4 Aralık 2022 Pazar

 İNGİLİZ VE AMERİKAN HEGEMONYALARI - 2

 

Gramsci’nin Kuramsal Mirası  ve Neo-Gramsciyen Hegemonya Kuramı

 Hegemonya tartışmalarına kaynaklık eden Antonio Gramsci, kavramı Batı Avrupa’da burjuva egemenliğinin yeniden üretilmesini açıklamaya dönük bir çerçevede ele aldı.

 Bu çerçevede bir yandan Rusya’daki ve Enternasyonal’daki sorunsalına bağlı kalırken diğer yandan Makyavel’den beri siyaset kuramının önemli bir başlığını oluşturan egemenliğin zor ve rızanın gerekli bir bileşimine dayanması gerektiği fikrini eksen alarak, Batı Avrupa’da burjuvazin iktidara gelişinin ve sürdürmesinin yolu olarak gördü: …Toplumsal bir grubun üstünlüğü kendisini iki yolla açığa vurur, ‘tahakküm’ biçiminde (domino) ve ‘düşünsel ve moral önderlik’ (direzione) biçiminde.

 

Toplumsal bir grup karşıt grupları güdümler; onları ‘tasfiye etme’ hatta belki de silah zoruyla kendine ram ettirme eğilimi gösterir; kendi meşrebindeki gruplara ve ittifak içinde olduğu diğer gruplara önderlik eder.

 Toplumsal bir grup, yönetime geçmeden önce ‘önderlik’ icra edebilmelidir ve gerçekte etmelidir de (bu gerçekten de iktidara gelmenin başlıca koşullarından biridir); daha sonrasında iktidarı kullandığında egemen hale gelir, fakat iktidarı sımsıkı elinde tutsa bile bir yandan da önderlik etmeye devam etmelidir.

 Gramsci’ye göre egemenlik yalnızca devletin hukuk, ordu polis vb. zor ve disiplin aygıtı ile sağlanamaz; aynı zamanda yönetilenlerin aktif ve pasif rızasını gerektirir.

 Rıza, bir yandan egemen sınıfın entelektüel ve ahlaki liderliğine diğer yandan yönetilen sınıflara verdiği tavizlere bağlı olarak sağlanır.

 Böylece yönetilen sınıflar egemen sınıfın hegemonyasına tabi hale gelir.

 Onu meşru bir güç olarak kabul eder, onun egemenliğinde kendi çıkarlarını gerçekleştirdiklerini düşünürler.

  Gramsci, sınıf egemenliğinin kurumsal biçimi olan devletin yalnızca iktidarı sürdürecek yönetsel, hukuki, askeri bürokratik örgütlenme biçimleriyle değil aynı zamanda sivil toplumun kilise, okul, sendikaların meslek örgütleri aracılığıyla sağladığı hegemonyaya dayandığını ifade eder.

 Bu örgütler sivil toplumda burjuvazinin egemenlik aracı olan devletin dayanaklarını oluştururlar.

Kapitalizmin ilk olarak ortaya çıktığı Batı Avrupa toplumlarında sivil toplumun gelişme düzeyi burjuva sınıf egemenliğinin hegemonik kapasitesini artırmıştır.

  Bu durum bütün veçheleriyle toplumsal formasyonda burjuvazinin egemenliğini güvence altına almaktadır.

 

Batı Avrupa’da burjuva hegemonyasının inşasında eski rejimlerin burjuva devrimleri yoluyla devrilmesinin önemli bir payı vardır.

Burjuvazi bu devrimlerde alt sınıflara önderlik etmiş, kendi programını genel bir özgürlük ve eşitlik programı olarak kabul ettirmeyi başarmıştır.

Öte yandan Almanya, İtalya gibi ulusal birliğin ve kapitalist dönüşümün kapitalizmin daha ileri bir gelişme aşamasında gündeme geldiği ülkelerde, alt sınıfların siyasal mobilizasyonunun yarattığı endişeler, burjuva egemenliğinin eski rejimin kalıntısı olan sınıflarla ittifakla tepeden reformlar yoluyla gerçekleşmesi seçeneğini gündeme getirmiştir.

 Gramsci’nin “pasif devrim” adını verdiği bu seçenek ile yönetilen sınıfların siyasal katılımdan dışlanarak hegemonyaya eklemlenmeleri sağlanmıştır.

 Gramsci’ye göre burjuva sınıf egemenliği hegemonik olarak örgütlendiğinde, devletin kurumsal organları da yerine getirdikleri işlevlerin hangi toplumsal kesimler tarafından icra edildiğinden bağımsız olarak, egemenliğin yeniden üretilmesini sağlarlar.

 Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişme düzeyiyle bağlantılı olan hegemonya, devlet organlarının görevlerini ifa ederken hangi sınırlar içinde davranacaklarını ve hangi sınırları aşamayacaklarını belirler .

 Gramsci hegemonya analizinde ulusal siyasete odaklanmasına karşın uluslararası ilişkilere de değinmiş, uluslararası ilişkilerin mantıksal olarak tekil ülkelerdeki temel toplumsal ilişkilerin bir türevi olduğunu ve bunları izlediğini savunmuştur.

 Gramsci’ye göre uluslararası ilişkilerdeki mutlak ve göreli güç ilişkileri toplumsal ilişkilerdeki yapısal değişikliklerden kaynaklanır, ancak bu değişiklikler kendini teknik ve askeri değişiklikler biçiminde ortaya koyarlar.

 Gramsci’nin hegemonya analizini uluslararası ilişkilere uygulayan Robert Cox uluslararası düzeyde hegemonyanın ulusal düzeydeki sınıfsal hegemonyanın bir uzantısı olduğunu, ulusal düzeyde hegemonyayı sağlayan değerler ve normların dünya çapında uygulanmasıyla uluslararası hegemonyanın hayata geçirilebileceğini söyler.

 II. Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyası döneminde, hegemonik değer ve normların uluslararası düzeyde hayata geçirilmesini IMF, Dünya Bankası, OECD, ILO vb. uluslarararası kuruluşlar üstlenmiştir.

 Bu kuruluşlar eliyle hegemonik düşüncelerin yayılması Gramsci’nin “pasif devrim” adını verdiği tepeden dönüşüm stratejisinin uluslararası ölçekte uygulanması şeklinde yorumlanabilir.

 Gramsci’nin “pasif devrim” tartışmasıyla bağlantılı olarak ele aldığı bir diğer kavram olan “transformizm” de uluslararası hegemonyanın işleyişini açıklamak üzere kullanılabilir.

  “Transformizm”, hegemonyayı tehdit eden karşı hegemonik güçlerin, egemen elitler eliyle parça parça asimile edilmesi ve tehlikeli düşüncelerin evcilleştirilmesi ve böylece yerleşik sosyal ve politik iktidarı tehdit edebilecek sınıf temelli örgütlü bir muhalefetin doğuşunun engellenmesi anlamına gelir.

  Uluslararası düzeyde “transformizm”, hegemonyaya tabi devletlerdeki (özellikle azgelişmiş ülkelerdeki) karşı hegemonik oluşumların engellenmesi amacıyla uluslararası kuruluşlar ve ABD üniversiteleri aracılığıyla hegemonik iktidara eklemlenecek yerel elitler yaratma biçiminde işler.

 Cox ’a göre, belli bir tarihsel yapı içerisinde hegemonya birbiriyle karşılıklı bağlantılı şu üç etkinlik alanı üzerine inşa edilir;

i)             Belirli toplumsal güçleri doğuran maddi, kurumsal ve söylemsel biçimlerdeki toplumsal ilişkilerin bütünlüğünü kapsayan toplumsal üretim ilişkileri,

 ii)            Tarihsel olarak olumsal devlet-sivil toplum komplekslerini içeren devlet biçimleri ve

 

iii)          Yalnızca istikrar ve çatışma aşamalarını temsil etmekle kalmayan, aynı zamanda alternatif dünya düzeni biçimlerinin nasıl doğacağını da düşünmeyi sağlayan dünya düzenleri.

  Temel kolektif özne olan çatışan toplumsal güçlerin doğuşu bu üç etkinlik alanından birisi olan toplumsal üretim ilişkilerindeki değişikliklerden kaynaklanır.

 Toplumsal güçlerin hareketi, devlet biçimi ve dünya düzeninde birbirini besleyen dönüşümler meydana getirir.

 Sonuçta ortaya çıkan yeni tarihsel yapı hegemonyanın tesis edildiği üç etkinlik alanındaki etkileşimin sonucudur.

 Ancak değişimin öznesi toplumsal güçlerdir.

 Yeni bir tarihsel yapı, bir diğer üç öğenin karşılıklı ilişkiler içinde birleşmesiyle yaratılır;

 i)             Öznelerarası anlamlarıyla ve aynı zamanda dünya düzeninin kolektif imgesi olarak anlaşılan fikirler,

 ii)            Biriktirilmiş kaynaklar anlamında maddi güçler ve

 iii)          Maddi güçle fikirlerin bir karışımı ve belirli bir düzenin istikrarının temel araçları olan kurumlar.

 Cox, yukarıda değinildiği gibi, emperyalizm tartışmalarına eğilirken, klasik emperyalizm kuramlarına mesafeli bir yaklaşım sergiler ve bunun yerine üç farklı emperyalizm evresi saptar.

  Buna göre 19. Yüzyıl başlarından 1870’lere kadar süren dönem İngiliz hegemonyası altında işleyen “liberal emperyalizm” dönemidir.

 Rakip emperyalist güçlerin ortaya çıktığı ve dünyanın paylaşımına yöneldiği 1873-1945 arasındaki dönem ise “yeni emperyalizm” ya da “kolonyal emperyalizm” dönemidir.

 

Bu dönemde İngiliz hegemonyası ABD ve Almanya gibi ülkelerin meydan okumasıyla karşılaşarak önce gerilemeye başlamış, iki savaş arasında ise ortadan kalkmıştır.

1945 sonrası dönem ise ABD’nin liderliğinde işleyen “emperyal güç” dönemidir.

Cox’a göre her bir dönem farklı toplumsal üretim ilişkilerine karşılık gelir.

Değişen toplumsal üretim ilişkilerinin ürettiği toplumsal güçler, dünya düzenini ve devlet biçimini etkileyerek dönüşen ve etkileşen ideoloji-maddi güç ve kurumlar matrisinin yeni bir tarihsel yapı oluşturmasına zemin hazırlarlar.

 Bu çerçeveden hareketle Cox , 19. Yüzyılın İngiliz hegemonyası altında işleyen serbest ticarete dayalı sanayi kapitalizminin yarattığı örgütlü işçi sınıfının mücadelesinin 20. Yüzyılın Keynesyen esaslara dayalı müdahaleci kapitalizmini, buna uygun devlet biçimini (refah devleti) ve yeni bir dünya düzenini (ABD hegemonyası) oluşturduğunu belirtir.

 Neo-Gramsciyen yaklaşıma göre uluslararası ilişkilerde hegemonya bir öncü devletin diğer devletler üzerinde yönetici bir rol oynaması biçimde ortaya çıkar.

 Burada hegemonya, hegemonik gücün oluşturduğu kurumlar ve sahip olduğu maddi kaynaklar tarafından desteklenen ve hegemonik gücün kurucu düşüncelerinin kabul edilmesiyle kendisini ortaya koyan geniş tabanlı bir rıza anlamına gelir .

 Ancak sınıf egemenliğinin gerçekleştiği ulusal devlet düzleminden farklı olarak burada hegemonik projenin muhatapları bağımsız ulusal çıkarlar etrafında örgütlenen tekil ulus devletlerdir.

 Bu nedenle uluslararası ilişkilerde hegemonya ulusal düzeydeki hegemonyadan farklı araçları ve mekanizmaları gerektirir.

 Belli bir devletin hegemonyasını kabul ettirebilmesi tek tek ulusal devletlerin ortak çıkarları doğrultusunda davrandığı ve bu ortak çıkarların taşıyıcı olduğu algısını yarabilmesine bağlıdır.

 Öte yandan belli bir devletin egemenlik alanında milliyetçilik, popülizm vb. yoluyla “ortak çıkarlar” tanımlamak mümkünken uluslararası ilişkilerde böyle bir ortak genel çıkar tarif etmek oldukça zordur.

Üstelik bu başarılsa bile bir devletin diğer devletler karşısında gücünün artması kendi ulusal çıkarlarını diğerlerine dayatma konusunda büyük avantajlar sağlar.

 Bu da diğer güçlü devletlerin olası tepkisine ve hegemonik projeden kopmasına yol açabilir.

 Hegemonya, buna aday olan devletin biricik amacının diğer devletler karşısında daha fazla güç elde etmek olmadığı algısını yarabildiği koşullarda olanaklıdır.

 Hegemonik devlet, dünya çapında egemen sınıfların kendi yurttaşları karşısındaki kolektif güçlerinin artışı ve pekiştirilmesini sağlayacak temel aktör olduğunu güvenle ilan edebilmelidir .

 Gramsci’nin uluslararası ilişkilerde hegemonya tartışmalarına kolayca tercüme edilebilecek şu ifadesinde vurguladığı gibi: Devletin belli bir grubun organı olarak o grubun maksimum ölçüde genişlemesi için elverişli koşulların yaratılmasına yazgılı bir organ olarak görüldüğü doğrudur.

  Fakat o tikel grubun gelişimi ve yayılması evrensel bir yayılmanın bütün ‘ulusal’ güçlerin gelişiminin motor gücü olarak tasavvur edilir ve öyle sunulur.

  Bir başka anlatımla, egemen grup bağımlı grupların genel çıkarlarıyla somut biçimde koordineli olur; devletin yaşamı da (hukuksal düzlemde) temel grubun çıkarları ile bağımlı grubun çıkarları arasındaki istikrarsız dengelerin –bu dengelerde egemen grubun çıkarları hüküm sürer fakat ancak belli bir noktaya kadar, yani dar anlamda ekonomik-korporatif çıkar gözden çıkarılarak- oluşumuna ve bunların aşılmasına değgin bir süreç olarak düşünülür.

 Bu çerçevede aşağıda ele alacağımız gibi II. Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyasının iktisadi veçhesi ABD’nin ulusal çıkarlarını yansıtmasına karşın, oluşturulan uluslararası düzende ABD’nin lider rolünün diğer ülkeler açısından “ortak bir çıkar” olarak tanımlanabilmesi, başka bir ifadeyle “dar ekonomik korporatif çıkar” olarak görülmemesi hegemonik projenin başarısının temel nedenidir.

Öte yandan ABD’nin II. Dünya Savaşını izleyen dönemde komünizm tehdidine karşı “hür dünya”nın liderliğini üstlenmesinde komünizme karşı yürüttüğü ideolojik, kültürel, entelektüel mücadelenin kendi ulusal çıkarlarının ötesinde bir “ortak çıkar” olarak görülmesinin büyük bir rolü vardır.

Neo-Gramsciyen okula göre “ortak çıkar” fikrine dayalı hegemonik düzenin yaratılmasının önsel koşulu toplumsal sınıflar arasındaki geçici ittifakın temelini oluşturacak hegemonik fikirler ya da bir egemen ideoloji etrafında bir “tarihsel blok” inşa edilmesidir.

 Böylece, belli bir toplumsal sınıfın entelektüel ve moral liderliği altında organize edilen başarılı bir blok politik (devlet) ve sivil toplum arasında konjonktürel (kısa dönemli) bağlantıya karşıt olarak organik (uzun dönemli) bir bağlantı kurar.

 Hegemonik bir dünya düzeni, tabi sınıflar tarafından benimsenecek bir egemen ideolojiye eklemlenme üzerine kurulu bir “uluslararası tarihsel blok”un inşa edilmesini gerektirir.

  Bu “uluslararası tarihsel blok”, yalnızca ulusal kapitalist çıkarlar ittifakı değildir.

 Bu blokun başarısı işçi sınıfının bu yeni kurumsal bağlamı ve onunla ilişkili değerleri meşru olarak kabul etmesi için ikna edilmesine ve bu bloğa eklemlenmesine bağlıdır

 Elbette devletler arası sistemde hegemonik devlet olmak egemenliğin zora dayalı yönünü dışlamaz.

Bilakis istikrarlı ve uzun dönemli bir hegemonya uluslararası düzlemde askeri-diplomatik gücün örgütlenmesi ve harekete geçirilmesinde tekelci bir pozisyonu gerektirir.

 

Bu askeri güç, dünya düzeninin istikrarı için her yerde hazır ve nazır olmalıdır.

 Hegemonik bir dünya düzeninde, hegemonik devletin zor aygıtları doğrudan ya da dolaylı olarak, hegemonyayı tehdit eden devletler ve burjuvazinin sivil toplum üzerindeki hegemonyasının zayıf olduğu azgelişmiş ülkelerde düzeni tehdit eden karşı hegemonik oluşumlar karşısında sıkça başvurulan bir araç olarak her zaman gündemdedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...