SOKAĞI BÜYÜLEMEK - 6
İktisat
İktisadın
modern zamanlardaki konumu verili değildir.
Çünkü
yalnızca toplumsal gerçeklik düzeyinde değil, bilimsel bir uğraş olarak da
iktisadın başka alanların etkisinden kurtulması olgusuna yabancı değiliz.
“İktisat çok önceden değerden bağımsız
rasyonalite, mantıkçı pozitivizm ve formalist matematik tarafından istila
edilmişti, şimdi devir değişmiş ve iktisat diğer alanları istila etme
pozisyonuna gelmiştir”.
Bu
durum, postmodern duruma geçişte sekülarizme halel gelmediğini, hatta bir
noktaya kadar modernleşmenin sonuna ilişkin söylencelerin teorik tartışma
düzeyinde kaldığını, sokağın bekçileri aracılığıyla ideolojik arka planın
sürdürüldüğünü gösteriyor.
“Batılılaşma olarak modernleşmenin sonu,
gerçekte, modernleşme projesinin sonunu değil, değişimini ve/veya daralmasını
ifade ediyor.
Esnek modernleşme veya neo-modernleşme
diyebileceğimiz bu yeni modernleşme anlayışı da eskisi kadar ideolojik…
yerelliklere, farklı kültürlere izin vermesine rağmen, esnek modernleşme
anlayışının da evrensel kabul ettiği değerler var: piyasa rasyonalitesi ve
şekli demokrasi” .
Dolayısıyla
cari iktisat, felsefi zemin olarak rasyonaliteye dayanmaktadır.
İktisat
politikalarının siyasal süreçlerle ilişkili olarak ortaya konması ve hukuk
aracılığıyla bağlayıcılığının sağlanması ise egemen koordinat düzleminin
rasyonel kurgusunda bir sorun olmadığı izlenimi uyandırmakta, öte yandan tüm
yurttaşları kuşatmaktadır.
“Weber kapitalizmi biçimsel olarak akılcı
sistemlerden biri olarak gördü ve kapitalizmin maddi, kafes benzeri karakterine
olağanüstü net bir tanım sundu: bugün kapitalizm, bireyin içine doğduğu ve
kendini bireye en azından bir birey olarak, yaşaması gereken değiştirilmez bir
düzen şeklinde sunan uçsuz bucaksız bir kozmostur”.
Bu
kozmosta, bireysel alanda meydana gelen krizlerin etkisiyle modern birey,
sezgisel olarak bir bekçinin nefesini ensesinde hissetmesine rağmen, durum
sezginin ve hislerin ötesine geçememektedir.
Çünkü
profesyoneller, modern bireye maddi başarısızlıkların nedenini kendisinde
aramasını telkin edecek araçlar açısından oldukça zengin bir repertuar
oluşturmuş durumdadır.
Popüler
kültür aracılığıyla yaygınlaştırılan kişisel gelişim, başarı öyküleri gibi
temaları içeren basılı ve görsel araçlar büyük ölçüde buraya yaslanmaktadır.
Somutlaştırmak
üzere iktisat ile ilişkili gözüken, ancak üç düzlemce de taranan bir örnek
olarak tüketici kavramının gelişim seyrini kısaca takip etmek, sürece ilişkin
ipuçları sağlayabilir.
19.
yy sonlarında sömürgecilik yerini emperyalizme bırakırken tüketici kavramı
ortaya çıktı.
Sömürgeci faaliyetlerin zayıflaması 1. Dünya
Savaşı sonrasında bu yolla açık ham madde kaynağı ve pazar konumundaki
ülkelerin bu niteliğini kaybetmesiyle sonuçlandı.
Pazar
ihtiyacı ve 1929 ekonomik kriziyle tüketici kavramının anlamını restore etmek
zorunlu hale geldi ve pratikte reklamcılığa eklemlenmiş bir tüketim ideolojisi
şekillenmeye başladı.
Bu
kavramla birlikte tüketim kültürü kavramı da sosyal bilimler literatürüne girdi
ve nihayet Soğuk Savaş’ın başlarında tesadüfî olmayan bir şekilde ABD başkanı
Kennedy tarafından “tüketici hakkı” kavramı kullanıldı.
Bir
araştırmaya göre, 1970’de tüketici kavramı çeşitli uluslararası
düzenlemelere girdi, 1972’de Paris Avrupa Topluluğu görüşmelerinde tüketici
hakları gündeme getirildi ve 1975’de tüketici hakları beyannamesi niteliğinde
bir metin ortaya çıktı.
Fark
edileceği gibi ‘tüketici’ kavramsallaştırması üç alanla da irtibatlı olarak
ortaya çıkan ve gündelik hayatta iktisat aracılığıyla rol alan, bireyin ve
toplumun ontolojik konumlanışını yeniden düzenleyen ve kendisiyle kurulan her
temasta yeni değerler aktaran ideolojik bir arka plana sahiptir.
Kültür
endüstrisi kavramı etrafında oluşan literatür, bireyin taktik uygulamalarla
iktisadın çizdiği eksenden kaçamayacağını göstermeye yeter.
Stra-taktik
ise tüketicinin haklarını koruma altına alacak veya bu konuda yasal
düzenlemeler yapacak uygulamaları anlatır -ki bu uygulama, en temelde tüketici
tanımının içselleştirildiğini gösterir ya da bununla sonuçlanır.
Sokağın
Büyücüsü: İslamcılık
Sokağı
büyülemek gibi bir ödev, seküler paradigmanın dışında kalan yönelimlerin
sorumluluk alanına girmektedir.
Liberalizm,
sosyalizm veya başka bir seküler ideoloji açısından gündelik hayatın
dönüştürülmesi, onun seküler temellerinin altüst edilmesi gibi bir amaçtan çok
uzaktır.
Fakat
sekülarizmin küresel çapta egemenliğini tesis ettiği süreç boyunca, farklı
coğrafyalarda karşılaştığı ‘büyüsel’ direnç noktalarını (varsa) tespit etmek ve
tartışma konusu yapmak da geniş bir külliyatı gerektirir.
Şimdilik olası tek fail, İslamcılık gibi
gözüküyor.
Bu nedenle sekülarizmin, bu coğrafyada
karşılaştığı varsayılan en temel direnç noktası olan İslamcılığı,
stra-taktik bağlamında sokağı büyüleme ödevi açısından tartışmanın
gerekliliğini vurgulamak durumundayız.
Böylece İslamcılığın tarihi boyunca sürdürdüğü
taleplerin ve gösterdiği eylemliliğin gerçekte paradigmal bir dönüşüme işaret
edip etmediği; ikinci olarak gündelik hayatı kesintiye uğratacak bir niteliğe
sahip olup olmadığı soruları cevaplanabilir.
İslamcılık
ve Sekülarizm
Tanımlarının
çokluğu ve belirsizlikleri arasında vurgu yapılan temel bir noktaya referansla
“dindarlık, bireyin dinsel yapıyla kurduğu bağlılık düzeyinin subjektif bir
ifadesi” olarak ifade edilebilir.
Seküler
din algısının ürünü olarak dindarlık, şeklî ve kurumsal unsurların alabildiğine
görünürlük kazandığı fakat kurucu ilkelerin sekülarizme eklemlendiği bireysel
bir tecrübedir.
Bu
tecrübenin bireyi aşarak siyasal bir nitelik edindiği, söz konusu şekil ve
kurumsallığın farklı biçimlerde kamusal alana taşınmasını anlatan kolektif
boyutu ise İslamcılıktır.
Özellikle de postmodern durumda dindarlığın ve
İslamcılığın bu nitelikleri, ‘zarfın mazrufu aştığı’, bilgi, eylem ve duyarlılıklar
düzeyinde bütünselliğin yerini amaçsızlığın ve anlamsızlığın -tam anlamıyla kaosun-
aldığı yeni biçimler almıştır.
İslamcılık eleştirisi, siyasi bir proje olarak
İslamcılığın kaybettiğini dillendiren oryantalist veya ona paralel yerli
entelektüellerin eleştirilerinden farklı bir zeminde yürütülmediği takdirde,
-eleştirilerin doğruluğundan bağımsız olarak- malumu ilamdan öteye gitmez.
Makalede, İslamcılığın doğrudan kökenleri,
fikri altyapısı ve uygulamalarının tarzına yönelik kısa bir soruşturma yapma
niyetindeyiz, bu nedenle reel politik duruma atıfta bulunduğumuzda bile
dikkatlerin uygulamanın tarzına ve referans sistemine yoğunlaşmasını
bekliyoruz.
“Türk muhafazakarlarının, İslamcılığı terk
ettikleri nokta ‘metne dönüş iddiası’dır.
Muhafazakarlık hayatı önceleyerek İslamcıların
asla ulaşamadığı toplumsal kesimlerde destek bulmuştur.
Bu anlamda gerçekten de İslamcılar,
iktidara geldikten sonra İslamcılıktan vazgeçmiş değil, İslamcılığın siyasal
iddialarından vazgeçerek iktidar sahibi olmuşlardır”.
Mevcut
literatür, eleştirilerini büyük ölçüde İslamcılara yöneltmektedir.
Ancak
İslamcılık tartışmasında, sekülarizm açısından faillik ve niyet, failini çoktan
aşmış öncelikli bir konudur.
Faile
yapılan vurgu, ancak değerlerle ilgili analizlerde araçsal olarak kullanıldığında
anlamlı olabilir.
Tam
da bu nedenlerle bizim burada yapmak istediğimiz tartışmanın, siyasal arenadaki
kapışmalar açısından başarı veya başarısızlık şeklindeki değerlendirmelerden
uzak, öze ilişkin bir tartışma olduğunu tekrarlamak gerekmektedir.
İslamcılıkla
ilgili tanımların muğlâk olduğu ve tartışmaların polemik şeklinde cereyan
ettiği metinlerin, henüz dört başı mamur bir İslamcılık analizi yaptığını söylemek
güç görünüyor.
Bezci
ve Miş’in, kategorize ettikleri dört tip İslamcılık
Din bir kere seküler bir çerçevede kurgulandıktan
sonra zamansallığa bağımlı olarak sayısız din algısı, dini kategorisi, dinsel
tanımlaması ve Subaşı’nın saydığı ve sayısı arttırılabilecek olan dindarlık
tipolojisi tespit edilebilir.
Bezci’nin mevcut iktidar durumuna ilişkin analizlerini
paylaşmak durumunda oluşacak düğümün çözüleceği nokta, iktidar ve egemenlik
kavramsallaştırmalarının birbirinden ayrıştırılmasına dayanır.
Egemenliğin aksine parlamenter sistem açısından
iktidarda olmanın seküler değerlerle açık bir uzlaşı anlamına gelen
uygulamalar üretmesini, seküler değerlerin sınıf tarafından benimsenmesi takip
edecektir.
İslamcılığın, 1980 sonrasında küresel tırmanışa geçen
liberalizm-muhafazakârlık eklemlenmesinin bir uzantısı olarak bugün gelmiş
bulunduğu konum, Luther’in reform sürecinde yaşadığı ve Frankl’ın enfes bir
yorumunu sunduğu gerilimi hatırlatmaktadır.
İslamcılığın (i) toplumsal algılanışı, genel olarak
toplumun özel olarak Müslümanların mağduriyet koşullarının iyileştirilmesi,
(ii) siyasal algılanışı, Türkiye tecrübesi özelinde düşünüldüğünde CHP ve
Kemalizm antipatisi üzerinden şekillenen takıntı düzeyindeki iktidar
yönelimiyle Müslümanların durumunun iyileştirilmesi, (iii) düşünsel algılanışı,
Batı uygarlığıyla düşünsel olarak hesaplaşarak İslam medeniyetinin temel
dinamiklerini ihya veya inşa etme çabası, (iv) bireysel algılanışı ise seküler din
algısının doğal sonucu olarak bireyin dini olanı öznel bir hadiseye
indirgemesinden farklı olarak bireyin Müslüman kimliği ve beraberindeki
pratikleriyle kamusal alana renk verecek bir aktör olması anlamına gelmektedir.
Bu kategorileştirmenin görece kapsayıcı bir nitelikte
olmasının yanı sıra, aralarındaki vasatın siyasal bağlam olduğunu ve aslında
İslamcılık serüveninin çoğu zaman siyasal algılanışına şahit olduğumuzu
söylemek mümkündür.
Diğer taraftan
söz konusu siyasal kavramı; iktidar odaklılık, şiddet tekeli, dinî olanın
araçsal kullanımı ve dost ve düşman gibi siyasal kategorileri ulus
düşüncesi temelinde inşa etme konularında açığa çıkan, sekülarizme özel bir
anlam içerir.
“Siyasallığın, iktidarı ele geçirerek iddialarını
toplumun tümüne dayatma olarak algılandığı bir toplumda özelde İslam’ın,
genelde herhangi bir inanç veya düşünce biçiminin siyasallaşmasından korkmak ve
bunu tehlikeli bulmak anlaşılabilir gözükebilir”.
Ulus
devlet içinde, Batıcı-laik kesimlerle genlerine işleyen ‘aldım verdim, ben seni
yendim’ oyununda sınır tanımayan İslamcılık, ulus aşırı krizler söz konusu
olduğunda sınırdaki tellere takılıverir.
Bunu
net olarak görebileceğimiz iki örnek sayılabilir, ilki İslamcılığa özgü iken
ikincisi dindarlığın Batılı tipolojileri için de geçerlidir.
Birincisi,
yekpare veya yegâne bir İslamcılık yoktur ve her bunlardan her biri İslam
coğrafyası söz konusu olduğunda en az bir gösterge üzerinden kendi hâmiliğini
vurgular.
Bunun
en tipik örneğini, milliyetçilik üzerinden anakronik bir şekilde yapılan
Osmanlı tarihi okumalarında görmekteyiz.
İkincisi, bağımsızlık mücadeleleridir –ki
zaten İslamcılık da böyle bir sürecin eşiğinde ortaya çıkmıştır.
“Halklar bağımsızlıklarını kazanma veya
koruma mücadelesi verirlerken, Tanrıya karşı bir tür sadakat, bir dini aidiyet
siyasi kimliklerinin kurucu bileşenlerinden biri olmuştur.
Sonrasında bunun nasıl yozlaşabildiğini de
gördük: Kuzey İrlanda ve eski Yugoslavya’da olduğu gibi dindarlık geçip gider
ve geriye sadece şovenizm kalır, fakat bu kimliğin varlığı yaşayan bir inancı
da besleyebilir.
Seküler dünyada Tanrı’nın yeni mekânı
burasıdır”
“Batılı muhafazakarlar, postmodernizmin yarattığı
sorunlardan sonra topluma çeki düzen vermek ihtiyacıyla ‘Tanrı öldüyse de
canlandırılıp’ siyaset kuramının din ve inanç ile birlikte toplumsal hayatın
düzeninde rol oynaması gereği üzerine kafa yoruyorlar.
Dikkat edilirse bu noktada önemli olan toplumsal
düzendir, Tanrı’nın olup olmadığı sorusu bile bu koşullar altında hükümsüzdür;
var veya yok, toplumsal nizam için ve bu açıdan var sayılacaktır.
Bu Müslümanların dikkat etmesi gereken bir husustur;
önemsedikleri dinleri mi, mevcut toplumsal düzenin aynen devamı veya o düzende
yer (söz değil) sahibi olmak mı?
İkinci kaygı ön
plana çıktıkça toplumumuzda sekülerleşme bu sefer İslam adına ve İslamcılar
eliyle devam edecektir”.
Sekülarizmin egemenliğinden önce savaşı kazanan
tarafın iktisat, siyaset ve hukuk üretme biçimini kendi referans sistemine
dayandırmaması –günümüz tabiriyle masada kaybetmesi- istisnai bir durumken,
sekülarizmin egemenliğinde bu durum, kurumsallaşmış, istisnası bulunmayan,
devrimlere bile pabuç bırakmayan bir nitelik kazanmıştır.
İslamcılığın siyasal bir ideoloji olarak sivrilmesini
seküler bir gösterge olarak almayı bir kenara bıraksak bile, siyasal alana
tekabül eden ilke, söylem ve uygulamaların seküler bir anlam şemasını a priori
kabul ettiğini görmezden gelemeyiz.
Ayırt edilmesi gereken şey, siyasallığın, zaten
İslam’da var olan siyasallığın bir adım öne çıkarılması olmadığı, seküler
siyasetin bir sonucu olduğudur.
Modern sekülerliğin aksine postmodern durumda kültürel
görecelilik ve herhangi bir düşünce sisteminin kendi coğrafyasında anlamlı
olabileceği kanısı, İslam’ı yeni bir tanımlamayla belirlemiş ve bu tanımlama İslam
dünyasında da içselleştirilmiştir.
“Bunun bir nedeni, İslam dünyasının kendini dışarıdan
tanımlayan bir düşünüş çerçevesini sorgulamaksızın kabul etmesi, diğer nedeni
ise içinde bulunduğu çağın tasavvuruna direnç göstermekte birçok bakımından
zaaf içinde bulunmasıdır”.
İslamcılığın Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bir
siyasal akım olarak ortaya çıktığı zaman ortaya koyduğu söylem ve taleplerin,
Osmanlı bakiyesi toplumlarda nasıl karakterize edildiği, sokak savaşı
yıllarında ne tip bir projeye sahip olduğu, Soğuk Savaş’ın sona erme sinyalleri
verdiği
Gündelik hayatın yerleşip sağlamlaştığı modern dönem,
“devrimci girişimlerin her başarısızlığından sonra, gündelik hayatın nasıl daha
da belirginleştiğini gösterecektir.
Gündelik hayat, bu başarısızlığın nedeni ve
sonucudur”.
Bu açıdan dini ya da ulusal niyetlerle yapılan
savaşlar incelendiğinde, nihayetinde ortaya çıkan yapının seküler paradigmayla
uyumlu olduğu görülecektir.
Stra-taktiğin temel yönelimleri açısından
post-komünist ülkelerdeki demokratikleşme süreçleri, Soğuk Savaş ile 11 Eylül
arası dönemde Orta Doğu ülkelerindeki İslamcı Hareketler ve son olarak Arap
Baharı incelenmeye değer veriler sağlayacaktır.
“II. Abdulhamid döneminin Namık Kemal ve Ziya Paşa
gibi İslamcı edip ve aydınları ile, Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Şeyhülislam
Musa Kazım ve Said Halim Paşa, Babanzade Ahmed Naim, Mehmed Akif (Ersoy),
İsmail Hakkı (İzmirli), İsmail Fenni (Ertuğrul) ve Şemseddin (Günaltay) gibi
belirli bir Osmanlı İslamcı eliti, İslam’ın ‘mani-i terakki’ olmadığını,
aksine, bilimi, düşünceyi telkin ettiği halde, zamanla Müslümanların bu yolu
bırakıp skolastik düşünceye kapılarak geri kaldıklarını anlatmaya özellikle
ihtimam göstermişlerdir.
Onlar, genelde
İslam aleminin, özelde Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinden mutlakiyet
rejimlerinin ve geleneksel İslam’ın sorumlu tutulması gerektiğini düşünmüşler,
gerçekte İslam’ın insan hürriyetini baskı altına alan hiçbir rejime açık
olmadığını izaha çalışmışlardır”.
‘Ateş
çemberinden geçilen bir dönem’ tabirinin, İslamcı söylem ve çıkışların olası
muarızlarını mazur gösterip göstermemesi veya ilk dönem İslamcı elitin böyle
bir mazerete ihtiyaç duyup duymaması hatta haklılık payları olması, bu
makalenin ilgi alanı dışında kalmaktadır.
Tespit etmeye
çalıştığımız şey, alıntıda görüleceği gibi İslamcılığın seküler paradigma
üzerinden inşa edilmesi olgusudur.
‘Zaten İslam’da var’ söylemi üzerinden
karikatürize edebileceğimiz olgunun envanterini çıkarıp yorumlamak ilginç
sonuçlar ortaya çıkarabilir.
İslamcı literatürün büyük bir yekûnunun bu olgu üzerinden
şekillendiğini görmek ayrıca şaşırtıcı olacaktır.
Burada Hasan Hanefi ile Muhammed Abid el-Cabiri
arasındaki tartışmaları bir örnek olarak zikredebiliriz.
Kitapta, diyalog, köktendincilik, laiklik, liberalizm,
demokrasi, çoğulculuk, modernlik(ler), Fransız Devrimi ve Aydınlanma gibi pek
çok konudaki tartışmada dikkat çekeceğimiz nokta -özellikle de laiklik
tartışmasında billurlaşan- seküler kodlarla konuşma hususudur.
1980’li yıllarda ve sona erdiği 1990’lı yıllarda hangi
söylemleri ürettiği daha doğrusu söylemlerini nasıl revize ettiği ve nihayet 11
Eylül sonrasında nereye evrildiği soruları, yukarıdaki argümana netlik
kazandıracaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder