SOKAĞI BÜYÜLEMEK - 4
Gündelik Hayat, Kültür ve İktidar
Gündelik
hayatın formel bir tanımını vermek zor görünüyor.
Bu
nedenle, gündelik hayatın dönemlendirilmesi, konumu, işlevi ve işletim sistemi
üzerinden bir betimleme yapmak daha uygun gözüküyor.
“Gündelik
hayatın tarihi en azından üç kısım içerir: a) Üsluplar (şenlikli toplum); b)
Üslupların sonu ve kültürün başlangıcı (XIX. yüzyıl); c) gündelik hayatın
yerleşmesi ve sağlamlaşması”.
Bireycilik olgusunun sonucu olarak, paradoksal
bir şekilde toplumun diğer üyelerine bağımlı hale gelen birey, iktidar
karşısında yalnızlaşmıştır.
Seküler
bilgi, eylem ve duyarlılıkların dinî olanı özelleştirmesi, sekülarizmin bir
sonucu olarak kendiliğinden her oluşu sürecin dışına iten benlik politikasının
bir parçasıdır ve gündelik hayatı şart koşmaktadır.
“Seküler benlik, giyinme (ve soyunma
şekillerinden), erkeklerle sosyalleşmeye ve kamusal alanda hareket etmeye
varıncaya kadar, öğrenilmesi, prova edilmesi ve icra edilmesi gereken bir dizi
bedensel pratiğe tekabül eder”.
Şu
halde, gündelik hayatta sistemin işleyiş mantığı, ‘hegemonik seçilim’ olarak
tanımlanabilir: günlük pratiklerin genetiği, sonsuz sayıda olası seçim
arasından, hegemonyanın öne çıkardığı veya elediği seçimlerle şekillenir.
Bu
sürecin çıplak gözle görünmemesinin nedeni ise sekülarizmin kendisini bir
ideoloji olarak değil, kültür olarak ve gündelik hayat aracılığıyla sunmasıdır.
“Gündelik
hayatın fenomenleri, onlara dair kavrayışımdan bağımsız görünen ve kendilerini
kavrayışıma dayatan örüntüler içinde önceden düzenlenmiştir”.
Gündelik
hayatın sunduğu gerçeklik, her bir bireyde tezahür ettiği için doğallaşır,
doğal olan bireysel ve kolektif eylem açısından olası tercihlerin ilk sırasında
yer alarak özü itibariyle rasyonel kabul edilmeyecek olsa bile rasyonelleşir.
Lefebvre, bu süreci kapalı devre bir sisteme
benzetmektedir.
“Toplumsal ve zihinsel biçimler,
kendilerini çevreleyen bir dünya içinde verili gibidirler.
Sanatın, estetiğin veya estetizmin
biçimleri, toplumsal ilişkilerin ritüelleştirilmiş biçimleri için de
geçerlidir bu…
Normal olan alışılmış hale gelir; alışılmış
olan, böylelikle doğal olan ile birleşir; doğal olan da akılcılık ile
özdeşleşir.
Böylece bir döngü ya da kapalı devre
gerçekleşir.
Bu belirgin mantığın, akılcılığın yerini
alan bu doğalcılığın içinde çelişkiler yok olur:
Gerçek ile akılcı özdeşleşir, gerçeklik
ile ideallik birbirine girer, bilgi ve ideoloji birbirine karışır”.
Kendiliğindenmiş
gibi tasvir edilen bu süreç, modern iktidarın terbiye araçlarıyla, bilinçli bir
politikanın ürünü olarak gerçekleştirilmektedir.
“Disiplinsel
iktidarın başarısı, hiç kuşkusuz basit aletlerin kullanılmasına bağlıdır:
hiyerarşik bakış, normalleştirici yaptırım, bunların bileşik hale getirilmeleri
ve bu birleştirmenin bu bileşime özgü sınav biçimi altında gerçekleştirilmesi.
Foucault’da
disiplinsel iktidar modern iktidarla çakışan anlamda kullanılmakta ve
disiplinin en önemli araçlarından olan sınav, geniş bir perspektiften ele
alındığında De Certeau’nun uygunluk kavramına denk düşmektedir.
Uygunluk,
dil, sembol ve simgeler aracılığıyla bireyin kamusal kimliğini yöneten bir
araçtır.
“Uygunluk
eş zamanlı olarak hem algılanma biçimimiz hem de boyun eğmenin sürmesinin
baskıcı aracıdır; temelinde, davranışlar oyunundaki bütün uyumsuzluklardan ve
sosyal çevre algısındaki bütün nitel kırılmalardan kaçınılmasını emreder”.
Tanımlarda
görüleceği üzere sınav, gündeliğin alanında bireylerin belirli bir ‘cevap
anahtarına’ uyarlanmasını sağlamaktadır.
Lefebvre:
Zaman ve Mekan
Modern
zamanlarda gündelik hayatın ayırt edici yönü, gerçekliğin temel boyutları
olarak zaman ve mekânı seküler birer kategori olarak kurgulamasında ve zamanın
stratejik değerini arttırmasında yatmaktadır.
Sayısız
iktisadi ve siyasi sonucu olan “hızın mekânsızlığının stratejik değeri, kesin
bir biçimde mekânın stratejik değerinin yerini almıştır”.
Sekülarizm,
zaman ve mekânı ayrıştırarak farklı zamansallıklar aracılığıyla gerçekliği de
bilinci de parçalı bir yapıda yeniden kurgulamıştır.
“Gündelik
hayat gerçekliği, bedenimin buradalığı ve mevcudiyetimin şimdiliği etrafında
düzenlenmiştir” .
Eylem,
zaman ve mekâna refere edilebilecek bütünselliğini yitirmiştir.
Bu
denklemde zaman aritmetiğe, mekân geometriye, bu iki boyutlu koordinat üzerinde
gerçekleşen hareket ise mekaniğe gönderme yapar.
Üsluplar,
şahsı mekâna bağımlı açıklarken, gündelik hayat bireyi zamana bağımlı kılar;
mekân aidiyet kavramını çağrıştırırken, zaman yersiz-yurtsuzluğa vurgu yapar.
Bu
açıdan zaman, modern dönemi kinayeyle anlatmak için tek başına yetecek bir
kavram olma gücüne sahiptir.
Berger
ve Luckmann’ın ifade ettiği gibi, bir bilinç yitiminden sonra kendine gelen
kişinin ilk işi, saate bakarak zamanı yakalamak olacaktır.
Bilinçsizlik
anında birey, tabi olduğu ‘zaman ritminin’ sevk ve idaresine karşı bir
itaatsizlik yapmış olma korkusuyla derhal toparlanıp tekmil verme ihtiyacı hisseder.
Günlük
hayat, büyünün sokakta sere serpe dolaştığı üslup zamanlarından beri hep var
olagelmiştir.
Ancak
Lefebvre ve Regulier, günlük hayat ile gündelik hayatı ayırmaktadır.
Gündelik
olma hali, günlük hayatın faaliyetleri arasında gözden kaçan Newton mekaniği,
Batılı dünya görüşü ve varlık tasavvurundan bağımsız olmayan seküler bir bilimsel
paradigma öngördüğünden beri, modern bilimin ve Aydınlanma sonrasında ortaya
çıkan sosyal bilimlerin nesnesi, tek tek olgulardan ve olaylardan
soyutlandığında en temelde harekettir.
Cisimlerin, toplumun, bireyin, kültürün, düşüncenin…
hareketine ilişkin incelemelerin her biri farklı bir bilimsel disiplin
üretmiştir.
Saint Simon’un sosyolojiyi ‘sosyal fizik’ olarak
kurgulamış olması tesadüf değildir.
Aynı paradigma modern dünyada gündelik hayat içindeki
bireysel ve kolektif eylemin de genetiğine işlemiştir.
Sözü geçen iki boyutlu koordinat düzlemi de aynı
paradigmanın Öklidci geometriye dayanmasından kaynaklanmakta ve –metafizik
boyutların yokluğunu görmezden gelsek bile en azından- üçüncü boyutu ihmal
etmektedir.
“Dinin tam zıddı dünya değil zamandır (dehr).
Dehr tam olarak gelip geçicilik mânâsına gelir ve
klasik İslâm’da aşkınlığın zıddını temsil eder.
Zaman bütün değerleri yok eder ve hem ahlâki hem de zihni
hiçliğin babasıdır.
Eğer sekülarizm sadece metafizik iddialarında köktenci
oluyorsa ve eğer sadece her tür aşkınlığın reddiyle aynı mânâya geliyorsa ve
yine eğer sadece eon, dehr ve seculumun dışında bir şeyin
var olmadığını iddia ediyorsa, o zaman kendisini sadece İslâm’ın zıddı olarak
sunmaktadır ve kendisini sadece diyaloga yer bırakmayan mutlaklaştırıcı bir
anlayış türüne dönüştürür” türdeş, tekrarlamalı ve fragmanlara ayrılmış zaman
dilimleriyle ilgilidir.
Ancak bu zaman dilimlerinin kendisi ya da onların
rastgele geçip gitmesinin ifade ettiği şey değil, bunların ardı sıra
dizilimleri, aritmetiksel tekrarın getirdiği hegemonik seçilimin eylemler
üzerindeki ölçme işlevine sahip olan ritmidir.
Bu zaman ritimlerine içkin yönergeler, bireyi denetim
altında alarak eylemler üzerinde buyurgan bir otoriteyi temsil eder.
Ancak farklı ritimler, gündelik hayatın kesintiye
uğramasına neden olabilir.
Lefebvre için şenliğe dönüş anlamına gelen bu halin
gündelik hayatı büsbütün dönüştürmesi, devrim demektir.
Bu yöndeki bir teşebbüsün başarısızlığı ise gündelik
hayat egemenliğinin pekişmesi demektir.
Zamansallıkla
bağlantılı olarak, ilerleme düşüncesini çağrıştıran doğrusal ve döngüsel
tekrarlar konusunda da bir dönüşüm ortaya çıkmaktadır.
Zamansallık,
üslup zamanlarında, şenlikli toplumda doğanın döngüsüne tabi idi.
Döngüsel
tekrar, temel zamansal ritimdi, kümülâtif değildi ve büyüsel ögelerin
kaynağıydı.
Modern
dönemde doğrusal tekrar, belirgin zaman ritmi durumuna geçti, akılcı yapılar
içinde kümülatif ve dolayısıyla nicel, usanç verici tekrarlar ortaya çıktı.
Bireyi
tüm usancına rağmen motive eden tek şey ise bu doğrusallık üzerinde,
aritmetiğin her adımda niceliği arttırmasıdır.
Postmodern dönemde ise zaman, Ritzer’in
‘akılcılığın akıl dışılığı’ kavramsallaştırmasına paralel olarak, bağımsız ve
iç tutarlılıktan yoksun ‘an’lara bölmüştür.
Postmodern
durumda, birey zaman bağımlı konumdan kurtulmuş olmaz, hatta farklı zamansal
ritimlerin Lefebvre’ci devrime zemin oluşturma olanağı da sarsılır.
Çünkü
farklı zamansallıkların ortaya çımasının ön koşulu, zamanın bütünlüklü olarak
algılanmasıdır.
“Postmodernite tarihi dün ile yarın
arasındaki “an”a indirger; zaman homojen, evrimsel, amaçlı ve düzenli bir şey
değil, eşitsiz, çapraz, çok katmanlı ve hizası bozuk bir şey olur çıkar.
Dolayısıyla hiper-uzam yaratılabilen ve
yok edilebilen bir şeydir.
Zaman postmodern mantalite çerçevesinde
düzenliliğini kaybetmenin yanı sıra bir biri ile ilintisiz “an”lar haline
gelmektedir.
“An”lar arasında bu bağlamda bir tutarlılık
olması gerekmez…
Her
“an”da diğerinden bağımsız olarak bir başka anlam ve gerçeklik inşa etmek
mümkün hale gelmektedir”.
Mekânsal
düzlem ise bireyi bedensel tahakküme açık hale getirir, burada temel sorunsal
aidiyettir.
Çünkü
bireyin sahip veya ait olduğu bir mekân yoktur, her durumda tâbi olduğu bir
mekân vardır.
Buradaki
aidiyet basit anlamıyla mülk edinmeye değil, referans sistemine atıf yapar.
“Mekân
kavramı boş bir yere değil, dışlama ve içermenin, kabul edilebilir olan ile
yasak olanın sınırlarının belirlendiği, toplumsal ilişkilerin üretildiği bir
yere atıfta bulunur”.
Çünkü
mekân, gündelik hayat uygulamalarının ön koşulu olarak, uygulamayı refere eden
bir takım normlar içerir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder