PİERRE BOURDİEU - 4
5. Bourdieu
ve Beden
Pierre
Bourdieu, hemen her çalışmasında doğrudan ya da dolaylı olarak tahakküm
sorunu üzerinde düşünmüştür.
Tahakküm
kavramı gerçekten de Pierre Bourdieu’nun kavramsal evrenini anlamak için kritik
bir öneme sahiptir ve Bourdieu’nun kavramsal evrenine genel bir bakış, onun
sosyolojik yaklaşımının kalbinde yatan kavramın tahakküm olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır.
Tahakküm
süreçlerinin işleyişini anlamamızda başka bir kritik uğrak da bir
toplumsal mücadele alanı olarak “beden” ve bedenle kurulan ilişki olabilir.
Söz
gelimi yemek konusundaki beğeniler kişinin sosyal yaşamdaki konumu ve dünyaya
bakışı ile ilintili kabul edilebilir.
Bu
konum ve bakış doğrudan kişinin kendi bedeniyle olan ilişkisini bir
biçimde etkileyecektir.
Bir
sınıf için sahip olduğu, önemsediği değerler yemeğe bakışını etkileyen
belirleyicilere dönüşebilir.
Güzellik,
estetik kaygısı, sağlıklı yaşam arzusu ile güçlü olmak, dayanıklı olmak
arasındaki koordinat düzleminde sınıfların yemek pratikleri farklılaşır.
Yine
söz gelimi; ayrıcalıklı sınıfların aksine işçi sınıfı bedenlerinin güçlü
kalmasına, dolayıyla ucuz ve besleyici yemeklere daha çok önem verir.
Bu
açıdan, “beden, (sahip olunan) beğenilerin maddileşmiş formudur.”
Özetlersek,
buradaki ana fikir sosyal yaşam içinde var olmak, bir konum işgal etmek,
farklı olmak ve farklılaştırmak pratikleri ile iç içedir.
Bu
pratikler sahip olunan sermaye türleri ve kullanım tarzlarıyla gelişir.
VW,
Volvo, Mercedes, Ford, golf, tenis, futbol, şampanya, şarap, bira vb.
“işaretler” farklı dünya görüşlerinin ayırıcı özelliklerine işaret eder.
Wacquant’ın
deyişiyle, “tanıma ve yanlış tanıma üzerinden kurulan bir iktidar
paradigması” olarak anlaşılabilecek Eril Tahakküm kitabının hemen başında
Bourdieu “eğer gerçekleştirdiği araştırmaların mantığı onu zorlamamış olsa” bu
kadar zor bir konuya girişmeyeceğine işaret etmektedir.
Bourdieu “doxa
paradoksu” (paradox of doxa) dediği şeyden ne kadar etkilendiğine vurgu
yaparak; “tüm çıkmazlarına, zorunluluklarına, adaletsizliklerine ve
yaptırımlarına rağmen” kurulu düzenin ve bu düzen üzerinden yürüyen tahakküm
ilişkilerinin nasıl bu kadar doğal görüldüğü ve kabul edildiği
üzerinde düşünmenin kendisini ne kadar cezbettiğinden bahsetmektedir.
Bourdieu’ya
göre “doxanın (...) siyasal içermeleri en iyi şekilde kadınlar üzerinde
uygulanan sembolik şiddette görülür”.
Bourdieu
burada toplumsal ve tarihsel olarak kurulan bir tahakküm biçiminin nasıl tarih
dışı bir kategori olarak değerlendirildiğini, ebedileştirildiğini,
doğallaştırıldığını ve içselleştirildiğini ele almaktadır.
Bourdieu’nun
esas kaygısı cinsiyetler arasındaki eşitsiz ilişkileri doğallaştıran her türlü
etkiyi açığa çıkarmak ve bu etkilerin iktidarın toplumsal temelleri üzerinde
nasıl inşa edildiğini göstermektir.
Bu
ayrımların kurulmasında ve doğallaştırılmasında sembolik iktidar ve şiddet
mekanizmaları oldukça etkin bir görev görürler.
Erkek
egemen bakış açısının kurucu öge olduğu bir toplumsal düzende yaşam döngüsü
zamansal ve mekânsal olarak eril tahakkümün kodlarına göre kurgulanmıştır.
Bourdieu,
kadınların tahakküm karşısındaki mevcut direnme biçimlerinin çoğu zaman
erkeklerin hâkim dünya görüşüne ait biçimler olduğuna işaret eder ve
Lucien Bianco’nun Çin’deki köylü direnişini yorumlarken söylediği bir söze
atıfta bulunur: “Zayıfların silahları daima zayıf silahlardır.”.
Bourdieu’nun
vurguladığı üzere eril tahakkümün üzerine inşa edildiği cinsiyet
farklılıkları tüm toplumsal kozmosu düzenleyen bir zıtlıklar dizgesi içinde
bulunmaktadır.
Cinsel
farklılıklara göndermede bulunan bu zıtlıklara belirli toplumsal ve
kültürel kodlar atfedilmiştir.
Burada
vurucu olan nokta eril tahakkümün kendisini zıtlıkların içinde gizlemesidir.
Yukarı/aşağı,
üst/alt, kamusal/özel, kuru/ıslak, sağ/sol, aktif/pasif, hareketli/hareketsiz
gibi zıtlıklar erkekler ve kadınlar arasındaki eşitsiz cinsel ilişkilerin
içselleştirilmesine ve ebedileştirilmesine katkıda bulunurlar.
Bu
farklar sadece sözcükler üzerinden değil, performanslar düzleminde de
işlemektedirler.
Örneğin;
erkek sadece algısal alanda “üst”te yer almamaktadır.
Bu
zıtlıkların büyük bir bölümü cinsel birleşme eyleminde de karşılığını
bulan zıtlıklardır.
Söz
gelimi; kadının bir cinsel birleşme sırasında üstte olması bir yönetme
emaresi olarak görüldüğü için “şeylerin düzeni”ne aykırıdır ve buna uygun
olarak da reddedilir.
Eril
tahakküm “şeylerin düzeni” içinde saklıdır.
Farklılıklar
ve eşitsizlikler sadece düşünsel kategorilerde değil, jestlerde,
davranışlarda, bireylerin tüm eylemlerinde somutlaşırlar.
Toplumsal
cinsiyetin kendisi de “cinsel biçimde karakterize edilmiş bir habitus”tur.
Eril
tahakküm çalışmasının ve tüm Bourdieu sosyolojisinin en heyecan verici
taraflarından biri beden sorunu üzerine yapılan değerlendirmelerdir.
Bourdieu’ya
göre toplumsal dünya bedeni cinsel olarak tanımlanmış bir gerçeklik olarak
kurmaktadır.
Cinsiyetler
arasındaki biyolojik farklılıklar, özel olarak erkek ve kadın cinsel
organları arasındaki anatomik fark, cinsiyetler arasında toplumsal olarak
kurgulanmış farkların doğal bir meşrulaştırıcısı işlevi görür.
Bu
işlevin gerçekleştirilmesinde “iktidar tarafından şekillendirilmiş olan beden,
habitusların hem kaynağı hem de aracısıdır”.
Bedenin
sahip olduğu özellikler eril tahakküm penceresinden bakıldığında zaten doğası
ve şeylerin düzeni gereği olması gereken özelliklerdir.
Bourdieu’ya
göre eril tahakküm sadece “şeylerin düzeni”ne değil, bedenlere de
işlenmiştir ve “bedenlerin hareketleri üzerinden eril ve dişil
farklılıklar yeniden üretilmektedir.”.
Bu
çerçevede bedensel farklara etik bir boyut da katılmaktadır.
Örneğin;
Kabil toplumunda bir onur göstergesi olan burnun büyüklüğüyle penisin büyüklüğü
arasında bir orantı kurulmuştur.
Burada
olumlu bir işlev gören bedensel farklara atfedilen anlam, kadınlar
üzerinden olumsuzlayıcı bir pratik olarak işlev görür.
Söz
gelimi; Kabil dilinde vajina anlamına gelen iki kelimeden birinin aptallık,
diğerinin de olumsuzlayıcı anlamında yapışkan anlamına gelmesi ya da Kabil
toplumunda doğurganlığın, dolayısıyla dişiliğin bir simgesi olan yumurtanın
küçültücü bir bakışa konu edilmesi gibi.
Bourdieu,
Avrupa geleneğinde de cesaretin erkeğin anatomik özellikleriyle
eşleştirildiğine dikkat çekmektedir:
“Testisleri
olmak” (“to have balls”) deyiminin cesurluğu nitelendirmesi gibi.
Eril
tahakkümün hükümranlığı sürdürdüğü bedensel farkların yanı sıra bedenle
ilişkili aksesuarlar da bu tahakküm algısının ışığında değerlendirilmektedir.
Örneğin
kemer - Kabil toplumunda- basit bir nesne değil, vajinayı koruyan kutsal
bir engel, bir “kapanış işareti”dir.
Belindeki
kemeri sıkılaştırmış bir kadın “iffetli” ve “bozulmamış” olarak görülür.
Eril
tahakküm düzeni içinde kadına bedenini nasıl kullanması gerektiği öğretilir ve
bu bir süre sonra farkında olmadan ve doğalmış gibi yinelenen tekrarlarla
kalıcılaşır.
İtaat,
küçük kızın kadına dönüşüm sürecinde bedenini üstünden işleyen eğilimleri
içselleştirmesiyle gerçekleşmektedir.
Küçük
kız, genç bakire, anne, kadın, dul gibi tüm olası kadın modellerinin nasıl
davrandığı ve davranması gerektiğinin öğretilmesi ve kabul
ettirilmesi eril tahakkümün yön verdiği sosyalizasyon sürecinin esas
başarısıdır.
Örneğin;
erkek çocuğunun ilk kez saçının kesilmesi, algısal olarak dişil özellik taşıyan
saçın eril bedenden ayrılışı ve erkek çocuğun dişil taraftan, annesinin
tarafından babasının tarafına geçişinin bir işaretidir.
Giyim
kuşam, yürüyüş, konuşma, davranış ve cinsel pratikler temelde aktif erkek-pasif
kadın ayrımı üzerinden sınıflandırılmıştır ve bu sınıflandırma dişil arzunun
itaatkârlığını ve eril sahip olma tutkusunu “yaratır, düzenler, ifade eder
ve yönlendirir” .
Bourdieu
için eril tahakküme dayalı dünya görüşünün kurucu ögesi fallus değildir; aksine
bu dünya görüşünün kendisi fallusu kurumsallaştırmıştır.
Bu
çerçeveden hareketle, Bourdieu’nun diğer bir önemli vurgusu eril
sosyodisinin gücünün tahakküm ilişkilerinin aslında toplumsal bir kurgu olan
cinsiyetlere biyolojik bir doğa katarak meşrulaştırmasından gelmektedir.
Toplumsal
düzenin ve eril tahakkümün kuruluşunu sağlayan sınıflandırıcı ayrımlar
bedensel hexis ve habitus üzerinden somutlaşan bir dünya görüşü ve
bölüşümünün sonucudur.
Bu
bölüşümün sonucunda erkek dışsal, kamusal bir konumda ve “yukarda”
kalmaktayken, kadın –mitik aklın doğal tasnifi sonucunda- kapalı ve aşağıda
kalır.
Bu
düzen içinde kadınlar tüm yaşam süreçleri boyunca sadece “mitik akla göre
olmaları gereken şey”e dönüşürler.
Beden
toplumsal olarak ikili bir belirlenimin alanıdır.
Bir
yandan en doğal yönleriyle bile (boyu, kilosu, kas yapısı vb.) yeme içme
alışkanlıkları ve çalışma koşulları gibi faktörlerle şekillenmiş toplumsal
bir ürünken; diğer yandan sahip olunan bedensel özellikler, değerlendirmeyi
yapanların işgal ettikleri toplumsal konuma göre şekillenmiş bir algı şeması
üzerinden değerlendirilmektedir.
Bedenin
bu yapısına ve yaşam sürecine yapılan bu vurgu bize erkekliğin hem
bireylerin yaşamı boyunca farklı biçimlerde algılanabileceğine işaret eden
yaşam süreci perspektifi, hem de erkekliğin kültürel etkileşimlerin sonucunda
şekillendiğini savunan toplumsal inşacı model açısından sağladığı katkı
açıktır.
Bourdieu’nun
yaklaşımı ve bedenin rolüne yaptığı özel vurgu bu iki farklı yaklaşımı bir
arada düşünme ve kullanma şansımızı arttırmaktadır.
Eril
tahakkümü yaratan kurumlar erkek bedeninin erkekleşmesi, kadın bedeninin
kadınsılaşması süreçleri içinde erkekliği hep bir asalet durumu olarak
kodlamaktadır.
Bourdieu
“patriarşinin farklı türlerini ve bu türlerin farklı iktidar alanları ile olan
(feodal, tarımsal kapitalist, sanayi kapitalist vb.) tarihsel bağını
işlememiş” olsa da kurumların patriarşinin varlığını sürdürmesindeki yeniden
üretici dayandığı genel mantığı ustalıkla göstermiştir.
Erkekliğin
kurulması ve devam ettirilmesinde kurumlar kendi tikel çıkarlarını – tipik bir
egemen refleksle- sanki evrensel çıkarlarmış gibi göstermektedirler.
Bununla
birlikte eril tahakkümün sürdürülmesinde kurumlar tek ve mutlak
belirleyiciler değildir.
Örneğin;
moda ve kozmetik sektörü kadınların bedenlerinden duydukları kaygı üzerinde
oynadıkları inkâr edilemez.
Ama
burada kurumların etkisi var olan eğilimlerin güçlendirilmesi yönündedir.
Bir
başka deyişle kadının fiziksel yetersizlik hissini yaratan şey bu kurumlar
değildir, kurumları yaratan şey bu hissin onaylandığı pratiklerdir.
Bourdieu’ya
göre, bu paradoks ekseninde, erkeklerin hala kamusal alanı ve iktidar
alanına hükmetmesinin nedeni kadınların yaşam koşullarındaki görece
değişimlerin altında hala erkek ve kadın arasındaki geleneksel ayrımın
yatmasıdır.
Bu
ayrımı yeniden üreten üç faktör vardır:
Birincisi,
kadınların kariyer alanında ağırlıklı olarak yaptıkları işler onların ev
içindeki işlevlerinin bir uzantısıdır (eğitim, sağlık ve bakım gibi).
İkincisi,
kadınların erkekler üzerinde bir otorite kuramamasıdır.
Üçüncüsü,
teknik işler ve makinelerle uğraşmanın erkeklerin tekelinde olmasıdır.
Tüm
bu temel üzerinde değişimi asıl zorlaştıran unsur –sembolik iktidar ve şiddetin
de katkısıyla- kadınların sosyalizasyon sürecinin toplumsal alandaki hâkim eril
dünya görüşünün içselleştirilmesi yoluyla olmasıdır.
Bu
içselleştirme süreci bilinçlilik alanının altında, bedenden bedene pratik
aktarımıyla gerçekleşmektedir.
Sabitlikleri
sürdüren, dolayısıyla cinsiyet farklılıklarına dayanan eşitsizlikleri ortadan
kaldırmayı zorlaştıran bir diğer unsur sembolik mübadelenin mantığının
değişmemesidir.
Kadınların
yaptıkları ev içi işlerin parasal bir karşılığı olmaması, eril tahakkümün
yayılmasında önemli bir kurumsal aracı olan ailenin içinde (“tüm aileyi
bir araya getiren yemekler, kutlamalar düzenlemek” vb.) sembolik sermayenin
üretilmesi ve yeniden üretilmesine katkıda bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder