FOUCAULT VE MARKSİZM - 4
Fransa’da Mayıs 68’in
parlak kızıllığının, “ölü doğmuş bir devrim” olduğu ortaya çıkacaktı: “1848
gibi, başarılı olsaydı modern tarihin dönüm noktası olacak bir dönemeç”.
Foucault, kendine
özgü kıvrak zekâsıyla bu dönem üzerine kafa yorarken, 1976 dersinde,
Clausewitz’in savaşın başka araçlarla sürdürülen politika olduğu yolundaki
meşhur sözlerini ters çevirerek, “politika, savaşın başka araçlarla
sürdürülmesidir” yollu görüşün soybilimini çıkardı.
Her ne kadar bu
tema, aşırı sol militanlığın damgasını vurduğu bir dönemin yaygın politik
dilini hatırlatsa da, Foucault’nun aklında daha derin felsefi ve tarihsel
sorunlar vardı.
17. ve 18. yüzyıl
aristokrasisinin ve devrimci burjuvazinin söylemlerinde, ırk ve sınıf savaşının
tarihsel düşünceye girişinin izini sürmeye çalışan Foucault, Fransız
Devrimi’nden çağdaş insan hakları söylemine kadar modern politik mücadelelerin
okunur olduğu “haklar teorisi”ndeki temel paradoksu ortaya koydu.
Haklar söylemi
daima eski ayrıcalıklara dair muhayyel bir tarihe başvuruyordu, ki Foucault
bunun birey ile toplum arasında modernliğe has bir dizi politik karşıtlık
kurduğunu öne sürüyordu.
Dolayısıyla
tarihsel düşünce, yönetimsel öncelikler ve karşılıklı yükümlülükler konusundaki
mücadelelere, ancak iki söylemsel paradigmadan birini vurguladığı ölçüde
politik yarar sağlayabilirdi.
Bir taraftan,
politikanın savaş olarak kavramlaştırılması, mücadele uğrağına, tahakküm
uğrağına öncelik veriyordu: “toplumun ve görünürdeki düzeninin yorumlanması
için bir ilke olarak öne sürülen şey, şiddetten, ihtiraslardan, nefretten,
öfkeden, hınç ve içerlemelerden oluşan bir karışıklıktır”.
Öte taraftan,
evrensellik ve barış uğrağına, kentlerin ve yasaların kuruluşuna öncelik vermek
de mümkündü, ki o zaman bütün tarih Roma’ya övgüler düzmekten ibaret olurdu.
Foucault bunların
reaksiyoner ve liberal tarih söylemleri olduğu görüşündeydi – burada
“reaksiyoner” kelimesiyle, gerçek anlamıyla, yükselen burjuva liberalizmine
gösterilen reaksiyon kastediliyordu.
Bu iki söylem, felsefedeki
doruk noktalarına, sırasıyla Hegel ve Kant’ta ulaşmıştı: ilkinde tanınma
mücadelesi, ikincisinde ise sürekli barış biçiminde.
Bu ikilem, ve 20. yüzyıla
damgasını vuran kanlı ulusal çatışma ve devlet ırkçılığı tarihi, Foucault’ya
göre iktidarın tahakküm, baskı ve savaş olarak kavramlaştırılmasının tosladığı
kayalık olmuştu.
Foucault, sınıf
savaşı retoriğinin bilim-öncesi aristokratik ırk teorileriyle arasında belli
bir soybilimsel akrabalık olduğunu göstermek üzere, Marx’tan önceki sınıf
mücadelesi teorilerine döndü: Diggers, Henri de Boullainvilliers ve Abbé Siyès
gibi. Bilimsel ırk teorilerinin sonraları billurlaşmasında da, alt sınıfların
ırk ayrımlarına dayanarak kategorileştirildiği 19. yüzyıla ait bazı
sözde-bilimsel yaklaşımların doğrudan payı vardı.
Foucault, “savaş-baskı
şeması” yerine, politik iktidarı özünde “üretici” olarak ele alan bir teori
öneriyordu: yani, insan nüfuslarını düzenlemeye ve maddi tutumları daha etkili
hale getirmeye yarayan bir dizi teknik olarak.
1976 derslerinin
sonunda, Nazi Almanyası’ndaki toplama kampları ve SSCB’deki zorla çalıştırma
sistemi, iktidarın nüfusları yönetmek için üretici biçimde kullanıldığı vakalar
olarak analiz ediliyordu.
Foucault’nun
amacı, bu politikalarla Aydınlanma’nınkiler arasındaki sürekliliği göstermekti:
Aralarındaki ortak zemini oluşturan ve bu tarih için bir “anlaşılırlık dizgesi”
sağlayan şey, Frankfurt Okulu’nun iddia ettiği gibi kapitalizmin “akla uygun
akıldışılığı” değildi; sermaye birikiminin ve modern politik iktidarın canlı dayanağı
olarak nüfus fenomeniydi.
Foucault 1977’de
bir yıllığına izin aldı; bu sırada Bernard-Henri Lévy ve Andre
Glucksmann, radyo ve televizyon programlarında, totalitarizm tellallığı
yaptıkları La barbarie à visage humain (İnsan Yüzlü Barbarlık)
ve Les maîtres penseurs (Büyük Düşünürler) başlıklı
kitaplarını tanıtmakla meşguldüler. Foucault’nun bundan sonraki derslerinin
yönü değişti.
Daha önceki
betimleyici dilinden giderek kaçınmaya başladı.
1978’de
toplumumuzun “disiplinci bir toplum” olduğu iddiasından açıkça vazgeçti ve
iktidarın artık çeşitli özgürlük türlerini teşvik eden daha incelikli liberal
tekniklerle işlediğini öne sürdü.
1979 dersinden
sonra “biyopolitika” ve “biyo-iktidar” terimlerini bir yana bıraktı ve şu
sonuca vardı: “Liberalizm, yönetimin icrasının ilkesi ve akılsallaştırılma
yöntemi olarak analiz edilmelidir.
Bu
akılsallığın özgünlüğü, maksimum ekonominin kurallarına uymasıdır.”
“Biyopolitika” ve
“biyo-iktidar” terimleri, liberalizmi bu şekilde kavramaya yarayan araçlardı
yalnızca.
Hapishanenin
Doğuşu’nun daha sonraki Fransızca baskılarından “mahpus takımadaları”
ifadesi sessiz sedasız çıkarıldı – Foucault hiç kuşkusuz, Glucksmann ile
Lévy’nin Gulag çığırtkanlığına mesafe almak istemişti.
Foucault bu dönem
derslerinde, raison d’état kavramının ve ekonomi politik
düşüncesinin 17. ve 18. yüzyıllardaki “yönetim sanatı” için pratik ve düşünsel
şemalar olarak ortaya çıkma tarihini açıklamaya girişti.
Ekonomi politiğin
klasik eserlerine dönerek, Quesnay’nin Tableau économique’ine,
feodalizmden kapitalizme geçişe ve neoliberalizmin doğuşuna ilişkin çarpıcı bir
analiz ortaya koydu.
Yer yer, sanki
doğrudan, kendisinin “güvenlik” üzerine düşüncelerini karikatüre dönüştüren
nouveaux philosophes’ları muhatap alıyordu: Hem sağ hem de sol cenahta yaygın
olan “devlet fobisi”ni eleştirerek, “bir-iki kelime oyunu sayesinde” sosyal
güvenlik ile toplama kampları arasındaki farkın atlandığını, “analiz için
gerekli olan belirliliğin, özgünlüğün eriyip gittiğini” söylüyordu.
Daha sonraki
dersler, ilk Hıristiyanlar arasındaki doğruyu söyleme pratiklerinin analizine
yöneliyor, antik Yunan’daki parrhesia pratiğinin
incelenmesiyle sonlanıyordu.
Tam bu sırada,
1984’te AIDS yüzünden yaşamını kaybeden Foucault’nun projesi de yarım
kalıyordu.
Ana hatlarıyla
çizdiğimiz bu entelektüel tarih, Foucault’nun hem kendi yaşadığı entelektüel
krizden, hem de Fransa’da belirli politik olanakların önünün kapanmasından
sonra birleşik bir siyaset felsefesi sunmak yerine daha belirgin “Marksist”
temalara yöneldiğine işaret ediyor – üstelik tam da Marksizmin, kamusal
entelektüeller nazarında barbarlıkla bir tutulup gözden düştüğü bir dönemde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder