3 Aralık 2022 Cumartesi

  FOUCAULT VE MARKSİZM - 4

 

Fransa’da Mayıs 68’in parlak kızıllığının, “ölü doğmuş bir devrim” olduğu ortaya çıkacaktı: “1848 gibi, başarılı olsaydı modern tarihin dönüm noktası olacak bir dönemeç”.

 Foucault, kendine özgü kıvrak zekâsıyla bu dönem üzerine kafa yorarken, 1976 dersinde, Clausewitz’in savaşın başka araçlarla sürdürülen politika olduğu yolundaki meşhur sözlerini ters çevirerek, “politika, savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir” yollu görüşün soybilimini çıkardı.

 Her ne kadar bu tema, aşırı sol militanlığın damgasını vurduğu bir dönemin yaygın politik dilini hatırlatsa da, Foucault’nun aklında daha derin felsefi ve tarihsel sorunlar vardı.

 17. ve 18. yüzyıl aristokrasisinin ve devrimci burjuvazinin söylemlerinde, ırk ve sınıf savaşının tarihsel düşünceye girişinin izini sürmeye çalışan Foucault, Fransız Devrimi’nden çağdaş insan hakları söylemine kadar modern politik mücadelelerin okunur olduğu “haklar teorisi”ndeki temel paradoksu ortaya koydu.

 Haklar söylemi daima eski ayrıcalıklara dair muhayyel bir tarihe başvuruyordu, ki Foucault bunun birey ile toplum arasında modernliğe has bir dizi politik karşıtlık kurduğunu öne sürüyordu.

 Dolayısıyla tarihsel düşünce, yönetimsel öncelikler ve karşılıklı yükümlülükler konusundaki mücadelelere, ancak iki söylemsel paradigmadan birini vurguladığı ölçüde politik yarar sağlayabilirdi.

 Bir taraftan, politikanın savaş olarak kavramlaştırılması, mücadele uğrağına, tahakküm uğrağına öncelik veriyordu: “toplumun ve görünürdeki düzeninin yorumlanması için bir ilke olarak öne sürülen şey, şiddetten, ihtiraslardan, nefretten, öfkeden, hınç ve içerlemelerden oluşan bir karışıklıktır”.

 Öte taraftan, evrensellik ve barış uğrağına, kentlerin ve yasaların kuruluşuna öncelik vermek de mümkündü, ki o zaman bütün tarih Roma’ya övgüler düzmekten ibaret olurdu.

 Foucault bunların reaksiyoner ve liberal tarih söylemleri olduğu görüşündeydi – burada “reaksiyoner” kelimesiyle, gerçek anlamıyla, yükselen burjuva liberalizmine gösterilen reaksiyon kastediliyordu.

 Bu iki söylem, felsefedeki doruk noktalarına, sırasıyla Hegel ve Kant’ta ulaşmıştı: ilkinde tanınma mücadelesi, ikincisinde ise sürekli barış biçiminde.

Bu ikilem, ve 20. yüzyıla damgasını vuran kanlı ulusal çatışma ve devlet ırkçılığı tarihi, Foucault’ya göre iktidarın tahakküm, baskı ve savaş olarak kavramlaştırılmasının tosladığı kayalık olmuştu.

 Foucault, sınıf savaşı retoriğinin bilim-öncesi aristokratik ırk teorileriyle arasında belli bir soybilimsel akrabalık olduğunu göstermek üzere, Marx’tan önceki sınıf mücadelesi teorilerine döndü: Diggers, Henri de Boullainvilliers ve Abbé Siyès gibi. Bilimsel ırk teorilerinin sonraları billurlaşmasında da, alt sınıfların ırk ayrımlarına dayanarak kategorileştirildiği 19. yüzyıla ait bazı sözde-bilimsel yaklaşımların doğrudan payı vardı.

Foucault, “savaş-baskı şeması” yerine, politik iktidarı özünde “üretici” olarak ele alan bir teori öneriyordu: yani, insan nüfuslarını düzenlemeye ve maddi tutumları daha etkili hale getirmeye yarayan bir dizi teknik olarak.

 1976 derslerinin sonunda, Nazi Almanyası’ndaki toplama kampları ve SSCB’deki zorla çalıştırma sistemi, iktidarın nüfusları yönetmek için üretici biçimde kullanıldığı vakalar olarak analiz ediliyordu.

  Foucault’nun amacı, bu politikalarla Aydınlanma’nınkiler arasındaki sürekliliği göstermekti: Aralarındaki ortak zemini oluşturan ve bu tarih için bir “anlaşılırlık dizgesi” sağlayan şey, Frankfurt Okulu’nun iddia ettiği gibi kapitalizmin “akla uygun akıldışılığı” değildi; sermaye birikiminin ve modern politik iktidarın canlı dayanağı olarak nüfus fenomeniydi.

 Foucault 1977’de bir yıllığına izin aldı; bu sırada Bernard-Henri Lévy ve Andre Glucksmann,  radyo ve televizyon programlarında, totalitarizm tellallığı yaptıkları La barbarie à visage humain (İnsan Yüzlü Barbarlık) ve Les maîtres penseurs (Büyük Düşünürler) başlıklı kitaplarını tanıtmakla meşguldüler. Foucault’nun bundan sonraki derslerinin yönü değişti.

 Daha önceki betimleyici dilinden giderek kaçınmaya başladı.

 1978’de toplumumuzun “disiplinci bir toplum” olduğu iddiasından açıkça vazgeçti ve iktidarın artık çeşitli özgürlük türlerini teşvik eden daha incelikli liberal tekniklerle işlediğini öne sürdü.

 1979 dersinden sonra “biyopolitika” ve “biyo-iktidar” terimlerini bir yana bıraktı ve şu sonuca vardı: “Liberalizm, yönetimin icrasının ilkesi ve akılsallaştırılma yöntemi olarak analiz edilmelidir.

  Bu akılsallığın özgünlüğü, maksimum ekonominin kurallarına uymasıdır.”

 “Biyopolitika” ve “biyo-iktidar” terimleri, liberalizmi bu şekilde kavramaya yarayan araçlardı yalnızca.

 Hapishanenin Doğuşu’nun daha sonraki Fransızca baskılarından “mahpus takımadaları” ifadesi sessiz sedasız çıkarıldı – Foucault hiç kuşkusuz, Glucksmann ile Lévy’nin Gulag çığırtkanlığına mesafe almak istemişti.

 Foucault bu dönem derslerinde, raison d’état kavramının ve ekonomi politik düşüncesinin 17. ve 18. yüzyıllardaki “yönetim sanatı” için pratik ve düşünsel şemalar olarak ortaya çıkma tarihini açıklamaya girişti.

 Ekonomi politiğin klasik eserlerine dönerek, Quesnay’nin Tableau économique’ine, feodalizmden kapitalizme geçişe ve neoliberalizmin doğuşuna ilişkin çarpıcı bir analiz ortaya koydu.

 Yer yer, sanki doğrudan, kendisinin “güvenlik” üzerine düşüncelerini karikatüre dönüştüren nouveaux philosophes’ları muhatap alıyordu: Hem sağ hem de sol cenahta yaygın olan “devlet fobisi”ni eleştirerek, “bir-iki kelime oyunu sayesinde” sosyal güvenlik ile toplama kampları arasındaki farkın atlandığını, “analiz için gerekli olan belirliliğin, özgünlüğün eriyip gittiğini” söylüyordu.

 Daha sonraki dersler, ilk Hıristiyanlar arasındaki doğruyu söyleme pratiklerinin analizine yöneliyor, antik Yunan’daki parrhesia pratiğinin incelenmesiyle sonlanıyordu.

 Tam bu sırada, 1984’te AIDS yüzünden yaşamını kaybeden Foucault’nun projesi de yarım kalıyordu.

 Ana hatlarıyla çizdiğimiz bu entelektüel tarih, Foucault’nun hem kendi yaşadığı entelektüel krizden, hem de Fransa’da belirli politik olanakların önünün kapanmasından sonra birleşik bir siyaset felsefesi sunmak yerine daha belirgin “Marksist” temalara yöneldiğine işaret ediyor – üstelik tam da Marksizmin, kamusal entelektüeller nazarında barbarlıkla bir tutulup gözden düştüğü bir dönemde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...