İNGİLİZ VE AMERİKAN HEGEMONYALARI - 2
Gramsci’nin
Kuramsal Mirası ve Neo-Gramsciyen Hegemonya Kuramı
Hegemonya
tartışmalarına kaynaklık eden Antonio Gramsci, kavramı Batı Avrupa’da burjuva
egemenliğinin yeniden üretilmesini açıklamaya dönük bir çerçevede ele aldı.
Bu
çerçevede bir yandan Rusya’daki ve Enternasyonal’daki sorunsalına bağlı
kalırken diğer yandan Makyavel’den beri siyaset kuramının önemli bir başlığını
oluşturan egemenliğin zor ve rızanın gerekli bir bileşimine dayanması gerektiği
fikrini eksen alarak, Batı Avrupa’da burjuvazin iktidara gelişinin ve
sürdürmesinin yolu olarak gördü: …Toplumsal bir grubun üstünlüğü kendisini iki
yolla açığa vurur, ‘tahakküm’ biçiminde (domino) ve ‘düşünsel ve moral
önderlik’ (direzione) biçiminde.
Toplumsal
bir grup karşıt grupları güdümler; onları ‘tasfiye etme’ hatta belki de silah
zoruyla kendine ram ettirme eğilimi gösterir; kendi meşrebindeki gruplara ve
ittifak içinde olduğu diğer gruplara önderlik eder.
Toplumsal
bir grup, yönetime geçmeden önce ‘önderlik’ icra edebilmelidir ve gerçekte
etmelidir de (bu gerçekten de iktidara gelmenin başlıca koşullarından biridir);
daha sonrasında iktidarı kullandığında egemen hale gelir, fakat iktidarı
sımsıkı elinde tutsa bile bir yandan da önderlik etmeye devam etmelidir.
Gramsci’ye
göre egemenlik yalnızca devletin hukuk, ordu polis vb. zor ve disiplin aygıtı
ile sağlanamaz; aynı zamanda yönetilenlerin aktif ve pasif rızasını gerektirir.
Rıza,
bir yandan egemen sınıfın entelektüel ve ahlaki liderliğine diğer yandan
yönetilen sınıflara verdiği tavizlere bağlı olarak sağlanır.
Böylece
yönetilen sınıflar egemen sınıfın hegemonyasına tabi hale gelir.
Onu
meşru bir güç olarak kabul eder, onun egemenliğinde kendi çıkarlarını
gerçekleştirdiklerini düşünürler.
Gramsci,
sınıf egemenliğinin kurumsal biçimi olan devletin yalnızca iktidarı sürdürecek
yönetsel, hukuki, askeri bürokratik örgütlenme biçimleriyle değil aynı zamanda
sivil toplumun kilise, okul, sendikaların meslek örgütleri aracılığıyla
sağladığı hegemonyaya dayandığını ifade eder.
Bu
örgütler sivil toplumda burjuvazinin egemenlik aracı olan devletin
dayanaklarını oluştururlar.
Kapitalizmin
ilk olarak ortaya çıktığı Batı Avrupa toplumlarında sivil toplumun gelişme
düzeyi burjuva sınıf egemenliğinin hegemonik kapasitesini artırmıştır.
Bu
durum bütün veçheleriyle toplumsal formasyonda burjuvazinin egemenliğini
güvence altına almaktadır.
Batı
Avrupa’da burjuva hegemonyasının inşasında eski rejimlerin burjuva devrimleri
yoluyla devrilmesinin önemli bir payı vardır.
Burjuvazi
bu devrimlerde alt sınıflara önderlik etmiş, kendi programını genel bir
özgürlük ve eşitlik programı olarak kabul ettirmeyi başarmıştır.
Öte
yandan Almanya, İtalya gibi ulusal birliğin ve kapitalist dönüşümün
kapitalizmin daha ileri bir gelişme aşamasında gündeme geldiği ülkelerde, alt
sınıfların siyasal mobilizasyonunun yarattığı endişeler, burjuva egemenliğinin
eski rejimin kalıntısı olan sınıflarla ittifakla tepeden reformlar yoluyla
gerçekleşmesi seçeneğini gündeme getirmiştir.
Gramsci’nin
“pasif devrim” adını verdiği bu seçenek ile yönetilen sınıfların siyasal
katılımdan dışlanarak hegemonyaya eklemlenmeleri sağlanmıştır.
Gramsci’ye
göre burjuva sınıf egemenliği hegemonik olarak örgütlendiğinde, devletin
kurumsal organları da yerine getirdikleri işlevlerin hangi toplumsal kesimler
tarafından icra edildiğinden bağımsız olarak, egemenliğin yeniden üretilmesini
sağlarlar.
Kapitalist
üretim ilişkilerinin gelişme düzeyiyle bağlantılı olan hegemonya, devlet
organlarının görevlerini ifa ederken hangi sınırlar içinde davranacaklarını ve
hangi sınırları aşamayacaklarını belirler .
Gramsci
hegemonya analizinde ulusal siyasete odaklanmasına karşın uluslararası
ilişkilere de değinmiş, uluslararası ilişkilerin mantıksal olarak tekil
ülkelerdeki temel toplumsal ilişkilerin bir türevi olduğunu ve bunları
izlediğini savunmuştur.
Gramsci’ye
göre uluslararası ilişkilerdeki mutlak ve göreli güç ilişkileri toplumsal
ilişkilerdeki yapısal değişikliklerden kaynaklanır, ancak bu değişiklikler
kendini teknik ve askeri değişiklikler biçiminde ortaya koyarlar.
Gramsci’nin
hegemonya analizini uluslararası ilişkilere uygulayan Robert Cox uluslararası
düzeyde hegemonyanın ulusal düzeydeki sınıfsal hegemonyanın bir uzantısı
olduğunu, ulusal düzeyde hegemonyayı sağlayan değerler ve normların dünya
çapında uygulanmasıyla uluslararası hegemonyanın hayata geçirilebileceğini söyler.
II.
Dünya Savaşı sonrası ABD hegemonyası döneminde, hegemonik değer ve normların
uluslararası düzeyde hayata geçirilmesini IMF, Dünya Bankası, OECD, ILO vb.
uluslarararası kuruluşlar üstlenmiştir.
Bu
kuruluşlar eliyle hegemonik düşüncelerin yayılması Gramsci’nin “pasif devrim”
adını verdiği tepeden dönüşüm stratejisinin uluslararası ölçekte uygulanması
şeklinde yorumlanabilir.
Gramsci’nin
“pasif devrim” tartışmasıyla bağlantılı olarak ele aldığı bir diğer kavram olan
“transformizm” de uluslararası hegemonyanın işleyişini açıklamak üzere
kullanılabilir.
“Transformizm”,
hegemonyayı tehdit eden karşı hegemonik güçlerin, egemen elitler eliyle parça
parça asimile edilmesi ve tehlikeli düşüncelerin evcilleştirilmesi ve böylece
yerleşik sosyal ve politik iktidarı tehdit edebilecek sınıf temelli örgütlü bir
muhalefetin doğuşunun engellenmesi anlamına gelir.
Uluslararası
düzeyde “transformizm”, hegemonyaya tabi devletlerdeki (özellikle azgelişmiş
ülkelerdeki) karşı hegemonik oluşumların engellenmesi amacıyla uluslararası
kuruluşlar ve ABD üniversiteleri aracılığıyla hegemonik iktidara eklemlenecek
yerel elitler yaratma biçiminde işler.
Cox
’a göre, belli bir tarihsel yapı içerisinde hegemonya birbiriyle karşılıklı
bağlantılı şu üç etkinlik alanı üzerine inşa edilir;
i) Belirli
toplumsal güçleri doğuran maddi, kurumsal ve söylemsel biçimlerdeki toplumsal
ilişkilerin bütünlüğünü kapsayan toplumsal üretim ilişkileri,
ii) Tarihsel
olarak olumsal devlet-sivil toplum komplekslerini içeren devlet
biçimleri ve
iii) Yalnızca
istikrar ve çatışma aşamalarını temsil etmekle kalmayan, aynı zamanda
alternatif dünya düzeni biçimlerinin nasıl doğacağını da düşünmeyi
sağlayan dünya düzenleri.
Temel kolektif özne olan
çatışan toplumsal güçlerin doğuşu bu üç etkinlik alanından
birisi olan toplumsal üretim ilişkilerindeki değişikliklerden
kaynaklanır.
Toplumsal güçlerin hareketi, devlet biçimi ve
dünya düzeninde birbirini besleyen dönüşümler meydana getirir.
Sonuçta ortaya çıkan yeni tarihsel yapı
hegemonyanın tesis edildiği üç etkinlik alanındaki etkileşimin sonucudur.
Ancak
değişimin öznesi toplumsal güçlerdir.
Yeni
bir tarihsel yapı, bir diğer üç öğenin karşılıklı ilişkiler içinde
birleşmesiyle yaratılır;
i) Öznelerarası
anlamlarıyla ve aynı zamanda dünya düzeninin kolektif imgesi olarak
anlaşılan fikirler,
ii) Biriktirilmiş
kaynaklar anlamında maddi güçler ve
iii) Maddi
güçle fikirlerin bir karışımı ve belirli bir düzenin istikrarının temel
araçları olan kurumlar.
Cox, yukarıda değinildiği gibi,
emperyalizm tartışmalarına eğilirken, klasik emperyalizm kuramlarına mesafeli
bir yaklaşım sergiler ve bunun yerine üç farklı emperyalizm evresi saptar.
Buna
göre 19. Yüzyıl başlarından 1870’lere kadar süren dönem İngiliz hegemonyası
altında işleyen “liberal emperyalizm” dönemidir.
Rakip
emperyalist güçlerin ortaya çıktığı ve dünyanın paylaşımına yöneldiği 1873-1945
arasındaki dönem ise “yeni emperyalizm” ya da “kolonyal emperyalizm” dönemidir.
Bu
dönemde İngiliz hegemonyası ABD ve Almanya gibi ülkelerin meydan okumasıyla
karşılaşarak önce gerilemeye başlamış, iki savaş arasında ise ortadan
kalkmıştır.
1945
sonrası dönem ise ABD’nin liderliğinde işleyen “emperyal güç” dönemidir.
Cox’a
göre her bir dönem farklı toplumsal üretim ilişkilerine karşılık gelir.
Değişen
toplumsal üretim ilişkilerinin ürettiği toplumsal güçler, dünya düzenini ve
devlet biçimini etkileyerek dönüşen ve etkileşen ideoloji-maddi güç ve kurumlar
matrisinin yeni bir tarihsel yapı oluşturmasına zemin hazırlarlar.
Bu
çerçeveden hareketle Cox , 19. Yüzyılın İngiliz hegemonyası altında işleyen
serbest ticarete dayalı sanayi kapitalizminin yarattığı örgütlü işçi sınıfının
mücadelesinin 20. Yüzyılın Keynesyen esaslara dayalı müdahaleci kapitalizmini,
buna uygun devlet biçimini (refah devleti) ve yeni bir dünya düzenini (ABD
hegemonyası) oluşturduğunu belirtir.
Neo-Gramsciyen
yaklaşıma göre uluslararası ilişkilerde hegemonya bir öncü devletin diğer
devletler üzerinde yönetici bir rol oynaması biçimde ortaya çıkar.
Burada
hegemonya, hegemonik gücün oluşturduğu kurumlar ve sahip olduğu maddi kaynaklar
tarafından desteklenen ve hegemonik gücün kurucu düşüncelerinin kabul
edilmesiyle kendisini ortaya koyan geniş tabanlı bir rıza anlamına gelir .
Ancak
sınıf egemenliğinin gerçekleştiği ulusal devlet düzleminden farklı olarak
burada hegemonik projenin muhatapları bağımsız ulusal çıkarlar etrafında
örgütlenen tekil ulus devletlerdir.
Bu
nedenle uluslararası ilişkilerde hegemonya ulusal düzeydeki hegemonyadan farklı
araçları ve mekanizmaları gerektirir.
Belli
bir devletin hegemonyasını kabul ettirebilmesi tek tek ulusal devletlerin ortak
çıkarları doğrultusunda davrandığı ve bu ortak çıkarların taşıyıcı olduğu
algısını yarabilmesine bağlıdır.
Öte
yandan belli bir devletin egemenlik alanında milliyetçilik, popülizm vb.
yoluyla “ortak çıkarlar” tanımlamak mümkünken uluslararası ilişkilerde böyle
bir ortak genel çıkar tarif etmek oldukça zordur.
Üstelik
bu başarılsa bile bir devletin diğer devletler karşısında gücünün artması kendi
ulusal çıkarlarını diğerlerine dayatma konusunda büyük avantajlar sağlar.
Bu
da diğer güçlü devletlerin olası tepkisine ve hegemonik projeden kopmasına yol
açabilir.
Hegemonya,
buna aday olan devletin biricik amacının diğer devletler karşısında daha fazla
güç elde etmek olmadığı algısını yarabildiği koşullarda olanaklıdır.
Hegemonik
devlet, dünya çapında egemen sınıfların kendi yurttaşları karşısındaki kolektif
güçlerinin artışı ve pekiştirilmesini sağlayacak temel aktör olduğunu güvenle
ilan edebilmelidir .
Gramsci’nin
uluslararası ilişkilerde hegemonya tartışmalarına kolayca tercüme edilebilecek
şu ifadesinde vurguladığı gibi: Devletin belli bir grubun organı olarak o
grubun maksimum ölçüde genişlemesi için elverişli koşulların yaratılmasına
yazgılı bir organ olarak görüldüğü doğrudur.
Fakat
o tikel grubun gelişimi ve yayılması evrensel bir yayılmanın bütün ‘ulusal’
güçlerin gelişiminin motor gücü olarak tasavvur edilir ve öyle sunulur.
Bir
başka anlatımla, egemen grup bağımlı grupların genel çıkarlarıyla somut biçimde
koordineli olur; devletin yaşamı da (hukuksal düzlemde) temel grubun çıkarları
ile bağımlı grubun çıkarları arasındaki istikrarsız dengelerin –bu dengelerde
egemen grubun çıkarları hüküm sürer fakat ancak belli bir noktaya kadar, yani
dar anlamda ekonomik-korporatif çıkar gözden çıkarılarak- oluşumuna ve bunların
aşılmasına değgin bir süreç olarak düşünülür.
Bu
çerçevede aşağıda ele alacağımız gibi II. Dünya Savaşı sonrası ABD
hegemonyasının iktisadi veçhesi ABD’nin ulusal çıkarlarını yansıtmasına karşın,
oluşturulan uluslararası düzende ABD’nin lider rolünün diğer ülkeler açısından
“ortak bir çıkar” olarak tanımlanabilmesi, başka bir ifadeyle “dar ekonomik
korporatif çıkar” olarak görülmemesi hegemonik projenin başarısının temel
nedenidir.
Öte
yandan ABD’nin II. Dünya Savaşını izleyen dönemde komünizm tehdidine karşı “hür
dünya”nın liderliğini üstlenmesinde komünizme karşı yürüttüğü ideolojik,
kültürel, entelektüel mücadelenin kendi ulusal çıkarlarının ötesinde bir “ortak
çıkar” olarak görülmesinin büyük bir rolü vardır.
Neo-Gramsciyen
okula göre “ortak çıkar” fikrine dayalı hegemonik düzenin yaratılmasının önsel
koşulu toplumsal sınıflar arasındaki geçici ittifakın temelini oluşturacak
hegemonik fikirler ya da bir egemen ideoloji etrafında bir “tarihsel blok” inşa
edilmesidir.
Böylece,
belli bir toplumsal sınıfın entelektüel ve moral liderliği altında organize
edilen başarılı bir blok politik (devlet) ve sivil toplum arasında konjonktürel
(kısa dönemli) bağlantıya karşıt olarak organik (uzun dönemli) bir bağlantı
kurar.
Hegemonik
bir dünya düzeni, tabi sınıflar tarafından benimsenecek bir egemen ideolojiye
eklemlenme üzerine kurulu bir “uluslararası tarihsel blok”un inşa edilmesini
gerektirir.
Bu
“uluslararası tarihsel blok”, yalnızca ulusal kapitalist çıkarlar ittifakı
değildir.
Bu
blokun başarısı işçi sınıfının bu yeni kurumsal bağlamı ve onunla ilişkili
değerleri meşru olarak kabul etmesi için ikna edilmesine ve bu bloğa
eklemlenmesine bağlıdır
Elbette
devletler arası sistemde hegemonik devlet olmak egemenliğin zora dayalı yönünü
dışlamaz.
Bilakis
istikrarlı ve uzun dönemli bir hegemonya uluslararası düzlemde
askeri-diplomatik gücün örgütlenmesi ve harekete geçirilmesinde tekelci bir
pozisyonu gerektirir.
Bu
askeri güç, dünya düzeninin istikrarı için her yerde hazır ve nazır olmalıdır.
Hegemonik
bir dünya düzeninde, hegemonik devletin zor aygıtları doğrudan ya da dolaylı
olarak, hegemonyayı tehdit eden devletler ve burjuvazinin sivil toplum
üzerindeki hegemonyasının zayıf olduğu azgelişmiş ülkelerde düzeni tehdit eden
karşı hegemonik oluşumlar karşısında sıkça başvurulan bir araç olarak her zaman
gündemdedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder