3 Aralık 2022 Cumartesi

 PİERRE BOURDİEU - 4

 

5.    Bourdieu ve Beden

Pierre Bourdieu, hemen her çalışmasında doğrudan ya da dolaylı olarak tahakküm sorunu üzerinde düşünmüştür.

Tahakküm kavramı gerçekten de Pierre Bourdieu’nun kavramsal evrenini anlamak için kritik bir öneme sahiptir ve Bourdieu’nun kavramsal evrenine genel bir bakış, onun sosyolojik yaklaşımının kalbinde yatan kavramın tahakküm olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Tahakküm süreçlerinin işleyişini anlamamızda başka bir kritik uğrak da bir toplumsal mücadele alanı olarak “beden” ve bedenle kurulan ilişki olabilir.

 Söz gelimi yemek konusundaki beğeniler kişinin sosyal yaşamdaki konumu ve dünyaya bakışı ile ilintili kabul edilebilir.

Bu konum ve bakış doğrudan kişinin kendi bedeniyle olan ilişkisini bir biçimde etkileyecektir.

Bir sınıf için sahip olduğu, önemsediği değerler yemeğe bakışını etkileyen belirleyicilere dönüşebilir.

Güzellik, estetik kaygısı, sağlıklı yaşam arzusu ile güçlü olmak, dayanıklı olmak arasındaki koordinat düzleminde sınıfların yemek pratikleri farklılaşır.

Yine söz gelimi; ayrıcalıklı sınıfların aksine işçi sınıfı bedenlerinin güçlü kalmasına, dolayıyla ucuz ve besleyici yemeklere daha çok önem verir.

Bu açıdan, “beden,  (sahip olunan) beğenilerin maddileşmiş formudur.”

Özetlersek, buradaki ana fikir sosyal yaşam içinde var olmak, bir konum işgal etmek, farklı olmak ve farklılaştırmak pratikleri ile iç içedir.

Bu pratikler sahip olunan sermaye türleri ve kullanım tarzlarıyla gelişir.

VW, Volvo, Mercedes, Ford, golf, tenis, futbol, şampanya, şarap, bira vb. “işaretler” farklı dünya görüşlerinin ayırıcı özelliklerine işaret eder.

Wacquant’ın deyişiyle, “tanıma ve yanlış tanıma üzerinden kurulan bir iktidar paradigması” olarak anlaşılabilecek Eril Tahakküm kitabının hemen başında Bourdieu “eğer gerçekleştirdiği araştırmaların mantığı onu zorlamamış olsa” bu kadar zor bir konuya girişmeyeceğine işaret etmektedir.

Bourdieu  “doxa paradoksu” (paradox of doxa) dediği şeyden ne kadar etkilendiğine vurgu yaparak; “tüm çıkmazlarına, zorunluluklarına, adaletsizliklerine ve yaptırımlarına rağmen” kurulu düzenin ve bu düzen üzerinden yürüyen tahakküm ilişkilerinin nasıl bu kadar  doğal görüldüğü ve kabul edildiği üzerinde düşünmenin kendisini ne kadar cezbettiğinden bahsetmektedir.

Bourdieu’ya göre “doxanın (...) siyasal içermeleri en iyi şekilde kadınlar üzerinde uygulanan sembolik şiddette görülür”.

Bourdieu burada toplumsal ve tarihsel olarak kurulan bir tahakküm biçiminin nasıl tarih dışı bir kategori olarak değerlendirildiğini, ebedileştirildiğini, doğallaştırıldığını ve içselleştirildiğini ele almaktadır.

Bourdieu’nun esas kaygısı cinsiyetler arasındaki eşitsiz ilişkileri doğallaştıran her türlü etkiyi açığa çıkarmak ve bu etkilerin iktidarın toplumsal temelleri üzerinde nasıl inşa edildiğini göstermektir.

Bu ayrımların kurulmasında ve doğallaştırılmasında sembolik iktidar ve şiddet mekanizmaları oldukça etkin bir görev görürler.

Erkek egemen bakış açısının kurucu öge olduğu bir toplumsal düzende yaşam döngüsü zamansal ve mekânsal olarak eril tahakkümün kodlarına göre kurgulanmıştır.

Bourdieu, kadınların tahakküm karşısındaki mevcut direnme biçimlerinin çoğu zaman erkeklerin hâkim dünya görüşüne ait biçimler olduğuna işaret eder ve Lucien Bianco’nun Çin’deki köylü direnişini yorumlarken söylediği bir söze atıfta bulunur: “Zayıfların silahları daima zayıf silahlardır.”.

Bourdieu’nun vurguladığı üzere eril tahakkümün üzerine inşa edildiği cinsiyet farklılıkları tüm toplumsal kozmosu düzenleyen bir zıtlıklar dizgesi içinde bulunmaktadır.

Cinsel farklılıklara göndermede bulunan bu zıtlıklara belirli toplumsal ve kültürel kodlar atfedilmiştir.

Burada vurucu olan nokta eril tahakkümün kendisini zıtlıkların içinde gizlemesidir.

Yukarı/aşağı, üst/alt, kamusal/özel, kuru/ıslak, sağ/sol, aktif/pasif, hareketli/hareketsiz gibi zıtlıklar erkekler ve kadınlar arasındaki eşitsiz cinsel ilişkilerin içselleştirilmesine ve ebedileştirilmesine katkıda bulunurlar.

Bu farklar sadece sözcükler üzerinden değil, performanslar düzleminde de işlemektedirler.

Örneğin; erkek sadece algısal alanda “üst”te yer almamaktadır.

Bu zıtlıkların büyük bir bölümü cinsel birleşme eyleminde de karşılığını bulan zıtlıklardır.

Söz gelimi; kadının bir cinsel birleşme sırasında üstte olması bir yönetme emaresi olarak görüldüğü için “şeylerin düzeni”ne aykırıdır ve buna uygun olarak da reddedilir.

Eril tahakküm “şeylerin düzeni” içinde saklıdır.

Farklılıklar ve eşitsizlikler sadece düşünsel kategorilerde değil, jestlerde, davranışlarda, bireylerin tüm eylemlerinde somutlaşırlar.

Toplumsal cinsiyetin kendisi de “cinsel biçimde karakterize edilmiş bir habitus”tur.

Eril tahakküm çalışmasının ve tüm Bourdieu sosyolojisinin en heyecan verici taraflarından biri beden sorunu üzerine yapılan değerlendirmelerdir.

Bourdieu’ya göre toplumsal dünya bedeni cinsel olarak tanımlanmış bir gerçeklik olarak kurmaktadır.

Cinsiyetler arasındaki biyolojik farklılıklar, özel olarak erkek ve kadın cinsel organları arasındaki anatomik fark, cinsiyetler arasında toplumsal olarak kurgulanmış farkların doğal bir meşrulaştırıcısı işlevi görür.

Bu işlevin gerçekleştirilmesinde “iktidar tarafından şekillendirilmiş olan beden, habitusların hem kaynağı hem de aracısıdır”.

Bedenin sahip olduğu özellikler eril tahakküm penceresinden bakıldığında zaten doğası ve şeylerin düzeni gereği olması gereken özelliklerdir.

Bourdieu’ya göre eril tahakküm sadece “şeylerin düzeni”ne değil, bedenlere de işlenmiştir ve “bedenlerin hareketleri üzerinden eril ve dişil farklılıklar yeniden üretilmektedir.”.

Bu çerçevede bedensel farklara etik bir boyut da katılmaktadır.

Örneğin; Kabil toplumunda bir onur göstergesi olan burnun büyüklüğüyle penisin büyüklüğü arasında bir orantı kurulmuştur.

Burada olumlu bir işlev gören bedensel farklara atfedilen anlam, kadınlar üzerinden olumsuzlayıcı bir pratik olarak işlev görür.

Söz gelimi; Kabil dilinde vajina anlamına gelen iki kelimeden birinin aptallık, diğerinin de olumsuzlayıcı anlamında yapışkan anlamına gelmesi ya da Kabil toplumunda doğurganlığın, dolayısıyla dişiliğin bir simgesi olan yumurtanın küçültücü bir bakışa konu edilmesi gibi.

Bourdieu, Avrupa geleneğinde de cesaretin erkeğin anatomik özellikleriyle eşleştirildiğine dikkat çekmektedir:

“Testisleri olmak” (“to have balls”) deyiminin cesurluğu nitelendirmesi gibi.

Eril tahakkümün hükümranlığı sürdürdüğü bedensel farkların yanı sıra bedenle ilişkili aksesuarlar da bu tahakküm algısının ışığında değerlendirilmektedir.

Örneğin kemer - Kabil toplumunda- basit bir nesne değil, vajinayı koruyan kutsal bir engel, bir “kapanış işareti”dir.

Belindeki kemeri sıkılaştırmış bir kadın “iffetli” ve “bozulmamış” olarak görülür.

Eril tahakküm düzeni içinde kadına bedenini nasıl kullanması gerektiği öğretilir ve bu bir süre sonra farkında olmadan ve doğalmış gibi yinelenen tekrarlarla kalıcılaşır.

İtaat, küçük kızın kadına dönüşüm sürecinde bedenini üstünden işleyen eğilimleri içselleştirmesiyle gerçekleşmektedir.

Küçük kız, genç bakire, anne, kadın, dul gibi tüm olası kadın modellerinin nasıl davrandığı ve davranması gerektiğinin öğretilmesi ve kabul ettirilmesi  eril tahakkümün yön verdiği sosyalizasyon sürecinin esas başarısıdır.  

Örneğin; erkek çocuğunun ilk kez saçının kesilmesi, algısal olarak dişil özellik taşıyan saçın eril bedenden ayrılışı ve erkek çocuğun dişil taraftan, annesinin tarafından babasının tarafına geçişinin bir işaretidir.

 Giyim kuşam, yürüyüş, konuşma, davranış ve cinsel pratikler temelde aktif erkek-pasif kadın ayrımı üzerinden sınıflandırılmıştır ve bu sınıflandırma dişil arzunun itaatkârlığını ve eril sahip olma tutkusunu “yaratır, düzenler, ifade eder ve yönlendirir” .

Bourdieu için eril tahakküme dayalı dünya görüşünün kurucu ögesi fallus değildir; aksine bu dünya görüşünün kendisi fallusu kurumsallaştırmıştır.

Bu çerçeveden hareketle, Bourdieu’nun diğer bir önemli vurgusu eril sosyodisinin gücünün tahakküm ilişkilerinin aslında toplumsal bir kurgu olan cinsiyetlere biyolojik bir doğa katarak meşrulaştırmasından gelmektedir.

 Toplumsal düzenin ve eril tahakkümün kuruluşunu sağlayan sınıflandırıcı ayrımlar bedensel hexis ve habitus üzerinden somutlaşan bir dünya görüşü ve bölüşümünün sonucudur.

Bu bölüşümün sonucunda erkek dışsal, kamusal bir konumda ve “yukarda” kalmaktayken, kadın –mitik aklın doğal tasnifi sonucunda- kapalı ve aşağıda kalır.

Bu düzen içinde kadınlar tüm yaşam süreçleri boyunca sadece “mitik akla göre olmaları gereken şey”e dönüşürler.

 Beden toplumsal olarak ikili bir belirlenimin alanıdır.

Bir yandan en doğal yönleriyle bile (boyu, kilosu, kas yapısı vb.) yeme içme alışkanlıkları ve çalışma koşulları gibi faktörlerle şekillenmiş toplumsal bir ürünken; diğer yandan sahip olunan bedensel özellikler, değerlendirmeyi yapanların işgal ettikleri toplumsal konuma göre şekillenmiş bir algı şeması üzerinden değerlendirilmektedir. 

Bedenin bu yapısına ve yaşam sürecine yapılan bu vurgu bize erkekliğin hem bireylerin yaşamı boyunca farklı biçimlerde algılanabileceğine işaret eden yaşam süreci perspektifi, hem de erkekliğin kültürel etkileşimlerin sonucunda şekillendiğini savunan toplumsal inşacı model açısından sağladığı katkı açıktır.

Bourdieu’nun yaklaşımı ve bedenin rolüne yaptığı özel vurgu bu iki farklı yaklaşımı bir arada düşünme ve kullanma şansımızı arttırmaktadır.

Eril tahakkümü yaratan kurumlar erkek bedeninin erkekleşmesi, kadın bedeninin kadınsılaşması süreçleri içinde erkekliği hep bir asalet durumu olarak kodlamaktadır.

Bourdieu “patriarşinin farklı türlerini ve bu türlerin farklı iktidar alanları ile olan (feodal, tarımsal kapitalist, sanayi kapitalist vb.) tarihsel bağını işlememiş” olsa da kurumların patriarşinin varlığını sürdürmesindeki yeniden üretici dayandığı genel mantığı ustalıkla göstermiştir.

Erkekliğin kurulması ve devam ettirilmesinde kurumlar kendi tikel çıkarlarını – tipik bir egemen refleksle- sanki evrensel çıkarlarmış gibi göstermektedirler.

 Bununla birlikte eril tahakkümün sürdürülmesinde kurumlar  tek ve mutlak belirleyiciler değildir.

Örneğin; moda ve kozmetik sektörü kadınların bedenlerinden duydukları kaygı üzerinde oynadıkları inkâr edilemez.

Ama burada kurumların etkisi var olan eğilimlerin güçlendirilmesi yönündedir.

Bir başka deyişle kadının fiziksel yetersizlik hissini yaratan şey bu kurumlar değildir, kurumları yaratan şey bu hissin onaylandığı pratiklerdir.

Bourdieu’ya göre, bu paradoks ekseninde, erkeklerin hala kamusal alanı ve iktidar alanına hükmetmesinin nedeni kadınların yaşam koşullarındaki görece değişimlerin altında hala erkek ve kadın arasındaki geleneksel ayrımın yatmasıdır.

Bu ayrımı yeniden üreten üç faktör vardır:

Birincisi, kadınların kariyer alanında ağırlıklı olarak yaptıkları işler onların ev içindeki işlevlerinin bir uzantısıdır (eğitim, sağlık ve bakım gibi).

İkincisi, kadınların erkekler üzerinde bir otorite kuramamasıdır.

Üçüncüsü, teknik işler ve makinelerle uğraşmanın erkeklerin tekelinde olmasıdır. 

Tüm bu temel üzerinde değişimi asıl zorlaştıran unsur –sembolik iktidar ve şiddetin de katkısıyla- kadınların sosyalizasyon sürecinin toplumsal alandaki hâkim eril dünya görüşünün içselleştirilmesi yoluyla olmasıdır.

Bu içselleştirme süreci bilinçlilik alanının altında, bedenden bedene pratik aktarımıyla gerçekleşmektedir.

Sabitlikleri sürdüren, dolayısıyla cinsiyet farklılıklarına dayanan eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı zorlaştıran bir diğer unsur sembolik mübadelenin mantığının değişmemesidir.

Kadınların yaptıkları ev içi işlerin parasal bir karşılığı olmaması, eril tahakkümün yayılmasında önemli bir kurumsal aracı olan ailenin içinde (“tüm aileyi bir araya getiren yemekler, kutlamalar düzenlemek” vb.) sembolik sermayenin üretilmesi ve yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktadır.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...