SOKAĞI BÜYÜLEMEK - 3
Sekülerleşme
Teorisi
Sekülerleşme
teorisi, modern toplum tasvir edilirken dinin diğer alanlara nispeten, gündelik
gerçeklikteki konumuna atıfla yapılan analiz ve yorumlara dayanır.
Bu
bağlamda, sekülerleşmenin ne kadar kapsamlı bir değişim olduğu, değişimin
özsel mi niteliksel mi olduğu, seküler ve dinseli nasıl etkilediği gibi
sorular, konunun bir yönüdür.
Mesela
değişimin özsel olmadığını kabul ettiğimizde Asad’ın belirttiği üzere bugüne
kadar seküler bir kategori olarak kodladığımız mesela milliyetçilik olgusunun
dinî kökleri canlı bir şekilde taşıdığını kabul etmek gerekir.
Diğer
yönü ise sekülerleşme teorisi kutsala dönüş vesilesiyle sarsıldı inancıdır ki
bu inanç, sekülerleşme teorisi bağlamında öne sürülen argümanların hakikate
güçlü yaklaşımlar sergilediği başka inançlara dayanmaktadır.
Sorunun
zorlu kısmı da burasıdır: sekülerleşme teorisi ile -yeni dinsel hareketler,
dinin siyasileşmesi gibi durumlarla ortaya çıkan- sekülerleşme teorisine
yönelik eleştiriler arasındaki bağlantı nedir?
Söz
konusu eleştiriler, büyük oranda i- ‘din kamusallaşıyor’, ii- ‘dinî inancın ve
kurumların önemi artıyor’ ve iii- ‘din yapısal farklılaşmayı kırarak diğer
alanlarla ilişkiye giriyor’ önermeleri üzerine kuruludur.
Bu
önermeler, sırasıyla sekülerleşme teorisinin, i- ‘din özelleşmişti’, ii- ‘dinî
inanç ve kurumlar önemini yitirmişti’ ve iii- ‘din yapısal farklılaşma
sonucunda diğer alanlardan kopmuştu’ yargılarını içkindir.
Bunun
neden önemli olduğu ise gerçekte vuku bulan ve çözümlenmesi daha derinlikli bir
analizi gerektiren başka bir durumun gözden kaçmasıyla açıklanabilir.
Arslan’ın,
süreci tasvir ederken kullandığı tipik bir cümle ile örnekleyelim:
“Weber modern toplumlardaki gelişim sürecini
ve bu gelişimin ana trendi olan sekülerleşmeyi açıklarken ‘büyü bozumu’
terimini kullanmıştır.
Günümüzde ise dinsel ve büyüsel eğilimlere
ilgide artış gözlenmektedir.
Sosyal bilimlerdeki son
değerlendirmelerde, modernliğin getirdiği aşırı rasyonelleşmenin manevi doyum
ihtiyacının arttığından ve bu ve benzeri nedenlerle dinsel bir canlanmadan ve
‘kutsala dönüş olgusundan bahsedilmektedir”.
Oysa
ki dine karşı uslanmaz tavır, modern sekülerliğin içinde yer bulan materyalist
ve pozitivist bakış açısının ürünüdür, sekülarizmin değil.
Postmodern
sekülerlik ise modern sekülerlikte apriori kabul edilen ilkeler nedeniyle
görünmeyen, üzeri örtülen, özsel ve yapısal değişikliğe uğratılan dine, hatta
modernliğe içkin kutsiyetin de kaynağı olan dindarlığa görünürlük
kazandırmıştır.
Toplamsal
ve tarihsel bağlamı nedeniyle seküler ve dinselin otantik formlarını yakalamak
zordur.
Moderniteye
ait hususiyetler ortadan kaldırıldığında bir bilgi kategorisi olarak seküler
varlığını sürdürmesine rağmen, sekülere ait hususiyetler ortadan
kaldırıldığında modernitenin de temelsiz kalacağı görülecektir.
Çünkü
modernite dediğimiz olgu, seküler bilgi, eylem ve duyarlılıkların
biçimlendirdiği siyasal, iktisadi ve hukuki boyutları olan bir projedir.
Ayrıntısına
girmeden postmodernite için de benzer bir yorum yapılabilir.
“Aydınlanma düşüncesinin sonu olan
post-modernizm, kapitalist toplumsal örgütlenme biçiminin ve en geniş anlamda
modern projenin sonu değildir, daha ziyade Baumann’ın deyimi ile ‘gerçek
tabiatının bilincinde olan’ veya ‘yanlış bilinçlilikten kurtulmuş
modernite’dir”.
Dolayısıyla
sekülerleşme teorisinin eski ihtişamını yitirmesinin asıl nedeni, “siyaset ve
din kategorilerinin birbirileriyle bizim düşündüğümüzden daha derin bir şekilde
iç içe geçmiş olduğunun anlaşılmasıdır –modern ulus devlet hakkındaki bilgimizin
artmasına eşlik eden bir keşiftir bu”.
Bu
durumda, bizzat egemenler tarafından devletin simgesel yüzünü temsil eden
unsurlardaki görünürlüğü bulanıklaştırılan din yok edilmemiş, sekülarizmin siyaset,
iktisat ve hukuku ahlaktan arındırdığı bir çerçevede yeni tanımlamalara maruz
kalmış
Talal Asad’ın yaptığına benzer bir yolla seküler ve
dinî olanın soy kütükleri aracılığıyla hem bu iki kategorinin sınırları hem de
bunların pagan, Hristiyan, modern ve postmodern dönemle ilişkisi takip
edilebilir.
Bunun yanı sıra –örnekleri çoğaltmak mümkün olmakla
birlikte- Rıfa’at Ali Abou-El-Haj’ın Modern Devletin Doğası ve Cemal Bali
Akal’ın Modern Düşüncenin Doğuşu isimli eserlerine atıfla alternatif bir yol önerilebilir.
Bu iki eser, –yazarların niyetinden bağımsız olarak-
bir yandan seküler ve dinî kategorilerinin toplumsal ve tarihsel bir devinim
içinde olduğunu, iç içe geçişlerin bulunduğunu ve tüm bu hareketliliğin
yalnızca dış etkenlerle açıklanamayacağını göstermektedir.
Öte yandan
sekülarizmin daha sonra kurucu ilkeler olarak vazedeceği birtakım unsurların
modern olanı öncelediğini, daha doğrusu Rönesans ve Reform süreçleriyle
birlikte seküler olanın kendini yeni bir formda (modern) ifade ettiğini anlamamızı
sağlayacaktır.
Sonuçta din, şeklî ve kurumsal görünümüyle algılanan,
ancak varlık ve etkinliğini farklı bir yapı ve söylemle sürdüren bir nitelik
almıştır.
Bununla birlikte, buraya kadarki tespitlerin hiçbiri,
oluşacak yeni kavramsal şemadan sekülerleşme tezini veya en azından yedeğinde
bulunan kavramları ihraç etmeyi gerektirmez.
Bu yeni şemada ‘büyü bozumu’ kavramı, yerini rasyonel
eyleme bırakan dinden yoksun bir dünyayı değil; -belki daha da kötüsü- felç
geçiren ve sekülarizmin omuz vermesiyle ağır aksak yürüyen dinin, kendisine ait
olduğu rasyonel bir dünyayı anlatmaya başlar.
Rasyonalite,
Din ve Büyü
Antik
Yunan’da logos kavramı, felsefi düşüncede temel bir konuma sahipken sekülerleşme
süreçlerinin farklılaşmasıyla birlikte yerini ratio’ya bırakmıştır.
“Heidegger’e
göre logos’un ratio’ya dönüşümü sıradan bir tercüme olarak değil de, Batı
metafiziği içerisinde kavramın Greklerdeki köklü karşılığından şimdiki
hesaplayıcı/teknik bir düşünmeye varışının serüveni olarak anlaşılmalıdır.”.
Batı
düşüncesi, en azından Platon’dan beri rasyonalist karaktere sahip olmakla
birlikte, Heidegger’in sözünü ettiği manada bu kavramın merkezine oturduğu bir
üst-anlatı oluşturacak cüreti, ilk kez Descartes’ta görmekteyiz.
“Bütün
biçimleriyle rasyonalizm temelde aklın üstünlüğüne inanma olarak tanımlanmakta
ve gerçek bir dogma olarak ilan edilmektedir; ayrıca bireyüstü düzene ait olan
her şeyin, özellikle saf entelektüel sezginin metafiziksel bilginin dışlanması
sonucunu doğurmaktadır”.
Dolayısıyla,
burada söz konusu ettiğimiz akılcılık, Descartes’ın kendisinden sonraki
rasyonalist veya ampirist tüm düşünürleri etkisi altına alan öznel
akılcılığıyla ilişkilidir.
Horkheimer’in
deyişiyle, adalet ve özgürlük gibi geçmişte nesnel aklın doğasında var olduğu
düşünülen amaçlar düşünsel köklerinden kopmuştur.
Bu
amaçlar, Batı düşüncesinin seyri içinde önemli referanslara sahip oldukları
için hâlâ belli bir itibara sahiptirler, hatta bazıları anayasal metinlere de
girmiş olabilir ancak biçimsel akılcılığın iltifatına mazhar olamayışı ve
sekülarizmin egemenliğinde kendilerini toplumsal gerçekliğe bağlayacak olan
herhangi bir ‘akıl’ın bulunmayışı nedeniyle de askıda kalmışlardır .
Böylece
amaçlarla birlikte kutsalın silikleştiği yeni bir toplumsal yapı ortaya çıkmaya
başlamıştır.
Tam
bu noktada dini de içine alacak şekilde geniş bir anlamda kullanılabilecek olan
büyü olgusunun, toplumsal gerçekliğin temel referans sistemini kuşatma
pozisyonunun sarsılmasından söz edilebilir.
“Weber dört farklı akılcılık ortaya koydu
ve akılcılığın farklı toplumsal ortamlarda farklı biçimler aldığını ileri
sürdü.
Pratik akılcılık, insanların günlük
faaliyetlerinde amaçları için en iyi araçları aradığı dünyevi bir biçimdir.
Kuramsal akılcılık, pratik değil
bilişseldir ve soyut kavramlar aracılığıyla gerçekliğe egemen olma çabasını
içerir.
Tözel akılcılık, daha büyük toplumsal
değerler tarafından ve bu değerler bağlamında yönlendirilen araçların seçimini
içerir.
Formel akılcılık benzer bir araç seçimi
içerir, ama bu kez evrensel olarak uygulanan kural, hukuk ve düzenlemelerle
yönlendirilir.
Batının ayırt edici ürünü formel
akılcılıktır”.
Yılmaz’a
göre tözcü yanlış anlamalara sebep olabilen akıl kavramının, bir unsur olarak
anlaşıldığı duruma akledilebilirlik/rasyonalite denir.
Rasyonalite
ile büyü arasındaki gerilim, sırasıyla seküler ve dinselin tahayyül
mekanizmaları olarak işlemelerinden kaynaklanır.
Rasyonalitenin,
oluşacak yeni kavramsal şemadaki konumu, Aydınlanma düşüncesiyle birlikte
apaçık ortaya çıkar ve sekülarizmle ilişkisini ele verir.
Aydınlanma aklı, özellikle de
ansiklopedistlerin çalışmalarıyla -Bacon’a kadar geri götürülebilecek olan
bilimsel bilginin araçsal kullanımına benzer bir tutumla- bütünüyle
irrasyonel/büyüsel unsurların olumsuz bir tarzda deşifre edilmesi yönünde bir
tutum geliştirmiştir: evren, bütünüyle rasyoneldir.
Romantikler
ise kaygılı bir şekilde başarıya eriştiğini gözlemlediği ve tam da bu yüzden
‘büyünün bozulması’ şeklinde tabir ettiği aklın bu kazanımını, Tanrısal boyutun
ihmal edildiği bir doğa-insan bütünlüğü açısından eleştirmekteydi.
Buna
mistisizmin eleştirileri de eklenince, baş harfi büyük yazılan ‘gelenek’
söylemi icat edilmiş ve modernin karşısına konumlandırılmıştır.
Bu
söylem, yine modern kodlara dayanan dikotomiler üzerinden, her türlü
kötülüğün/şiddetin kaynağı olarak sekülerliği/modernliği gösterecektir.
Rasyonalitenin
temel varsayımlarının, seküler şiddetin doğa, toplum ve insana uygulanmasıyla
gerçekliğe dönüşme sürecine rasyonelleşme diyebiliriz.
Weber’in
moderniteyi toplumsal rasyonalite olarak kodlamasının da buraya dayandığını
düşünüyoruz.
Weberci
rasyonelleşme teorisi, dört temel parametrenin belirleyiciliği altında işlemektedir.
Ritzer’in,
rasyonelleşme teorisini McDonalds’a uyguladığı çalışmasında işletmenin başarısını
varlıklarına bağladığı bu parametreler: verimlilik, hesaplanabilirlik,
öngörülebilirlik ve denetimdir.
Bunlar, akılcılaştırmanın tüm boyutlarına
vurgu yapmaktadır.
Mesela
işlem hızının yükseltilmesi ve sonuçta daha çok sayıda ürün ortaya çıkması niceliğe,
en az kaynak kullanımı ise optimum tercihlere vurgu yapmaktadır.
Ritzer’e
göre, akılcılaştırmanın işlemesine yegâne engel, insan tarafından ortaya
konmakta, bu nedenle insansız teknolojilere geçiş ve denetimin
derinleştirilmesi söz konusu olmaktadır.
Bu
durumda optimum araç tercihinin ancak doğalcılık algısının bir ürünü olduğu ve
önceden belirlenmiş bir düzenek içinde bireyi belirli bir seçime yönelttiği
sonucuna varılır.
O
halde modern sekülerlikle ayrıştıramayacağımız biçimsel akılcılığın, insan
doğasından kaynaklanmayan, tersine toplumsal gerçekliğin inşa biçimlerinde
izlerine rastlayacağımız sonuçları, gündelik hayatın sekülarizmle girdiği köklü
ilişkiyi gösterir.
Bu parametrelerin temelini teşkil eden planlama,
insanın Aydınlanma sonrasında kendisini Tanrı yerine konumlandırmasının sonucu
ve göstergesidir.
Ancak bu parametrelerin kendinde kötü bir şey olmayıp
rasyonalitenin Batı’ya özgü bu formu içinde, yani seküler kurgu içinde olumsuz
bir anlam yüklendiği göz önüne alınmalıdır.
“Planlama
denilen şey insanın şu andan sonra ne yapacağını düşündüğü en önemsiz
durumlarda bile, doğal olarak söz konusudur…
Modern uygarlığın saplanmış olduğu oldukça yeni ve
özel bir planlama ise göreceli olarak uzak bir geleceği göz önüne alır ve büyük
ölçüde kolektif bir planlamadır…
Amaçları daha iyi yaşam standartları, görünen
çatışmanın yok edilmesi ve her şeyden önce ilerlemedir…
Araçları sağlaması konusunda modern bilime güvenir” .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder