4 Aralık 2022 Pazar

  İNGİLİZ VE AMERİKAN HEGEMONYALARI - 3

 

Gramsci - Dünya Sistemi Sentezi Arrighi’nin Hegemonya Analizi

 Hegemonya kavramını, özgül bir teorik yaklaşımın merkezi kavramı olarak kullanan bir diğer kuram ise Immanuel Wallerstein’in formüle ettiği Dünya Sistemi Kuramıdır.

  Dünya Sistemi Kuramının analiz birimi “tek bir işbölümü ve çok sayıda kültürel sistem”den oluşan dünya sistemidir.

 Wallerstein’a göre tarihsel olarak dünya imparatorlukları ve dünya ekonomisi biçiminde iki farklı dünya sisteminden söz edilebilir.

 Dünya imparatorluğu kapitalizm öncesi dünya sisteminin temel formunu oluştururken, üretimin piyasaya dönük olarak kâr amacıyla örgütlendiği, merkez ile çevre arasındaki eşitsiz değişime dayanan bir sistem olan kapitalizmin doğuşuyla ortaya çıkan “modern dünya sistemi”, dünya ekonomisine dayanır.

 Dünya imparatorluğunda tek bir siyasi yapı, merkez ve çevre arasındaki işbölümünü zor aygıtları yoluyla tahkim ederken “modern dünya sistemi” tek bir devletin merkez coğrafyaları denetim altına alması olanaklı olmadığı için bir dünya ekonomisidir.

 Dünya Sistemi Kuramı, devlet iktidarını sınıflar arası ilişkilerden türeten Neo-Gramsciyen yaklaşımın aksine, devlet gücünü dünya ekonomisindeki işbölümünün bir türevi olarak ele alır.

 Buna göre merkezde güçlü devletler yer alırken, çevrede zayıf devletler sıralanır.

  Bu kuramda toplumsal güçlerin niteliği de dünya ekonomisindeki işbölümüyle açıklanır.

  Merkezde emek denetimi ücretli emek formuna dayanırken, çevrede bağımlı emek kategorisi yaygındır.

 Öte yandan Dünya Sistemi Kuramı, kapitalizmi özgül bir üretim tarzı olarak tanımlamak yerine, işbölümü ve uzmanlaşmanın genişlemesi ile açıklar.

 Kapitalizmi mübadele ilişkilerine dayalı olarak ele alması nedeniyle, kapitalist gelişmenin ancak üretim alanının incelenmesiyle kavranabilecek temel dinamiklerini görmezden gelir.

 Bu nedenle, 17. ve 18. Yüzyıllarda uluslararası güç dengelerinin değişimini açıklarken kapitalist gelişmenin ürünü olan burjuva devrimleri aracılığıyla devletin yapısal dönüşümünün sağladığı güç avantajlarını dikkate almaz.

 Dünya Sistemi Kuramı, hegemonya kavramını ağırlıklı olarak ekonomik güçle bağlantılı ele alır.

 Kapitalizmin, modernleşme okulunun öne sürdüğü gibi tekil ve özerk bir ulusal gelişme çizgisi izlemediğini, kapitalist gelişmenin başından itibaren bir dünya sistemi olarak geliştiğini öne sürer.

 Bu okula göre kapitalizm, bir dünya sistemi olarak iki ayak üzerinde gelişir.

  Bunlardan ilki genişleyen işbölümü ve daha geniş coğrafi egemenlik alanlarını ve nüfusu mübadele ve karşılıklı bağımlılık ilişkileri içine çeken ticaret ve finans ağlarıdır.

 

İkincisi ise devletler arasındaki teritoryal rekabettir.

Sistemi Kuramının önemli izleyicilerinden Arrighi modern dünya sisteminin bu iki ayağından ilkinin kapitalist mantığı ikincisinin ise territoryal mantığı temsil ettiğini savunur: Daha genel olarak, devletler ve şirketler arası rekabet farklı biçimler alabilir ve aldıkları biçimler modern dünya sisteminin –yönetim biçimi ve birikim biçimi olarak- işleyip işlemeyeceği durumlar için önemli sonuçları vardır.

 Devletler ve şirketler arası rekabet arasındaki tarihsel bağlantıları vurgulamak yeterli değildir.

 Aynı zamanda bu ilişkinin aldığı biçimi ve zaman içinde nasıl değiştiğini açıkça belirtmek zorundayız.

Modern Dünya sisteminin evrimsel doğasını ve sermayenin sınırsız birikimi ile siyasal alanın görece istikrarlı organizasyonu arasında sürekli yinelenen çelişkiyi çözüme kavuşturmak üzere birbirini izleyen hegemonyaların oynadığı rolü ancak tam anlamıyla bu şekilde değerlendirebiliriz.

 Böyle bir anlayışa varmanın yolu, kapitalizm ve teritoryalizmin birbirine karşıt yönetim biçimleri ya da iktidar mantığı olduğunun tanımlanmasıdır.

Teritoryalist yöneticiler gücü kendi egemenlik alanlarının genişliği ve kalabalıklığı ile özdeşleştirir ve sermaye ve zenginliği sonu gelmeyen teritoryal genişleme çabasının bir ürünü ya da aracı olarak görürler.

 Kapitalist yöneticiler ise gücü kıt kaynaklar üzerindeki denetimlerini genişliği ile eş anlamlı görürler ve teritoryal kazanımları sermayenin sınırsız birikiminin bir aracı ve yan ürünü olarak değerlendirirler.

 Dünya Sistemi Kuramına göre büyük iktisadi, askeri, teknolojik, kültürel ve idari kapasiteleri olan devletler arasında gelişen rekabet çevredeki azgelişmiş bölgelerin ve halkların denetimini ve sömürüsünü hedefler.

 

Devletler, aileler, etnik gruplar ve iş çevreleri arasında karşılaştırmalı üstünlük için sürdürülen bu rekabet dünya sistemini oldukça dinamik kılar.

 Dünya sisteminin temel özelliği giderek daha fazla bütünleşme ve birbirine bağlanma eğilimi gösteren bir ekonomi öte yandan parçalanmış olarak kalmaya devam eden politik egemenlik alanları arasındaki karşıtlıktır.

 Dünya sistemi siyasetten ziyade ekonomi tarafından oluşturulmuş, ancak, ticaret ve finansın dinamik ve hızla genişleyen kozmopolit alanında ortaya çıkan siyasi parçalanmışlık çoğu kez genişlemenin engeli haline gelmiştir.

 Son iki yüzyılda İngiltere ve ABD bu karşıtlığı çözmek üzere bir dünya imparatorluğu kurma yönünde girişimlerde bulunmalarına karşın başarılı olamamıştır .

 Dünya Sistemi Kuramının kurucusu I. Wallerstein’nın geliştirdiği hegemonya çözümlemesi, iktisadi güç temelinde ele aldığı hegemonyayı neredeyse tahakkümle (dominance) özdeşleştirir.

  Buna karşılık Dünya Sistemi Kuramının önemli temsilcilerinden Giovanni Arrighi devletler arası sistemde hegemonya kavramını Gramsciyen anlamda ele alır ve modern dünya sisteminin evrimini tartıştığı çalışmalarında Gramsciyen hegemonya kavramını hegemonik çevrimlerce belirlenen farklı tarihsel dönemlere uygulamaya çalışır.

 Burada, Arrighi’nin devlet, toplumsal sınıflar, egemen ideolojinin oluşumu konularında Dünya Sistemci perspektiften ayrılmadığını, yalnızca devletler arası sistemde hegemonyanın rıza üretimi yönüne yaptığı vurguyla farklılaştığını belirtmek gerekir.

 Arrighi, çalışmalarında hegemonik bir devletin ortaya çıkışını sağlayan nesnel ve öznel koşulları dünya sistemci bir perspektiften ayrıntılı bir şekilde tartışmıştır.

 Buna göre hegemonik bir liderlik belli bir tarihsel anda, askeri güç ve iktisadi kaynaklar üzerinde diğer devletlerin ya da devletler grubunun etkili bir şekilde karşı koyamayacağı daha üstün denetimi gerektirir.

 İktisadi üstünlüğün temel boyutları üretimde (teknolojik liderlik) ticarette (dünya ticaretinde yüksek paya sahip olma) ve finansta (uluslararası kredi ve rezerv paraya sahip olma) yatar.

 Eğer bir devlet bu üç alanda üstünlüğe sahipse hegemonik bir role aday olabilir. Ancak bunlar tek başına yeterli değildir.

 Hegemonik rolü üstlenecek devletin sahip olduğu askeri ve/veya iktisadi gücü sistem düzeyinde çelişkileri şiddetlendiren sorunları çözmek üzere kullanabilme yeteneği ve eğilimi olmalıdır.

 Bu eğilim ve yetenek, büyük ölçüde düzen için genel bir talep yaratan sistemik kaos tarafından şekillenir. Sistemik kaos, devletler arası sistemde iflah olmaz bir organizasyon yokluğu anlamına gelir: Bu durum çatışmanın güçlü bir karşı koyma eğilimi gerektiren bir şekilde ve geri dönülemez bir şekilde ve geri dönülmez bir biçimde artması veya, yeni bir kurallar ve davranış biçimleri bütününün yer değiştirme amacı gütmeden eski bir kurallar ve değerler sisteminden kaynaklanması veya zorla onun üzerine gelmesi ya da bu iki durumun bir birleşiminin ortaya çıkması nedeniyle meydana gelen bir durumdur .

 Hegemonik bir liderliği hazırlayan bütün etkenlerin üst üste gelmesiyle, bir lider devlet diğer devletlere uluslararası haklar ve normlar sistemini empoze etme ya da kendi denetiminde bir konsensus oluşturma imkânı elde eder.

 Böylece belli ölçülerde dünya sisteminin bütünü için devlet fonksiyonunu adeta bir merkezi otoriteymişçesine üstlenir.

Arrighi , belli bir ülkenin hegemonik bir rol üstlenebilmesinin temel koşulunu şu sözlerle açıklar: “Egemen bir devlet, devletler sistemine istediği bir yönde öncülük eder ve böyle yaparak onlar nezdinde ortak çıkarların peşindeymiş algısı yaratabilir.

 Egemen devleti, hegemonik yapan bu tür bir liderliktir”.

 Arrighi’ye göre hegemonik bir liderliğin öznel ve nesnel koşulları ile düzen için genel bir talep yaratan sistemik bir kaosun örtüşmesine modern dünya ekonomisinin egemen hale geldiği 17. Yüzyılda tanık olunmuştur.

 Bu yüzyılda Batı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin ortaya çıkardığı karmaşık tablo Hollanda’nın hegemonik bir güç olarak sivrilmesini sağlayan koşulları içermektedir.

 Hollanda’nın Avrupa devletler sistemi ile sınırlı hegemonyasını doğuran en önemli gelişme, Avrupa feodalizminin krizinin bir dışavurumu olarak iç içe geçmiş karmaşık hiyerarşiler üzerine kurulu parçalı iktidar yapısından mutlak monarşilerin egemen olduğu proto-ulus devletler sistemine geçiştir.

 Mutlak monarşilerin doğuşuyla, Ortaçağ feodalizminin egemenlik alanlarının üst örgütü olan Roma Katolik Kilisesinin otoritesi adım adım çözülmüştür.

 Modern devlet inşasının bir ön adımı olarak mutlak monarşilerin temel özelliği ateşli silahlarla donatılmış kalıcı ordulara ve bürokratik kadrolara dayanmasıdır.

 Bu yeni iktidar formu, devlet inşasının ağır iktisadi maliyetini karşılamak için kendi uyruklarına ve diğer devletlerin egemenlik alanlarına yönelmiştir.

  Bu dönemde üretimin ağırlıklı olarak geleneksel köylü ve zanaatkâr emeğine dayalı oluşu uyruklar üzerindeki artı ürün baskısına sınırlar koyarken, teritoryal rekabet (diğer devletlerin egemenlik alanlarına el koyma) temel çözüm olarak görülmüştür .

 Teritoryal rekabet 16. Yüzyıldan itibaren kaynağını feodalizmin çözülüşünde bulan dinsel reformasyonun tetiklediği dinsel çatışmalarla kesişerek tüm Avrupa’yı içine çeken 30 Yıl Savaşlarına yol açmıştır.

  Bu savaşların mali yükü mutlak monarşiler içinde gelişen kapitalizmin yarattığı yeni toplumsal sınıf kompozisyonunun Krallıklara karşı isyanını tetikleyerek devletler arası ilişkilerde savaşın yol açtığı kaosu daha da derinleştirmiştir.

  Bu kaos evresi modern devletler arası sistemin başlangıcı kabul edilen Westphalia Barışı ile geçici bir çözüme kavuşturulmuştur.

 

Westphalia Barışı ile yaratılan sistem, yöneticilerin karşılıklı olarak birbirini dışlayan topraklar üzerinde mutlak hükümranlık haklarını meşrulaştırırken, uyrukların yöneticiler arasındaki çatışmalara taraf olmaması konusunda da bir uzlaşma içermektedir.

 Bu uzlaşma gelişen kapitalizmin mülkiyet hakkı ve ticaret serbestisi yönündeki taleplerinin devletler arası ilişkiler düzeyinde güvence altına alınması anlamına gelmektedir.

Devletler arası sistem açısından ise, egemen devletler üzerinde Papalık gibi bir örgütün veya bir yetkinin varlığı düşüncesi ortadan kalkarken, bunun yerini devletler arasındaki güç dengesi ve devletler arasında işleyen bir uluslararası hukuk almıştır .

 Arrighi’ye göre Westphalia Sistemi ile sonuçlanan kaos evresi Avrupalı yöneticilerin güç mücadelelerinin rasyonel hale getirilmesi yönünde bir genel çıkar yaratmıştır.

 İspanya’ya karşı bağımsızlık ve dinsel özgürlük mücadelesi içinde Birleşik Eyaletlere önderlik eden Hollanda bu genel çıkara hizmet etmede liderliği ele geçirmek için gerekli eğilim ve isteği ile iktisadi ve askeri güce sahip olan bir siyasal yapı olarak hegemonik bir konum elde etmiş, yeni güç dengesinin yönetiminde, diplomatik girişim ve yeniliklerde önder hale gelmiştir.

 Hollanda Ortaçağ feodalizminin üst örgütü olan Papalığın siyasi ve ahlaki otorite olma iddialarına karşı, mutlak monarşilerin bağımsız siyasetinin ve bunlar arasında inşa edilecek barışın da teminatı rolünü üstlenmiştir.

 Kısa zamanda Atlantik merkezli güçlü bir kolonyal imparatorluk oluşturan Hollanda, savaş zamanında bile uluslararası ticaretin sürdürülmesini sağlamak üzere özel girişime geniş bir özgürlük alanı sağlayarak hükümdarların ve halklarının geçim kaynağı olan malların ve savaş araçlarının temininde ortak çıkarları temsil eden bir konum elde etmiştir.

 Dönemin Batı Avrupa ile sınırlı devletler arası sisteminde ortak çıkar olarak tanımlanan serbest ticaret, aynı zamanda Hollandalı ticaret oligarşisinin çıkarlarını da temsil etmektedir.

 

17. Yüzyılda Amsterdam, Avrupa çapında güçlü bir ticari ve mali ilişkiler ağı oluşturmasına karşın Hollanda’nın hegemonik gücü kısa ömürlü olmuştur.

 Buna karşılık Dünya Sistemi Kuramının kuramsal öncülleri çerçevesinde devletler arası sistemde hegemonik rolün temel mekanizmalarını sergilemek bakımından önemli bir ilk örnek olarak görülmektedir.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...