SOKAĞI BÜYÜLEMEK - 2
Sekülarizm,
Hristiyanlık ve Modernite
Sekülarizm
ile seküler birbirinden ayrılması gereken kavramlar olmasının yanı sıra
birbirileriyle ve din ile ilişkileri de girift bir niteliktedir.
Manzoor’a
göre çağımızın hâkim anlatılarına egemen olan ve kendisini nihai hakikatin
kaynağı olarak sunan sekülarizmin temel varsayımına göre ilerleme halindeki
insan zihni bilgi, etik ve kutsallığın yegâne kaynağıdır.
Sekülerlikten
farklı olarak sekülarizmin Hristiyanlıkla ilişkisini tespit etmek, onun dine
ilişkin tutumunun ayırt edilmesinin yanında, sekülerliğin evrensel bir olgu
olduğunu, insanın bilişsel yeteneklerini kutsalın belirlenmesi ve açıklanması
süreçlerine dâhil ettiği her durumda söz konusu olabileceğini de gösterir.
“Sekülarizm, sık sık iddia edildiği gibi
Hristiyanlığın gayrimeşru çocuğudur.
Müslüman bir okuyucu için sekülerliğin
sadece köken itibariyle değil özü itibariyle de teolojik olarak bağlı olduğu
yerin Hristiyanlık olduğu kesinlikle gözden kaçmayacak bir şeydir.
Bir doktrin olarak sekülarizm geleneksel
Hristiyan dogması bedenleşmeden düşünülemez, bu dogma sadece Hristiyan Tanrı
kavramını tanımlamakla kalmaz aynı zamanda onun canlanışının izini süren
sonsuz kurtuluşçu şiddet çevrimleri bir yana, normatif anlamda ‘Hristiyan
siyasetinin’ ruhunun özelliklerini de verir.”.
Sekülarizmin
doktrinel özelliklerini ve Hristiyanlıkla ilişkisini kavramak ve onu sekülerlikten
ayırmak, sekülerliğin Batı düşüncesinde geçirdiği dönüşümü anlamaya bağlıdır.
Batı
düşüncesinde sekülerliğin kökleri açısından dört evreden söz edilebiliriz.
Birincisi
sekülerliğin pagan kökleri, ikincisi paganlığın Hristiyanlık karşısındaki
yenilgisine rağmen hafızalarda duran azametli hatırasına yaslanan Hristiyan
kökleri, son ikisi ise sekülerliğin bilinen iki formu olarak modern ve
postmodern kökleridir.
Bu
süreçte seküler ile dinsel arasındaki gerilim çoğu zaman eklektik yapılar
ortaya çıkarmış ve sekülerlik ifşa, şiddet, monolojik söylem gibi birtakım
göstergeleri dinî uygulamalar aracılığıyla da olsa sürdürmüştür.
Modern
zamanlarda kamusal alanın özel alana rağmen genişlemesinde ortaya çıkan ifşa,
günah çıkarmada kişiyi mahrem bir konuyu açıklamaya teşvik eder.
İki kılıç kuramı ve Hristiyan Tanrı
kavrayışından bağımsız olmayan bir felsefi temele yaslanmakta olan modern
siyaset, teolojiden bağımsız düşünülemez.
“Daha daraltılmış bir ifade ile modern
zamanların seküler terörü, Hristiyanlığı tarih boyunca izleyen şiddetin
mutasyonlu bir şeklidir”.
Monolojik
söylem ise kendisini öteki üzerinden anlamlandırmakla ilgili bir durum olarak
kavranabilir.
Burada ötekine karşı iki temel refleks maddi
güce bağlı olarak içe kapanma veya yok etme şeklinde tezahür eder.
Sekülerliğin
geçirdiği bu evreler içinde sekülarizmin tanımlanması açısından kilit rol
modern sekülerliğe aittir.
Modern
sekülerliğin başlangıcı için resmî bir tarih verilecekse, Reformasyon bunun
için biçilmiş kaftandır.
Luther,
Erasmus’u dikkatli bir okumadan geçirmiş ve düşüncelerini benimsemişti.
Ancak
Erasmus’un bu düşüncelerini uygulamaya koyacak bir yapıya sahip olmadığına
kanaat getirerek, durumdan vazife çıkarmıştır.
“Erasmus,
hümanist hareketin Roma’ya açıkça meydan okumaya ve Roma’ya karşı savaş ilan
etmeye kalkışmasının, Kilise’nin seküler prenslerle iş birliği yapıp hümanist
harekete bir karşı-saldırı başlatmalarına ve bu hareketi yerle bir etmelerine
müsait bir zemin hazırlayacağından korkuyordu”.
Erasmus’un
aksine devrimci bir kişiliğe sahip olan Luther, prenslerden destek alacağına
inanmış ve 95 tezi, 1517’de Wittenberg Kilisesi’nin kapısına asmıştı.
Luther,
öngörüsünde haklı çıkmasına ve başkalarının içlerinde biriktirip de
söyleyemedikleri şeyi radikal bir tarzda ifade etmesine rağmen, çevresinde
oluşacak halkanın kendisini sürüklemeye başladığı bir hareketin lideri olup
çıkmıştı.
Bu
nedenle de “benim kuluçkaya yatırdığım tavuktan benim de aklımın köşesinden
geçmeyen yumurtalar toplamaya kalkıştı” diyen Erasmus gibi erken
sekülaristlerin desteğini yitirmiştir.
Hümanistlerin
aksine Kilise doktrinine uygun bir dindarlığa ve Hristiyan erdemine değil,
doğrudan Kilise dogmalarına ve Kilise kurumuna saldıran Luther’in havarileri,
prensler, tüccarlar, şövalyeler ve çiftçiler olacaktı.
Bu
kesimlerin şikâyet ve taleplerinin yönlendirmesi altında, bir anda evrensel
Hristiyanlık fikrinin yerini alternatif bir Alman Kilisesi almış ve
alabildiğine sekülerleşen yeni bir anlamlar dünyasında, ‘dindarlık’ın tohumları
atılmıştır.
İsa’nın evrensel öğretilerini Kilise’nin
denetiminden kurtarmak ve şeytanın gerçekliğin ortasında cirit atmasına göz
yuman bir kaçış olarak çileciliğe son vermek için görece hümanist etkilerle
yola çıkan Luther, bir anda sekülerlerin açıkça kişisel taleplerinin meşruiyet
merciine dönüşmüştü.
Kilise’nin
Hristiyanlığı tahrip etmesi ile seküler unsurların talepleri arasında sıkışan
Reform hareketi, bizzat Luther’in fermanlarıyla, –Yahudilerin ve ayaklanan köylülerin
katliam cevazlarında beliren şiddet tekelinde görüldüğü gibi- erken sekülarist
bir harekete dönüşmüştür.
Kökleri buraya dayanan sekülarizm, seküler
form ve ilkelerin politik olarak kurgulandığı ve bir ideolojik çerçeve
içerisinde bütünleştirildiği bir yapıdır.
Bu
nedenle temel varsayımlarının, ürettiği tanımların ve sahip olduğu politik
ilkelerin bir uzantısı olarak, dine karşı belirli fakat -toplumun özgül
koşullarına bağlı sekülarizm yorumlarından kaynaklanan- düzensiz bir tutum
sergileyecektir.
Bu
durum, paradoksal olarak seküler ile dinî olanın ayrıştırılamayacağı anlamına
gelir.
O
hâlde sekülarizm, seküler ve dinsel tanımlamalarını, tekelindeki bir ödev
olarak görmek durumundadır.
Modernite
ise sekülarizm ile doğrudan alakalı bir proje olarak karşımıza çıkar.
Modern
kavramı, sekülerliğin Rönesans hümanizmi ve Reformasyonla birlikte ortaya çıkan
Batı’ya özgü bir formunu anlatırken modernite, sekülaristlerin seküler form ve
ilkeleri kurumsallaştırmak üzere ortaya koyduğu bir projedir.
Bu,
modern toplumsal tahayyülün ateizme dayandığı, kamusallığın da bu çerçevede
kurgulandığı ya da din ile devletin, özel ile kamusal olanın tamamen ayrıştığı
anlamına gelmez.
Aksine
dinî olan, bireysel ve kolektif eylemi güdüleyen kimliğin bir parçası olarak
kamusal alanda yer tutmaya devam edecektir.
“Sekülarizmi
basitçe yönetimde dinî kurumların seküler kurumlardan ayrılması olarak görmek
kolay olsa da, hepsi bundan ibaret değildir.
Soyut
olarak koyulduğunda, bu ayrılığın örneklerini Orta Çağ Hristiyanlığında ve
İslam imparatorluklarında da –ve kuşkusuz başka yerlerde de- bulabiliriz.
‘Sekülarizmin’ ayırt edici yönü yeni ‘din’,
‘etik’, ve ‘siyaset’ kavramları ve bunlarla ilişkili yeni kurallar
öngörmesidir”.
Buraya
kadar yer verdiğimiz kavramların yanlış kullanımı nedeniyle ortaya çıkan teorik
problemlerin, hacimli bir külliyat oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bu
tartışmanın önemi, seküler ile modern arasında kurulan ilişkiye, yeni tip bir
modernleşme (veya sekülerleşme) önerisinin eklemlenmesinde yatar: din veya
büyüden vazgeçmeden modernleşmek.
Seküler
ve Dinsel
Dine
ilişkin bir tanımın kaçınılmaz uğrak noktası, toplumsal gerçeklik olmak
durumundadır.
Bu
nedenle, dinin bağlı olduğu koşullara paralel olarak, insanların ‘dinî’ olarak
kategorize ettikleri şeylere ilişkin algıları ve bu algının unsurlarını bir
araya getirme tarzlarını söz konusu etmek, dinî olanla seküler olanın
ayrıştırılmasının ön şartıdır.
İlk
olarak, seküler ve dinsel arasındaki ilişki tek yönlü değil diyalektiktir, iç
içe geçişler söz konusudur.
İkincisi seküler ile dinsel arasındaki ayrım
ya da sınırlar, evrensel değil tarihsel ve toplumsaldır.
İç
içe geçişlerin nerede başlayıp nerede bittiği ise ancak özgül koşullarda
değerlendirilebilir.
Üçüncüsü
ise bu kategoriler bağlamında birey, sürekli bir gerilim hâlindedir.
Bunun
nedeni seküler ve dinsel kategorilerinin insanın bilişsel yapısına içkin
olmasıdır.
“Günümüzde dindarlık var olduğu gibi, eski
dönemde seküler tutumlar da var olmuş olabilir.
Kutsal, sadece eski dönemlere has, sabit
bir olgu değildir.
Çünkü ünlü din bilimci Eliade’ın vurguladığı
üzere, ‘kutsal, insan bilincinin tarihinde bir aşama değil, bilincinin yapısı
içinde bir unsurdur’.
Dolayısıyla o, insan zihninin yapısal bir
unsurudur ve insan var olduğu sürece, kutsalın tezahürü de toplumsal hayatta
varlığını sürdürecektir”.
Berger’in sekülerleşme teorisi ve yeni dinsel
yönelimlere ilişkin çeşitli çalışmalarından çıkan sonuca göre sekülerleşme,
modernleşmenin kaçınılmaz bir sonucu değildir.
Taylor ise “sekülarizmin modernliğin başlarında Batı
Hristiyan toplumunun siyasi sorunlarına – her şeyden önce yıkıcı din
savaşlarına- yanıt olarak ortaya çıkmış olmasına karşın, modernleşmiş bütün
gayri Hristiyan toplumlara da uygulanabilir olduğunda ısrar edenler
arasındadır”.
Taylor ve Berger, Batı dışı toplumlar için benzer
şeyler öneriyor.
Fakat dikkat edilirse önerilerinde Taylor sekülarizmi,
Berger ise moderniteyi evrensel sistemler olarak kurguluyor.
Bu tip argümanların koca bir yekûn tutması tesadüf
olabilir mi?
Altun’un modernleşme kuramları üzerine çalışması bu
soruya her zaman iyimser bir yanıt verilemeyeceğini ifade ediyor.
Modernleşme kuramları, modernitenin Batı dışı
toplumlar için bir amaç olduğunu ve bu toplumların her biri için farklı
reçeteler bulunduğunu iddia eden entelektüel bir sistemdir.
Modernleşme kuramları modernleşmeyi devrimci,
kompleks, sistematik, küresel, uzun vadeli, tedrici, homojen, ilerlemeci ve
geri döndürülemez bir süreç olarak tanımlamakta ve ABD şahsında mükemmel bir
temsile eriştiğini iddia etmektedir.
İlk Çağ, Orta Çağ ve Modern Dönem Batı dünyasında
Tanrı kavramını -yedeğindeki din kavramını da dâhil edebiliriz- ve toplumsal iz
düşümünü soruşturduğu makalesinde, Tanrı kavrayışının toplumsal yapı ve
işlevlerle organik bir ilişki içinde olduğunu belirtmektedir.
Seküler ve dinsel arasındaki ilişki, siyaset ve din
arasındaki ilişkinin niteliğiyle kayıtlıdır.
Siyasi gerçeklik, modernliğin homojen nitelikte olduğu
söylemini temellendiren sekülarist ilkeleri dayatarak ya da Rawls’ta olduğu gibi
örtük olarak bu ilkeleri benimseyen mutabakat yolları arayarak, seküler iktidar
seçkinlerinin veya entelektüellerin birçok kriz durumunda alacağı kararı
belirlemektedir.
Burada seküler ve dinsel açısından iki temel sorunsal
devreye girer: faillik ve niyet.
Seküler bir devletin, siyasal veya iktisadi olarak
gerekçelendirdiği bir uygulama, pekâlâ yurttaşların dinî duyarlılıklarla ya da
dinî niyetlerle desteklediği bir uygulama olabilir.
Şu hâlde bu iki
kategori, sekülarizmin aralarındaki geçişliliği görmezden geldiği, ek olarak
ayrımın nesnel veya evrensel bir nitelikten ziyade, ulus devletin inşasında
somutlaşan ideoloji yorumuyla yakından alakası olduğu şeklinde anlaşılmalıdır.
O hâlde sekülarizm, siyasi, iktisadi ve kültürel
süreçler eliyle küreselleşirken, uğrak noktalarındaki özgül siyasi koşullara
göre yorumlanan bir kök paradigma olarak egemenlik kurmaktadır.
Özgül koşullar, hem Batı’da hem de Batı dışında ortaya
konulan uygulamaları belirlemektedir.
“Fransa’da hem
aşırı merkezîleşmiş devlet hem de yurttaşlar seküler olmasına karşın,
İngiltere’de devlet Resmî Kilise’ye bağlıdır ama yurttaşların pek azı
dindardır; ABD’deyse nüfusun çoğu dindardır ama federal devlet sekülerdir”.
Göle’nin Batı dışı modernlikler kavramı ise sürecin
Batı dışı coğrafyalardaki gelişimini anlatmaktadır.
Ancak sekülarizm ve beraberinde gelen seküler ve
dinsel kategorilerinin, bütünüyle ulus devlete bağımlı olduğu anlaşılmamalıdır.
Aksine sekülarizmin gelişimine bağlı olarak bu ikisi,
Soğuk Savaş sonrasında çok daha net bir biçimde uluslararası sistemin
etkilerine açık hâle gelmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder