmayacak, kültürlerin çeşitliliği içinden “sinerjik” biçimde
oluşturulması gereken bir “kurum kültürü” yaratmanın getirdiği yeni görevler
için de onları hazırlıklı kılacaktı.
Kitap hem yöneticilerin eğitimi
için statejiler öneriyor, hem de ek bölümlerinde, seçilmiş bazı “kültürlerin”
ayrıntılı betimlemelerini sunuyordu (bunlar arasında İngiltere, İrlanda, Çin,
Japonya ve Ortadoğu’nun yanı sıra, Puerto Rico’lular gibi ABD içindeki gruplar
da vardı).
Metnin en ilginç kısmı, yazarların
yönetimde Avrupamerkezciliği reddetmeleriydi: Batı’dan Doğu’ya doğru giden tek
yönlü akışın tersine dönmesi ve Doğu düşüncesinin din, felsefe, sağlık veya
teknoloji alanlarında Batı’yı beslemesi yeni bir olgu, henüz 10-15 yıllık bir
tarihi var.
Batı’nın
etnosantrizmine ve hâkimiyetine karşı savunma hamlesi olarak pek çok diriliş
hareketi ortaya çıkmış olsa da, Doğu’nun değerleri ve etkileri, Doğu-Batı
düşüncesinin ve bakış açılarının birbirine yaklaşmasından büyük yararlar elde
edecek yeni dünya kültürüne hayati katkılar sunmaktadır.
Bugün
Çin Halk Cumhuriyeti bu alışverişin ana kavşağını oluşturmaktadır.
Kültür üzerindeki yeni vurguda
ulusaşırılığın rolünü göstermesi bakımından daha da anlamlı olan bir diğer bir
kitap, Geert Hofstede’nin 1980’de yayınlanan Culture’s Consequences başlıklı,
dönüm noktası niteliğindeki çalışması.
Hofstede’nin çalışması, hem
dayandığı ampirik temel, hem de verilerinin kaynağı açısından önemli.
Çalışma, 1968’de ve 1972’de “Hermes”
Corporation (ki sonradan, IBM için kullanılan bir takma isim olduğu
anlaşılacaktı) adlı şirketin çalışanları arasında uluslararası düzeyde yapılan
ve 120 bin kişinin katıldığı bir ankete dayanıyordu.
Hofstede’nin, kültürün
bir “zihinsel program” olarak anlaşılmasına dayanan analizi, yaklaşık kırk
milleti temsil eden bir işgücünün benimsediği “iktidar mesafesi”,
“belirsizlikten kaçınma”, “bireycilik” ve “erkeksilik” gibi değerlere yönelik
yaklaşımları ortaya çıkarmayı amaçlıyordu.
Kitabın yönetimle ilgili kısmı şuydu:
Evrensel olarak paylaşılan bir aklı temel alan evrensel bir yönetim uygulaması
olabileceği varsayımına karşı çıkıyordu; farklı milletler bazı ortak değerler
üzerinden birbirine yaklaşsa da, önemli farklılıklar bakiydi ve bu durum
“ilişkisellik” üzerinde durmayı, yönetenler ile yönetilenler arasındaki
ilişkide koşullara göre uyarlanmış bir yaklaşımın benimsenmesini
gerektiriyordu.
Hofstede’nin “çokkültürlü
kurum”dan bahsetmesi, “çokkültürlülük”ün bu kitapta bir mesele olarak ele
alındığının açık bir işaretiydi.
Hofstede’nin verilerinin
kaynağı, kültüre yönelik yeni ilgide çokulusluluğun ne kadar önemli bir yeri
olduğunu gösteriyor; ama aynı zamanda, çokuluslu şirketlerin yöneticilerinin,
kapitalizm içindeki gelişmelerin ortaya çıkardığı çokkültürlülük sorunlarını
daha 1960’lı yıllarda görmeleri bakımından yönetim analistlerinden birkaç adım
önde olduklarını da gösteriyor.
1970’lere gelindiğinde ise, dünya
ekonomisinde bu ilk kaygıları güçlendiren ve kültür meselesini analizlerin ön
saflarına taşıyan yeni gelişmeler kendini gösterdi.
Önce Japonya’nın, ardından Doğu
Asya’da Tayvan ve Kore gibi “mucize” ekonomilerin sahneye çıkması, Clegg’in de
işaret ettiği gibi ekonomik kalkınmada kültürün rolü üzerine spekülasyon
yapılmasında çok etkili oldu.
Tabii, 1970’lerin sonunda Çin
Halk Cumhuriyeti’nin –Harris ve Moran’ın daha önce aktardığımız satırlarda
kullandıkları ifadeyle, kültürel alışverişin “ana kavşağı”nın– devrimden
vazgeçip yüzünü kapitalist kalkınmaya çevirmesiyle ekonomik imkânlar konusunda
yaratılan büyük umutları da göz ardı etmemek lazım.
Ekonomik kalkınmanın itici gücü
olarak bir “Doğu Asya” kültürüne (ya da “Konfüçyusçu” veya “neo-Konfüçyusçu
kültüre) işaret edilmesi açısından çığır açıcı nitelik taşıyan bir eser de,
fütürolog Herman Kahn’ın 1979’da yayınlanan World Economic Development:
1979 and Beyond adlı kitabıydı.
Kahn’ın kitabının bazı çevrelerde
uyandırdığı beklentiler öyle büyüktü ki, Dünya Ticaret Odaları Birliği’nin 1978
tarihli kongresi sırasında dağıtılabilsin diye yayın tarihinden önce sınırlı
sayıda basılmıştı.
Bu eser, 1980’lerde büsbütün çoğalan,
girift felsefe çalışmalarından askerî stratejiye ve yönetime kadar pek çok
alanda Doğu Asya kültürlerini ele alan uzman ve popüler çalışmaların öncülerindendi.
Çin etrafındaki Doğu ve
Güneydoğu Asya toplumlarının başarılı “modernleşme” süreçlerinin körüklemesiyle
birlikte 1980’lerde güçlenen Konfüçyusçu diriliş savunucularının da sık sık
atıfta bulunduğu bir kitaptı.
Kendisini “neo-kültüralist” olarak
tanımlayan Kahn, “neo-Konfüçyusçu toplumların” bizzat “Konfüçyusçu etikte”
yerleşmiş olan iki özellikten ötürü “başka kültürlere göre daha yüksek büyüme
oranları” kaydettiğini gözlemlemişti.
Bu iki özellik, “çalışkan, motive,
sorumlu ve eğitimli bireylerin yaratılması ve bağlanma, örgütsel kimlik ve
çeşitli kurumlara [ister ‘aile, şirket, ya da devlet dairesi’ olsun] sadakat
duygularının güçlendirilmesi”ydi.
Max Weber’in, Doğu Asya
modernleşmesiyle ilgili uzman analizlere nicedir kılavuzluk eden, Konfüçyusçu
değerlerin kapitalist gelişme üzerinde olumsuz etkide bulunduğu iddiası böylece
ters çevriliyor,
Kahn daha da ileri gidip şöyle
diyordu: “Konfüçyusçu etik üzerine kurulu toplumlar, sanayileşme, refah ve
modernleşme hedeflerini gerçekleştirme girişimlerinde pek çok yönden Batı’dan
üstün olabilir.”
Kahn’ın çalışmasının, ilk kapitalist
toplumların bir “hastalıktan” mustarip göründüğü bir zamanda kapitalist
kalkınmaya imanı tazeleme amacıyla kaleme alındığı ortadaydı.
Gelişmeye ve teknolojik ilerlemeye
sorgusuz sualsiz bağlılık gösteren “neo-Konfüçyusçu kültürler”, bu noktada
imdadına yetişmişti.
Kahn için mesele “çokkültürlülük”
değil, çatışmayı ortadan kaldırmayı ve iş hayatı için biçilmiş kaftan olan
gönüllü disiplin ve itaati teşvik eden kültürlerdi.
Fakat kitabı, ve onun açtığı yolda
ilerleyen pek çok başka çalışma, aynı zamanda, başarılı iş idaresinde kültüre
yapısal etkenlerden daha öncelikli yer atfedilmesinde önemli rol oynadı.
Dahası, Harris ve Moran’ın
kitaplarında olduğu gibi, Kahn da yönetimde Avrupamerkezciliğe karşı çıkıyor,
kendini çokkültürlülük mefhumuyla da sınırlamadan, yeni bir kapitalizm
kültürünün başat adayı olarak dosdoğru Doğu Asya kültürüne işaret ediyordu.
Bu çalışmalarda “kültür”ün
nasıl kullanıldığını göstermeye yardımcı olacak iki genel gözleme yer
verebiliriz.
Öncelikle, kültür bu
çalışmalarda çeşitli şeyleştirme tarzları altında ortaya çıkıyor; tabii bu,
altta yatan “kültürel farklılıkları idare etme” veya kültürü kurumsal amaçlar
doğrultusunda kullanma amacı açısından şart.
Dolayısıyla, Harris ve Moran,
farklı kültürlerin özelliklerini betimledikleri ek bölümlerde, bu kültürleri,
onlara mensup bireylerin davranışlarına damgasını vurduğunu varsaydıkları
özelliklerden mürekkep listelerle temsil ediyorlar.
Hofstede ise, kültürü bir “zihinsel
program” olarak, dolayısıyla yeniden programlanmaya ve değişmeye tabi bir şey
olarak kavrarken (hatta, yaptığı iki anket arasında geçen dört yıllık zaman
diliminde bile bazı değişimler tespit eder), IBM çalışanlarının ankete verdikleri
cevapları ulusların bütününe yansıtmakta tereddüt etmiyor – oysa, herhangi bir
“ulus”un kendi içindeki farklılıklar bir yana, ankete cevap verenlerin IBM
çalışanı olmalarından ötürü kültürel açıdan atipik oldukları rahatlıkla ileri
sürülebilir.
Kültürü en kaba şekilde
kullananlardan biri, “neo-Konfüçyusçu” diye adlandırdığı kültürler altında
sadece birbirinden çok farklı toplumları toplamakla kalmayıp, Doğu Asya menşeli
her şeyi “neo-Konfüçyusçuluk” diye tanımlayan Herman Kahn olsa gerek.
Kahn’ın Avrupamerkezciliğe
yönelttiği itiraza da, aynen Harris ve Moran’ın “Doğu-Batı kültürel alışverişi”
anlayışlarında olduğu gibi, yeni kapitalizm kültürüne dahil edilen kültürlere
yönelik son derece Avrupamerkezci, oryantalist kültür mefhumları eşlik
etmektedir.
Bu arada, ilginçtir ki, söz
konusu kitaplar Edward Said’in Oryantalizm’iyle neredeyse aynı yıl
yayınlanmıştır – kültürel çalışmalar alanında, bu tür eserlere rehberlik eden
şeyleşmiş kültür anlayışlarının derinlemesine sorgulanmasını teşvik etmiş bir
kitaptır bu.
Bu zamansal çakışma bize şunu
hatırlatıyor: Bahsettiğimiz kitaplar, “Avrupamerkezcilik”ten kopma yönündeki
tüm iddialarına rağmen, başka kültürleri hâlâ modernliğe özgü kategorik tarz
içinde temsil etmiştir; ulusların kültürlerle özdeşleştirildiği indirgemeci
denklemlere, veya Doğu-Batı gibi daha da indirgemeci ayrımlara hapsedilmesi
mümkün olmayan kültürel karmaşıklık meselesinden kaçınan bir tarzdır bu.
İkincisi, bu eserler, Harris ve
Moran ile Herman Kahn’da olduğu gibi, Avrupamerkezciliği kınamaları ve
örgütlenmenin tek bir evrensel rasyonalite içerisine hapsedilemeyeceğini, hem
içerden hem dışardan kültürel karmaşıklığın etkilerine tabi olduğunu kabul
etmeleri bakımından zaten modernliğin ötesinde bir noktaya işaret etmektedir.
Belki de bundan da önemlisi, bu
eserlerde kültürle ilgili görüşler, yeni örgütsel tekniklere dair
değerlendirmelerle adeta fark edilmeyecek kadar iç içedir; bu değerlendirmeler
kültürel farklılığa ilişkin tezlere yedirilmiş olsa da, David Harvey’nin
sonradan “postmodernlik durumu” adını vereceği örgütsel tekniklerdeki
yenilikleri akla getirir.
Stewart Clegg, aşağı yukarı bu
zamanlarda, yönetim çalışmalarında kalite grubu, ekip çalışması,
idareci-çalışan işbirliği, tüketici odaklı araştırma ve geliştirme, ânında
üretim vs. gibi kavramlara ilgi gösterilmeye başlandığına dikkat çeker; Japon
yönetim teknikleriyle ilişkilendirilen bu kavramların hepsi, yönetimde
postmodern veya post-Fordist bir yaklaşımın göstergesi sayılacaktır ve yalnızca
yönetim yaklaşımlarında değil, daha da önemlisi yönetim uygulamalarında köklü
bir dönüşümün habercileridir.
Peters ve Waterman, 1982’de In
Search of Excellence adlı kitaplarında, bu uygulamaların kültüre bağlı
olmadığını, “en iyi işletilen” şirketlerin yönetiminde zaten rastlanan
özellikler olduğunu öne sürüyorlardı.
Harris ve Moran’ın kitabı
ise özellikle bu açıdan öncü nitelikteydi, çünkü “kültürel farklılıkların
idaresi” meselesini, “örgüt kültürlerindeki değişim” meselesiyle kolaylıkla
kaynaştırabilmişlerdi.
Yazarlara göre örgütlenmede “bürokrasi”den
“adhokrasi”ye geçiş yaşanmaktaydı: Bürokrasi “süreklilik, hiyerarşi ve
işbölümü”yle tanımlanırken, adhokrasi “geleceğin hızlı hareket eden, bilgi
bakımından zengin, kinetik örgüt”ünü temsil ediyordu.
Bu örgüt kültürleri yeni kişilik
tiplerini de beraberinde getiriyordu: “eskinin örgüt insanı”na karşılık, yeni
“ilişkisel” insan tipi.
Burada bizi ilgilendiren nokta,
kapitalizmde çoktandır başlamış olan değişimlerin yönetimde ister istemez
gerektirdiği dönüşümlerin, “çokkültürlü” bir işgücünü idare etme ihtiyacının
yol açtığı kültür tartışmalarıyla iç içe geçmesi ve yönetimde kültürün önemini
pekiştirmesidir.
Her durumda, kültürü önemli bir
mesele getiren etken, kapitalist üretim ve tüketimin ulusaşırılaşması olmuştur:
Kültür artık, akıl hüküm sürdüğünde yok olacak bir şeyden ziyade, aklın
evrensel varsayımlarını sınırlandırabilecek bağımsız bir güç olarak kendini
gösterir.
Bu anlayışın bir kaynağı
“çokkültürlü” bir işgücünün idaresindeki sorunlar olduysa, bir diğer kaynak da,
farklı uygulamalara göre işlediği ve daha başarılı olduğu düşünülen bir
rekabetin ortaya çıkmasıydı.
Bugünden bakıldığında, yukarda
bahsettiğimiz eserlerin yayın tarihlerinin, kapitalizm içerisindeki
değişimlerin ekonomi politiğine yönelik yeni bir ilginin doğuşuyla çakışması
hiç şaşırtıcı değil; bu değişimler, Fordizm’den post-Fordizm’e geçiş, Küresel
Kapitalizmin doğuşu, “örgütsüz kapitalizm”in yükselişi, esnek üretim rejiminin
ortaya çıkışı vs. gibi türlü tanımlamalarla tarif edilmiştir.
F. Frobel, J. Heinrichs
ve O. Kreye’nin The New International Division of Labour (Cambridge:
Cambridge University Press) adlı kitapları 1980’de yayınlanır; Michael J. Piore
ve C. F. Sabel, The Second Industrial Divide: Possibilities for
Prosperity (New York: Basic Books) adlı kitaplarını 1984’te
yayınlarlar; Claus Offe’nin Disorganized Capitalism’i (Cambridge
MA: MIT Press) 1985’te, Scott Lash ve John Urry’nin The End of
Organized Capitalism’iyle (1987) aynı sıralarda çıkar.
David Harvey’nin The
Condition of Postmodernity kitabı 1989’da (Cambridge MA: Basil
Blackwell; Türkçesi Postmodernliğin Durumu, Metis, 6. basım 2012)
yayınlandıktan sonra, 1990’da Robert J. S. Ross ve Kent C. Trachte’in Global
Capitalism: The New Leviathan (Albany: SUNY Press) adlı kitabı çıkar.
Listeyi uzatmak mümkün, üstelik
süreli yayınları taramadan.
1980’ler Reagan/Thatcher “devrimi”nin
onyılı olacaktır, dünya ekonomisinde aslında yirmi yıldır geçerli olan güçlerin
siyasetin desteğiyle bilince çıktığı yıllar…
Reagan/Thatcher “devrimi”, üretimde
yaşanan ve sermayenin örgütlenmesini çoktandır yeniden yapılandırmakta olan
devrim niteliğindeki değişimler sayesinde mümkün oldu.
Asıl önemli olan, bu eserlerin
hepsinde verilen mesajdı: Kapitalizmin yeni bir gelişim evresine girdiği
mesajıydı bu – sermayenin eski, çokuluslu örgütlenmesi, (hem işleyişte
çokulusluluk, hem de çokuluslu rekabet anlamında) çokuluslulaşmanın baskılarına
tepki olarak ve yeni teknolojilerin yardımıyla yeni bir örgütlenmeye bırakmıştı
yerini ve bunu en iyi tanımlayan kavram “ulusaşırı” terimiydi.
Ulusaşırılığı çeşitli
boyutlarda kavramak mümkün.
Zaten nicedir ulusaşırı olmuş finans
meselesini bir kenara koyarsak, bunlardan en önemlisi meta zincirlerinin (daha
doğrusu üretim zincirlerinin) çoğalması olabilir; yani, metaların üretiminin
mekânsal açıdan genişlemesi, bir metanın hammadeden bitmiş mamule dönüştürülme
sürecinin, ulusal sınırları aşan, geniş mekânlara yayılması.
Bu “yeni uluslararası
işbölümü”nü mümkün kılan iki etken oldu: iletişimi hızlandırmak suretiyle,
tasarım yerini üretim yer(ler)inden ayırmayı mümkün kılan enformasyon
teknolojileri, ve başka ülkelerdeki düşük işgücü maliyetlerinden yararlanırken
pazarlama giderlerini asgariye indiren konteyner taşımacılığı ekonomisi.
İkinci Dünya Savaşı sırasındaki
askerî teknolojilerin yan ürünü olan otomasyon devrimi, sadece standartlaşma
sağlamakla kalmadı, vasıflı işgücü bağımlılığı olmaksızın piyasanın taleplerini
karşılayacak yeni bir esneklik de getirdi.
Pazarlama cephesinden bakıldığında,
piyasaların belirsizliğini artıran rekabet, “niş pazarlama” veya “gerilla
pazarlama” adı verilen yeni uygulamaların doğmasına sebep oldu; bunlar, daha
küçük pazar paylarını daha büyük esneklikle ele geçirme girişimlerini temsil
ediyordu, ki bu da yine üretimdeki esnekleşmenin mümkün kıldığı bir durumdu.
Bu yazının meselesiyle doğrudan
bağlantılı bir husus, üretim ve pazarlamada, beklenmedik talebe en yüksek hız
ve verimlilikle cevap verebilecek küçük ve esnek birimleri gerektiren yeni
imkân ve zorunluluklardı: Fordist ekonominin “yedeklemeci üretim” ilkesi ile
yeni ekonominin “ânında üretim” ilkesi arasındaki karşıtlıkta ifadesini bulan
koşullardı bunlar; yeni ilke, hızlı cevap verme kabiliyetini öne çıkarırken,
eskisi –günümüzün belirsiz piyasa koşulları altında– hayli ziyankâr bir stok
birikimini temsil ediyordu.
Örgütlenme açısından baktığımızdaysa,
yeni işleyiş tarzı aynı zamanda karar alma sürecinin bürokratik merkezden
yerele taşınmasını zorunlu kıldı (bu, eski uygulamalara karşıt biçimde, yerel
personel devşirmeyi de gerektiriyordu).
Çokkültürlülük artık işgücüne
has bir özellik değil, yönetimin bir gereği olmuştu.
Ulusaşırılık ve onu mümkün
kılan üretimde otomasyon, hem yönetim hem de çalışma kavramlarının ele
alınmasında köklü değişimlere yol açtı.
Bu değişimlerin neler olduğunu görmek
için, yukarda söz ettiğimiz eserlere bakılabilir; ama ben burada, yazarının
konumundan ötürü öne çıkan bir kitabı odağa almak istiyorum: kapitalist dünya
ekonomisindeki gelişmeleri sadece analiz etmek değil, bunlara bilfiil şekil
vermek açısından da son derece elverişli bir konumda bulunan Robert
Reich’ın The Work of Nations adlı kitabı.
Bu kitap (hem iddialı başlığı, hem de
yazarının bir süre sonra ABD Çalışma Bakanlığı’na atanmış olduğu düşünülünce),
çalışmanın ulusaşırı kapitalizmin gereklilikleri çerçevesinde yeniden
kavramlaştırılması konusunda sağlam ipuçları veriyor.
Akademi kökenli bir
Demokrat’ın, dünya ekonomisinde Cumhuriyetçiler eliyle tasarlanmış bir
“devrim”i telaffuz etmek durumunda kalması ayrıca manidar.
Reich’ın kitapta söyledikleri, daha
önceki trendlerin sağlam bir özeti niteliğinde; ABD yönetim çevrelerinin
zihniyeti hakkında verdiği aydınlatıcı bilgilerle de geleceğe dönük ipuçları
taşıyor.
Reich, 1980’lerin kapitalist dünya
ekonomisine ilişkin yeni düşünüşü özetleyerek, The Work of Nations’da
şöyle yazıyordu:
Yeni
doğan uluslararası ekonomi içinde, yabancı şirket ve endüstrilerle rekabet
edebilen Amerikan şirket ve endüstrilerinin sayısı çok az – tabii Amerikan derken,
işin yerine getirildiği ve değerin katıldığı yerin ABD olmasını kastediyorsak.
Bu
ekonomide tipik olan, daha ziyade küresel bir ağ: merkezi, ve finansal
sermayesinin büyük kısmı belki de ABD’de bulunan, ama araştırma, tasarım ve
üretim tesislerinin Japonya, Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yayılmış olduğu; ilave
üretim tesislerinin Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’da bulunduğu; her kıtada
pazarlama ve dağıtım merkezlerinin olduğu; hissedar ve yatırımcılarınınsa ABD
kadar Tayvan’da, Japonya’da, Batı Almanya’da bulunduğu bir ağ.
Yeni dünya ekonomisindeki
“trendleri” yorumlayışıyla uyumlu biçimde, yeni kapitalizmde gerekli olan emek
türlerini tanımlayarak devam ediyordu sözlerine Reich: “rutin üretim
hizmetleri” (yani eski adıyla “proletarya”), “yüz yüze hizmetler” (eskiden
hizmet sektörü denen, sekreterlikten fast-food lokantası
çalışanlarına kadar her şey), ve “sembolik-analitik hizmetler”, yani yeni doğan
sektör, yeni çağın paradigması: yüksek eğitim düzeyi, aktarılabilir vasıflar ve
esneklikle tanımlanan sektör.
Reich’a göre bir ülkenin dünya
ekonomi politiğindeki konumu, son emek türünde elinde bulundurduğu işgücü
kaynaklarına bağlıydı: Dünya ekonomisinde liderliği belirleyen, hem araştırma
ve tasarlama kabiliyeti hem de esnekliğiyle, “sembolik-analitik sektör”dü.
Dolayısıyla bu yönde eğitim
kalkınmanın ana hedefiydi.
Reich, eski bir çağa ait
akıl-kültür ayrımını yeniden kavramlaştırarak, sınıf konumunun ezeli
belirleyicisi olmuş zihin-kol emeği ayrımını küresel bir ölçeğe yansıtıyordu;
zihin emeği Birinci Dünya’yı, kol emeği ise Üçüncü Dünya’yı ifade ediyordu.
Fakat görmezden geldiği, ve
varsayımlarıyla temelden çelişen bir nokta vardı: Zihin ve kol emeği ulusal
kökenden bağımsız olarak herhangi bir kaynaktan devşirilebilirdi, zira uzun
vadede hangi tür emeğin nereden karşılanacağını belirleyen ihtiyaçlar ulusal
değil, kurumsaldı.
Kol emeği ABD’den devşirilip,
böylece orada “Üçüncü Dünyalaşma” baskılarını artırabileceği gibi, zihin emeği
de başka yerde geliştirilip, Üçüncü Dünya içerisinde “Birinci Dünyalar”
yaratabilirdi.
İşe alımlarda esas milliyet
değil, şirket çıkarlarıydı – başka deyişle, sermaye birikimi.
Reich’ın böyle bir
gizemleştirmeye başvurması şaşırtıcı değil (bu yaklaşımın, onu, ekonomi
politikaları uzmanlarını Wall Street gediklilerinden devşirmekte Cumhuriyetçi
seleflerini bile geçen Clinton’ın danışmanları nezdinde makbul kılması da
doğal).
Reich, analizinin
başından beri, sermayenin hareketini açıklamada ucuz ve uysal emeğin rolünü göz
ardı ederek, eğitim düzeyiyle ölçülen işgücünün “niteliği” üzerinde durmuş;
Üçüncü Dünya’da yetiştirip işe alabilecekleri ucuz eğitimli personeli bulan
şirketlerin, yüksek eğitim düzeyine sahip vasıflı personeli işten çıkardıkları
gerçeğini tamamen göz ardı etmişti.
Niyeti ne olursa olsun, yaptığı ayrım
bir oto-sansürü gözler önüne seriyordu, ve ister kendi iradesiyle, ister
başkalarının zoruyla yapılmış olsun, bunun ne Birinci ne de Üçüncü Dünya’ya
faydası olan gündelik bir tahribatı meşrulaştırdığı muhakkaktı.
Gelgelelim, Reich’ın ayrımı, günümüz
dünya ekonomisinde kültürün işgal ettiği önemli konumun bir diğer kaynağına
işaret ediyor: bu ekonominin paradigmatik işçisi sembolik-analiste, yani
kültürün alımlayıcısı olmakla kalmayıp yaratıcısı da olan ve bu süreçte kendi
öznelliğini de yaratan işçiye.
Kapitalist modernliğin, yüksek
vasıflı olsa bile kitlesel üretimin angaryalarına ve söz sahibi olmadığı idarî
kararlara tabi olan proletaryasından farklı olarak, sembolik-analist modeline
dayanan yeni işçi, ürün ve üretim süreci üzerinde daha fazla denetimi olan,
kapitalizm öncesinin zanaatkârına yakın.
Hatta, üretim süreci üzerindeki denetimiyle
birlikte, bu yeni işçinin, proleterden çok, kendi başarımından [performance]
kendisi sorumlu olan bir girişimci olduğu söylenebilir.
Business Week dergisinin geçtiğimiz günlerde “yeni çalışma dünyası” üzerine
hazırladığı özel sayıda şöyle deniyor:
Hareketlilik.
Yetkilendirme.
Ekip
çalışması.
Çapraz
eğitim.
Sanal
büro.
Uzaktan
iletişim.
Yeniden
yapılanma.
Karar
mercilerinin azaltılması.
Dış
kaynak kullanımı.
Durumsallık.
Son
dönemde yaygın olan bu kavramları duymadıysanız, muhakkak öğrenin, zira hayatımızı
değiştiriyorlar.
Geçtiğimiz
on yılda, kitlesel üretimin doğuşundan beri belki de ilk defa, çalışma
biçimlerimizin temelden değişip yeniden tanımlanmasına tanık olduk […]
Şirket
ile işçi arasındaki yeni kaynaşma, paternalizme son verip özgüveni pekiştirir
nitelikte.
Ömür
boyu kayıtsız şartsız çalışan olmaya son!
Bu
tarihte Çalışma Bakanı olan Robert Reich, Detroit’te düzenlenen İş
Konferansı’nda bunu işçilerin işverenlerle kalıcı ilişkiler kurmaktan çok
“esnek beceriler” geliştirmeye ağırlık vermesi gereği olarak ifade edecekti; iş
güvenliği işverenle “kalıcı ilişkiler” kurmaktan ziyade işçinin “bir sonraki
işin üstesinden gelmesini sağlayacak”, “aktarılabilir becerilere” dayanıyordu.
Küçük işletmelerin tanıtımı
için yayınlanan INC dergisi, girişimci olarak işçi figürünün
tasvirinde önemli bir rol oynadı; yönetimi de, işçi üzerindeki denetim olarak
değil, girişimin ortağı olarak resmediyordu (“açık defter yönetimi” tabir
edilen, idarecilerin çalışanlarla her türlü bilgiyi paylaştıkları sistem).
Bu yeni çalışma ve yönetim
kavramlaştırması, dergideki editör sunuşlarından birine göre, emek ile sermaye
arasındaki “Yüz Yıl Savaşları”na son verecekti.
Hem yeni küreselleşmiş üretim
biçimlerinin yarattığı zorunluluklar, hem de rekabet edenlerin sayısının
arttığı büyüyen pazarlardaki yoğun rekabet, son yıllarda yönetim
uygulamalarında yoğun ve sürekli bir deneyselliğe yol açtı.
Söz konusu deneylerin mahiyeti
bu yazının sınırlarını aşıyor olsa da, bunların altında yatan kaygılar kısa bir
özete elverecek kadar basit.
Bir yandan, yeni tip şirket
sürekli değişen durumlara etkili ve hızlı biçimde cevap vermek zorunda, bu da
değişim önündeki yapısal ve bürokratik engellerin kaldırılması anlamına
geliyor, zira “yapı-sızlaştırılmış” (veya Scott Lash’in terimiyle
“fark-sızlaştırılmış”) bir kurumun “kaos”la baş etmesi, merkezden hiyerarşik
biçimde denetlenen bir kuruma nazaran daha kolay.
Öte yandan, böylesi belirsiz şartlar
altında şirketin bir birim olarak hareket etme kabiliyeti çok daha büyük önem
kazanıyor.
Birliği sağlamanın en iyi
yolunun bürokratik denetim olduğu yönündeki eski varsayımlara karşılık (ki
verimlilik adına bu denetimlerin zaten kaldırılması gerekiyor), yeni yaklaşım,
“işçiler”e daha fazla inisiyatif vererek ve şirketin ortağı olduklarını hissettirerek
gönüllü işbirliğini tesis etme yönünde.
Gelgelelim, böyle bir
inisiyatiften nasiplenecek olanlar, ancak esnekliğini ve çeşitli alanlarda
vasıflı olduğunu ispatlamış işçiler olacaktır – yani “eğitimli” işçiler, ki
“eğitimliliğin” temel göstergesi de kurumsal ihtiyaçlar ve talepler
doğrultusunda kendini “yeniden icat etme” kabiliyeti ve istekliliğidir.
Bu iki temel kaygı, bizi şöyle bir
sonuca götürüyor: En iyi işleyen kurum, yönetimin en üst kademeleri ile
çalışanları yakınlaştıran, açık kurumdur.
Potansiyel veya tasarlanmış
istikrarsızlaşmanın ve formel kuralların yokluğunun damgasını vurduğu
koşullarda, kültür (ve ideoloji) kurumun bir birim olarak işlemesini sağlamada
merkezî bir yer kazanmıştır.
Kurumun kestirilmez ve çoğunlukla
hasmane bir ortamla baş edebilmesi için bir kurum kültürü yaratmak elzemdir.
İkincisi, kurum içinde
“alt-kültürlerin” ortaya çıkmasını engellemek şarttır, özellikle yönetimin orta
kademelerine özgü çıkarlar düşünüldüğünde böyle bir “alt-kültür”ün oluşma
ihtimali çok yüksektir.
Bu kademelerde “küçülme”ye
gidilmediği yerlerde, gruplaşmayı engellemek için personeli başka mevkilere
dağıtmak gerekir.
Yönetim ve iş çalışmalarında “kültür”
üzerindeki vurgu ve “kültür”e yönelik yaklaşım, geçtiğimiz on beş yıl içinde
değişim geçirdi: Ulusaşırılığın bir zorunluluğu olarak yüzleşilmesi gereken bir
sorunken, kurumsal başarı (ve ayakta kalma) açısından elzem olan bütünleşmeyi
sağlayacak bir anahtara dönüştü.
Bu dönüşüm, kapitalizm içerisindeki
temel yapısal değişimlerle aynı zamana denk geldi.
Bir “kurum kültürü”nün şart olduğu
yönündeki yeni inançta olduğu gibi, bir kültür ideolojisinin bu yapısal
dönüşümlerde bizzat belirleyici olup olmadığını tespit etmek daha zor, ama
böyle bir ihtimal hiç de uzak değil; özellikle de yeni “kurumsal kültür”ün, söz
konusu çalışmalarda adıyla sanıyla anılmasa da gizlenemeyen denetleme
amaçlarına hizmet ettiği düşünülürse.
Bu konuyu ilerde açacağız.
Şimdi, bu dönüşümler sırasında
ortaya çıkan ve örgüt analizlerini yeni kavramlaştırmalarla baştan şekillendirme
derdinde olan yeni postmodernist örgüt analizlerini ele almak istiyorum.
Kapitalizmdeki yeni
gelişmelerin, tam anlamıyla postmodernliğin dinamosu işlevi gördüğü öne
sürülebilir: Bu gelişmeler, kapitalist modernlikle ilişkilendirilen eski kurumsal
biçimleri reddedip, modernliğin “kesinlikleri”ne karşı postmodern hayata
damgasını vuran istikrarsızlaşmadan hem beslenen hem de onu besleyen kurumsal
deneysellik ve yapısızlaşmaya sebep olmuştur.
Söz konusu gelişmelerin, aynı
zamanda bir tavır ve epistemoloji olarak postmodernizmi de üretip üretmediği
konusu daha tartışmalıdır.
Yukardaki
değerlendirmelerimizin açıkça ortaya koyduğu bir nokta var: Postmodernizmle (ve
onun ürünü olan postkolonyalizmle) özdeşleştirilen entelektüel yönelimlerin
birçoğu, en azından terimler düzeyinde, yönetim ile çalışma literatüründe
ortaya çıkan yönelimlerle uyum içinde – yerel rasyonaliteler lehine evrensel
rasyonalitenin reddi, araçsal akla karşı kültür vurgusu, çokkültürlülük adına
Avrupamerkezciliğin reddi, erekselliğe karşı olumsallık, kararsızlık ve
istikrarsızlık arayışı, esnekliğin ve işin (dolayısıyla hem yöneticinin hem de
işçinin öznelliğinin) sürekli yeniden icat edilmesinin teşvik edilmesiyle
özlerin ve öznelliklerin reddedilmesi, yönetimin şirket ile işçi arasındaki bir
müzakere olduğunun vurgulanması, ve elbette gerek kurumun gerek öznelliğin
şekillendirilmesinde kültüre atfedilen özerk rol.
Fikirler ve terimler biraraya
geldiğinde, bu değerlendirmelerin tümünün postmodern bir tını kazandığı ortada.
Postmodernizmin ortaya çıkışı ile
örgüt kuramı ve pratiğindeki gelişmeler arasındaki ilişki konusunda Kenneth
Gergen şöyle bir gözlemde bulunuyor: “örgüt kuramının, entelektüel dünyada
yaşanan çeşitli gelişmelerden muaf olduğu söylenemez.
Hatta, örgüt kuramcıları
çevresi, bu meselelerin birçoğuna etkin biçimde, önemli katkılarda
bulunmuşlardır.”
Gergen, “örgüt kuramcıları
çevresi” derken ne kastettiğini açıklamıyor, ama 1980’lerin başına uzanan,
“postmodern doğrultuda ilerleyen” veya “postmodern bir bakış açısı” benimseyen
bazı örgüt kuramı çalışmalarını zikrediyor.
Fakat örgüt çalışmalarında
postmodernizm tüm yönleriyle ortaya çıktığında, bu çalışmalarda kültürel
çalışmalar alanındaki postmodernizmin katkısı açıkça teslim ediliyordu.
Robert Cooper ve Gibson
Burrell’in (sonraları çok atıfta bulunulan) dönüm noktası niteliğindeki
makaleleri 1988 yılında yayınlandığında, “beşeri bilimlerde iki karşıt tavrı
temsil eden ‘modernizm’ ve ‘postmodernizm’ kavramları arasında devam eden
tartışma […] ve bunun örgüt analizleri açısından içerimleri” örgüt
çalışmalarına dahil edildi.
Makalede postmodernizmdeki
temel düşünceler özetleniyor, Deleuze ve Guattari, Derrida, Foucault, Lyotard
vs. gibi düşünürlerin eserlerine gönderme yapılarak Nietzsche’nin bu
fikirlerdeki payı vurgulanıyordu.
Başka yazarlarca daha sonra
yapılan postmodernizm değerlendirmelerinde bu listeye Bahtin ve Baudrillard’ın
yanı sıra Geerz ve Clifford gibi antropologlar da dahil edildi (eserlerinin
çığır açan kuramsal niteliği göz önüne alındığında Fredric Jameson’ın
listelerde bulunmaması ilginçtir).
Cooper ve Burrell, örgüt
kuramındaki mevcut seçenekleri modernist/postmodernist ayrımı üzerinden
sınıflandırdılar:
(1) Göndergeli, eğitici ve insan aklının dışavurumu olduğu
düşünülen bir “denetim” modeli; (2) öz-göndergeli, sürece dayalı (yani, sabit
yeri olmayan) ve otomatik, yani dışsal (insan kaynaklı) denetimden bağımsız
hareket eden bir “özerklik” modeli.
“Denetim”
modeli, özellikle “üst-örgütlenme” yetisine sahip nihai bir rasyonel özne
fikrini paylaşması bakımından modernist dünya görüşüne yakındır.
Buna
mukabil “özerklik” modeli, özellikle her şeyi bilen, rasyonel özneyi
reddetmesiyle postmodernizmin argümanlarına yaklaşır.
Örgüt kuramlarıyla ilgilenen
postmodernistler, Weber’in modernizmin kurumlara bakışını derinden etkilemiş
olan, bürokratik rasyonaliteyle ilgili varsayımlarına karşı çıkarlar.
Onlara göre
postmodernizm, modernist kurum görüşlerinin köklü bir eleştiriye tabi
tutulmasını sağlamaktadır.
Odağa “üretimin örgütlenmesi”
yerine “örgütün üretilmesi”ni alan postmodernizm, örgütün kendisinin, doğal bir
rasyonaliteyi dışavurmak şöyle dursun, isimsiz ve dillendirilmemiş arzuların
–ki buna iktidar arzusu da dahil– yarattığı “öz-göndergeli” bir ürün olduğunu
gözler önüne serer: “örgütlü rasyonalite, kusursuzluk modellerinden ve tam
verimlilik mantığından türemek şöyle dursun, hileler, şiddetli çekişmeler
ve pudenda origo (şaibeli kökenler) üzerine kuruludur.
Örgüt analizlerinin
postmodernizmden çıkaracağı düzeltici ders budur.”
Ayrıca postmodernizm,
rasyonel öznenin veya tek bir evrensel aklın olanağını reddederek rasyonellik
iddialarını boşa çıkarır; bunun yerine, kurumsal kararların altındaki
olumsallığı ve yerel niteliği ifşa eder.
Bu durumda kurum, rasyonelliğin yapısal
bir tecessümünden ziyade, çok sayıda yerel karar ve çatışmadan oluşan bir süreç
olarak görünür.
Kurumdaki, yönetici ve işçi gibi
“işlevsel” kategoriler de, pozitif bir içeriğe göndermede bulunmaktan ziyade,
çözülerek bu süreçlerin birer ürününe dönüşür.
Aynı süreçler, daha üstün bir
rasyonalite gerekçesiyle kurum içi iktidarı meşrulaştıran iddiaların da altını
oyar.
Son olarak, postmodernist bakış
açısında modernist örgüt anlayışı, kendi dışındaki bir gerçekliği temsil
etmektense bir iktidar söylemi olarak görülür; hatta tüm örgütlenme biçimleri,
pozitif birer gerçeklikten ziyade, olsa olsa söylemleri veya “metafor”ları
temsil eder.
Gergen’in ifadeleriyle:örgüt
kuramlarımız, her şeyden önce, birer dil biçimidir.
Mevcut gramer kurallarını temel
alırlar ve dilsel bağlamın içerisinde bulunan isimlerden, fiillerden,
metaforlardan, anlatı örgülerinden vs. oluşan havuzlardan inşa edilirler.
Bütün postmodernist örgüt
kuramcılarının, postmodern bir örgüt anlayışı konusunda aynı görüşe sahip
olduğunu öne sürmüyoruz ama, aşağıdaki ifadeler örgütün bir “metin” olarak
temsil edildiği postmodernist görüşün göstergesi: O halde, birer metin olarak
örgütler, üretimlerine katılanların öznelliğini kısmen kurarlar.
Benzer şekilde, üslupları,
stratejileri ve bağlamlarıyla onları “çağırarak”, belirli bir tarzda katılıma
davet ederek, bu okurların öznelliğini kurmayı amaçlarlar.
Ancak, okurlar herhangi bir metni
okurken başka metinlere, başka kültürel formlara, başka çağrışımlara ve anlam
patlamalarına dair farkındalıklarını da bu işe katar ve metnin içine girer, onu
tüketirken aynı zamanda doğasını değiştirir ve yeniden üretirler.
Différance kavramının gösterdiği gibi, tüketim üretimin ayrılmaz bir parçasıdır;
tamamlayıcılık fikrinin doğruladığı gibi, yazar, okur tarafından merkezden
çıkarılır.
Okurlar ve yazarlar,
yaratıcılar ve tüketiciler, anlamın zuhur ediş sürecine kopmaz biçimde
bağlıdırlar ve bu süreçle kurulurlar.
Kurumlar söz konusu olduğunda
da durum böyledir: İster yönetici, profesyonel, üst veya ast olsunlar, ister
başka bir sınıflandırmaya tabi olsunlar, kurumların mensupları da kendi
bilincinde olmayan bu müzakereye ve kendi kimliklerinin kurumun içerisinde ve
dışında belirişi sürecine derinden bağlıdırlar.
Postmodernizmin pratik için ne
kadar önemli olduğunu vurgulayan Kenneth Gergen (“kuram ile pratik birbirinden
ayrılamaz”), kurumun, hem mensuplarının söylemler-arası faaliyetleri yoluyla,
hem de kurum ile çevresi arasındaki “söylemler-arasılık” yoluyla üretildiğinin
altını bilhassa çizer.
Gergen, temsilin kendisini
“komünal bir yapıntı” olarak tarif eder ve şöyle der: “Ben ilişkilerde kendimi
dil aracılığıyla ifade etmem; ilişkiler benim aracılığımla kendilerini ifade
eder.”
Bu fikri yönetime uyguladığında
şöyle bir sonuca varır Gergen:
Yöneticiler
zaman içinde kendi sözlerine farklı bir açıdan bakabilir, meslektaşları bu
sözleri yeniden yorumlayabilirler.
Rasyonaliteler
hiçbir zaman taşa yazılmaz.
Dahası,
belirli bir söz farklı toplumsal ortamlara yayılarak çoğaldığından, anlamları
da daha ileri değişimden geçebilir.
Kökensel
anlamın kodunu çözme yönündeki her çaba birer kodlamadır.
Ve
bu kodlamalar, dinleyenler tarafından sınırlandırılıncaya kadar açık uçlu,
karar verilemez kalacaklardır.
O
halde, bir yöneticinin sözleri, yazarsız metinler gibidir; kelimeler bir kez
harekete geçti mi, anlamları yöneticinin kontrolünden çıkar.
Artık
topluluğun mülküdürler.
Gergen’in örgüt konusundaki
görüşlerinin altında “iktidara” karşı güvensizlik yatmaktadır, ona göre iktidar
örgütü içerden güç alanlarına bölerek işleyişini sekteye uğratır, dışardan da
örgüt ile çevresi arasına bariyerler dikerek dış gerçeklikleri kavrama ve
onlara etkili cevap verme kabiliyetini zayıflatır.
Gergen’e göre, etkin bir örgüt
dinamiğinin anahtarı Mihail Bahtin’in “farklı-dillilik” [heteroglossia]
kavramıdır:
Bahtin’in
farklı-dillilik kavramını bir boyut olarak yeniden tesis edelim.
Bu
demektir ki, örgütlerin (veya alt birimlerinin), çevrelerindeki kültürlerin
(veya başka örgütsel birimlerin) söylemsel biçimlerini bünyelerine katma
dereceleri bakımından değişiklik gösterdiğini düşünebiliriz.
İktidarın
tesisinin nihayetinde öz-yıkıcı olduğu savından hareket edersek, buradan çıkan
sonuç, kendi içlerinde farklı-dilliliği artırmaya yönelen örgütlerin, bir
noktaya kadar, postmodern toplumda ayakta kalma kabiliyeti en yüksek örgütler
olduğudur.
Yani,
şu hususlar güçlü biçimde vurgulanmalıdır: 1) bir şirket içerisinde örgütsel
gerçeklikleri alt birimler arasında paylaştırmak; 2) örgütsel gerçeklikleri
dışardaki kültüre aktarmak; 3) dışsal gerçekliklerin örgüt hayatına serbestçe
girmesini sağlamak.
Bu
çalışmalardan uzunca alıntılar yapmamın sebebi, postmodern kavramların ve
terimlerin örgüt çalışmalarında nasıl belirdiği konusunda fikir vermek istemem.
Benim görebildiğim kadarıyla bu
çalışmalarda yukarda ele aldığımız yeni yönetim uygulamalarından bahsedilmese
de, bu çalışmaların örgüt sorunlarıyla ilgili postmodernist yaklaşımları,
terimlerdeki farklılığa rağmen, son dönemdeki yönetim çalışmalarındaki temel
temaları hatırlatıyor.
Örgütlerin kendi içindeki
(yöneticiler arasındaki, ve yöneticiler ile işçiler arasındaki) iktidar
ilişkileri söz konusu olduğunda bu durum özellikle geçerli; fakat örgütün dış
dünyayla ilişkisi konusunda da geçerli olduğunu görüyoruz.
Burada bilhassa dikkat çekilmesi
gereken husus, her iki literatürde de biçimsel kuralların ve genel itibariyle
formalitelerin, örgütün etkili biçimde işleyişi önünde engel teşkil ettikleri
gerekçesiyle eleştirilmesi.
Örgüte istikrarlı bir yapı olarak
bakan eski görüşlere karşılık, yeni anlayış, örgütü sürekli bir deney ve
müzakere sürecinin ürünü olarak tarif ediyor.
Fakat şaşırtıcı olan, bu
postmodernist örgüt çalışmalarının daha önceki (“modernist”) örgüt biçimlerine
dair eleştirilerinde gayet açıkken, günümüz örgütlerinin gerçeklikleri hakkında
söyleyecek fazla söz bulamamaları.
Örneğin Gergen; Lash ve
Urry’nin, Piore ve Sabel’in eserlerine atıfta bulunuyor; ama “çağdaş toplumda
yeni ortaya çıkan heterojenliğe, örgütsüzleşmeye ve enformasyon bağımlılığına
dair kuramların hepsi, örgüt kuramı ve uygulamalarındaki postmodern yönelimin
örgütün bekası açısından elzem olduğuna işaret ediyor,” diye gözlemde
bulunmakla yetiniyor, postmodern örgüt kuramları ile postmodernliğin maddi
koşulları arasındaki ilişkiyi irdeleme gereği duymuyor.
Bütün bu metinlerde ilginç olan bir
diğer nokta da, salt örgütlerden değil, açıkça kapitalist örgütlerden
bahsettikleri zaman bile çağdaş kapitalizm hakkında sessiz kalmaları.
Bu sessizliğin neye delalet
olabileceğini anlamanın en iyi yolu, bunları yukarda bahsettiğim, çağdaş
yönetimde kültür ve denetim meseleleriyle birlikte okumak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder