ÜRETİM ÖRGÜTLENMESİNDE POSTMODERNLEŞME - 4
Örgütsel Postmodernizm – ve
Postmodernizm
Eleştirmen Paul Thompson örgüt
çalışmalarında postmodernizmi “ölümcül bir dikkat dağıtma” olarak tanımlıyor.
Postmodernizm, maddi
koşullarından ve küresel kapitalist ekonomi içerisindeki bağlamından
koparıldığı zaman, bir gizemleştirme veya “ölümcül bir dikkat dağıtma” biçimini
alıyor.
Örgüt çalışmalarında postmodernizm
için geçerli olan şey, bir epistemoloji olarak postmodernizmin geneli için de
geçerli olabilir.
Birinin diğerinden türemek
zorunda olmadığı, çünkü postmodernizmin yönetim ile örgüt çalışmalarında
kullanılma biçiminin kültürel çalışmalar alanındaki postmodernizmin (yanlış)
temellükü olabileceği iddia edilebilir.
Yönetim çalışmaları, gerçekten
de, halihazırda ulaşabildikleri her şeyi, devrimci gerilla stratejileri de
dahil, kendi amaçları için temellük etme kabiliyetine sahip olduklarını
kanıtladılar (güçleri de buna dayanıyor belki); ama mesele bu değil.
Postmodernizm, metinlerin
incelenmesini aşıp, toplumun ve politikanın genelini de içine aldığı ölçüde,
böylesi bir temellükü olanaklı kıldı; ve postmodernizmin kendi maddi koşulları
hakkındaki sessizliği, hatta epistemolojisinin bir parçası olarak bu koşullarla
ilgilenmeyi reddetmesi, onu çağdaş durumun gizemleştirilmesinde pay sahibi
haline getirdi.
Postmodernist örgüt
analizlerinin postmodernizmin ne olabileceği hakkında açığa çıkardığı şey, vaktiyle
Georg Lukács’ın Marksizm hakkındaki gözlemini uyarlayacak olursak, şu olabilir:
postmodernizmi anlamanın en iyi yolu, onu modernliğin olumsuzlanması değil
“özeleştirisi” olarak düşünmektir.
Fakat postmodernizm, bu amacı
yerine getirmek için bile, hayatın kapitalizm tarafından yapılandırılması
noktasında modernlikle paylaştığı koşulları kabullenmek zorundadır.
Postmodernizmin dikkatleri daha
önceki toplumsal ve kültürel örgütlenme biçimlerinden uzaklaştırması ille
olumsuz bir şey olmayabilir; Hearn ve Parkin’in belirttiği gibi,
postmodernizmin oluşmasında yeri olan entelektüel ve toplumsal kaygılar, baskı
yapılarının ve genel itibarıyla hayatın yapılandırılmasının karmaşıklığını
ortaya çıkarmada çok önemli rol oynadı.
Başka deyişle, “dikkat dağıtma”
ölümcül olmak zorunda değil, çünkü günümüz yaşamının sorunlarına yeni ve
üretken bir bakışla bakmayı olanaklı kılabilir.
Postmodernizm, kendini maddi
varlık koşullarından kopardığında, baskıları yerelleştirip olumsal haline
getirdiğinde, hayatı koşullandıran iktidar yapılarını arka plana iterek –hatta
tümden inkâr ederek– baskıyı metaforlaştırdığında “ölümcül bir dikkat dağıtma”
haline geliyor.
Toplumsal kaygıları
bakımından postmodernizm toplumsal cinsiyet veya etnisite kaynaklı baskıların
bilince çıkarılmasında büyük rol oynadı, ama bunların sonuçlarını da hesaba
katması gerekiyor: kadınların ve etnik grupların özgürleşmesinin, onları hiç
de olumsal olmayan, bilakis daha geniş iktidar yapılanmalarına tekabül eden
yeni fay hatları boyunca bölmekle son bulabileceğini hesaba katmak zorunda.
Bunu yapmak için, baskıyı ille
eskisi gibi salt sermaye ile emek arasındaki karşıtlığa indirgemek gerekmiyor,
çünkü sınıf meselesi yeni baskı türleri bağlamında ister istemez
sorunsallaştırıldı; ama modernist amaçlarını hâlâ koruyan, sadece bunları yeni
araçlarla gerçekleştirme peşinde olan ekonomi politiğin süregelen yeniden
yapılanmalarına atıfta bulunmak şart.
Böylesi atıfları soyut
epistemolojiler zemininde baştan reddeden bir postmodernizm, kendi maddi
koşullarını inkâr etmeye varır ve eleştiriyi iktidarı meşrulaştırmakla
karıştırır.
Postmodernizmin, farazi
determinizmlere karşı kültürün veya söylemin özerkliğinde ısrar etmesi, yarası
olmadan gocunmaya denk.
En kötü örneklerinde kaba bir
Marksizmle özdeşleştirilen, kültürü maddi koşulların belirlediği fikri,
postmodernizm ortada yokken de nicedir terk edilmişti (hatta bu durum
postmodernizmin önünü açmış da olabilir).
Günümüzde soru, kültür
belirlenmiş mi belirlenmemiş mi, veya söylem göndergeli mi değil mi sorusu
değil.
Bugün mesele, kültürün
iktidarın talepleri doğrultusunda sistemli biçimde tasarlanması –ki bu da zaten
kültürün özerk olduğunu varsayıyor– ve böylece maddi koşullardan bağımsız
olarak manipüle edilebilmesi.
Üstelik böyle bir kültür mühendisliği
sadece tüketim alanında veya başkanların pazarlanmasında değil, bizzat üretimin
ve toplumun örgütlenmesinde de devreye sokuluyor ki bu da herkesin gündelik
geçim ve hayatta kalma koşullarını etkiliyor.
Postmodernistler, bu durumun
eleştirisiyle uğraşmak yerine, maddi koşulların kültürle alakası olmadığında
ısrar ederek bu duruma meşruiyet kazandırıyorlar.
Sorun daha da derine iniyor.
Postmodernizm, başlangıçta onu
şekillendirenlerin niyeti ne olursa olsun, yaygınlık kazandıkça en insaflı
ifadeyle “tuhaf” denebilecek bazı özellikler edindi.
Burada postmodernistlerin,
yukarda değindiğimiz örnekte olduğu gibi, ne zaman yapısal koşulların sözü
edilse Avrupamerkezcilik suçlaması getirme veya “monolojik neo-kolonyal
anlatılar”dan dem vurma eğiliminden bahsediyorum.
Tahakküm ilkelerine dayalı
öznelliklerin eleştirisi olarak işe başlayan postmodernizm artık bir nevi
karikatüre dönüştü: bir yandan günümüzdeki baskıların üzerini örterken, diğer
yandan da baskıdan bahsetmenin ezilenlerin öznelliklerini inkâr etmeye denk
düştüğü gerekçesiyle baskıya yönelik eleştirilere saldıran bir karikatür.
Böyle bir postmodernizmin
“demokratik” öncüllerinin, gündelik hayatı belirlemeye devam eden baskıyı inkâr
ederek son derece anti-demokratik sonuçlara varması manidar.
Bu “pop” postmodernizm,
müzakere ve uzlaşma terimleriyle hayalî bir piyasa diline katkıda bulunarak,
kapitalizm koşulları altında ezelden beri “eşitliksiz mübadele”ye yaslanmış
olan piyasa mübadelelerinin eşit olduğu yanılsamasını yaratıyor.
Siyasi açıdansa, kolektif eylem
imkânını yadsıyan bir özgürlükçülüğe kapı açıyor ki bu imkânın ortadan kalkması
sermayeyi yönetenlerin kendi ağızlarıyla kabul ettikleri bir hedef.
Şayet günümüzde iktidarın
idamesi için “kültür mühendisliği”ne ve gerçeklik ile yanılsamanın karıştırılmasına
her zamankinden fazla ihtiyaç varsa, eleştiriyi de ideoloji eleştirisindeki
kökenlerine taşımak, yani gerçekliğin üzerini örten yanılsamaları kırmak için
geçerli sebeplerimiz olabilir.
Bu aynı zamanda öznelliğin
sadece inkârını değil, yeniden oluşturulmasını da gerektiriyor: eğer
Avrupamerkezci bir hümanizmin bütünlüklü, rasyonel öznesi parçalanacaksa ve
vaktiyle modernliğin inkâr ettiği diğer öznellikler –kadınlar, beyaz olmayanlar
veya Avrupa ile Amerikalı olmayanlar– tanınacaksa, öznellikleri parçalamanın
amacı öznelliği feshetmek değil, zenginleştirmek olmalı.
Bir yandan postmodernliği yaratırken,
bir yandan da kendisine karşı her türlü kayda değer direnişi olanaksız hale
getiren minimal ve ironik benlikler üreten bir kapitalizme direnmek için
gereken araçları ancak bu şekilde zenginleşmiş öznellikler sağlayabilir.
Böyle bir öznelliğin yeniden
oluşturulması, sermayenin tecavüzlerinden muaf olan, veya böyle bir muafiyet
imkânsız olabileceği için, en azından kapitalist modernliğin değişmez hedefi
olan bir toplum mühendisliğinin tüm boyutlarıyla görülebileceği bir “dışarısı”
sunmaya çalışan özerk alanları gerektirir.
Bir “dışarısı” yaratma arayışı
modernizmin de parçasıydı ve eskiden sosyalizm diye bilinirdi, ama sermayenin
kalkınmacılığı karşısında alternatif sunmaktan aciz olduğu, ve kendi sonunu
hazırlamak pahasına onu taklit ettiği görüldü.
Keza, toplum ile kurum
arasındaki engelleri aşındırma yönündeki postmodernist vaat –veya feragat– de
toplumun kurum tarafından yutulması haricinde pek bir şey önermiyor, üstelik bu
sefer gönüllü işbirliğiyle…
Direnişin başlayacağı nokta, toplum
ile kurumsal sermayeyi ayıran sınırı ortadan kaldırmak veya bulanıklaştırmak
değil, net biçimde çizmek; Jeremy Brecher ile Tim Costello’nun dediği gibi,
içinde insanların yaşadığı köyleri de kapsayan küresel köy [global village]
ile, “insansız ilerleme” adına insanların inkârından beslenen küresel talan [global
pillage] arasındaki fark tam da bu sınırda yatıyor olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder