FOUCAULT VE MARKSİZM - 2
Foucault’nun Entelektüel
Krizi ve “İktidarın Halkaları”
Foucault’nun
1969’da girdiği “politik dönemeç” ve sonraları “kendilik kaygısına” yöneldiği
“etik dönemeç”, onun entelektüel tarihinde en sık atıfta bulunulan dönemlerdir.
Bu dönemleştirme,
eserlerini erken, orta ve geç dönem olarak net biçimde üçe ayırmaya yarayan bir
bölümleme sağlar.
Foucault üzerine
yapılan çalışmalarda bu dönemeçler kaydedilmekle birlikte, sebepleri
açıklanmaz.
Bunların Foucault
açısından ne anlama geldiği konusunda iyi temellendirilmiş bir analize
girişenlerin sayısı çok azdır, çoğu incelemede bu konudaki boşluk dedikodu ve
spekülasyonla doldurulmaya çalışılır.
Bu sorunlara bir
de, Foucault’nun alımlanışı meselesi eklenmiştir.
Fransız tarihçi François
Cusset, “Amerikalıların Fransız teorisiyle macerasının”, karşılaştırmalı
düşünce tarihindeki bir paradoks olduğunu söyler.
Cusset’ye göre, “Derrida,
Foucault, ve Deleuze ile ortakları”, ABD’de “anti-Marksist olduğu varsayılan
görüşleri nedeniyle” sıcak karşılanıp aynı ambalaja sokulurken, “sol
Marksizm’le gizli bir ittifak içinde oldukları gerekçesiyle kendi
anavatanlarında yasaklıydılar”.
Foucault’nun
ABD’deki alımlanma biçimi, çeşitli sebeplerle, egemen Foucault algısına dönüştü
ve kavramları birçok politik ontoloji içinde billurlaştı: queer teoride
“normatiflik”; Giorgio Agamben, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin eserlerinde
“biyopolitika” ve savaş, gibi.
Ama bu
ontolojilerin hiçbiri, düşük büyümenin damgasını vurduğu kapitalizmden ve bu
durumun devlet iktidarı, toplum kurumları ve direniş mücadeleleri açısından
doğurduğu sonuçlardan müteşekkil politik-ekonomik ufkumuza cevap vermiyor.
Balon ekonomisiyle,
devlet egemenliğinin görünürde aşınmasıyla, karşı-küreselleşme ve savaş-karşıtı
çoklukların dağınık direnişiyle tanımlanan dönem, yani Foucault’dan mülhem bu
konjonktür değerlendirmelerine 1990’larla 2000’lerin başında belli bir
keskinlik kazandıran dönem kapandı, yerini bambaşka bir konjonktüre bıraktı:
ekonomik iflas, eski tarz sınıf iktidarının konsolidasyonu, egemen borç
krizleri, Avro-Amerikan askerî kudretinin kendini yeniden ortaya koyması, ABD
ve Avrupa’da kemer sıkma önlemlerine karşı beliren mücadeleler, ve Ortadoğu’da
otoriter rejimlere karşı baş gösteren halk ayaklanmaları.
Foucault’nun,
ekonomik krizin erken dönemine ait politik düşünceleri, özellikle de sermayenin
kriz eğilimlerini idare etmek üzere ortaya çıkan yönetim sanatı olarak
neoliberalizm üzerine düşünceleri, içinde bulunduğumuz konjonktürün ışığında
titizlikle yeniden değerlendirilmelidir.
Foucault’nun
düşüncesini yeniden değerlendirmek için elzem olan çalışmalarının, yani Collège
de France’ta verdiği kamuya açık derslerin tamamı yayınlandı.
Önceden sınırlı bir uzman
çevresinde korsan olarak dolaşıma sokulan kasetler üzerinden yayılan bu
dersler, bugün Foucault’nun 1971’den 1984’te ölene kadar izlediği düşünsel
güzergâhın kamusal bir kaydını oluşturuyor.
Foucault, ölümünden
sonra hiçbir çalışmasının yayınlanmamasını vasiyet etmişse de, üstelik kürsüde
konuşmasını bölen kayıt cihazlarına “alerjisi” olduğunu itiraf etmişse de, bu
kayıtların önemini anlamıyor değildi: 1976 tarihli bir derste teslim ettiği gibi,
“mesaj muhakkak yayılır”.
Gerçekten de bu yayınlar
sayesinde Foucault’nun dersleri, sırlara eşlik eden demagoji ve
gizemleştirmeden kurtulmuştur.
Derslerdeki
açıkyüreklilik, 1976-1979 arasındaki çarpıcı bir geçiş dönemini ortaya
çıkarmaktadır: Foucault’nun, geç dönemini tanımlayan etik meselelere dönmeden
önce, derin bir entelektüel kriz yaşayıp bir özeleştiri tasarısına giriştiği
dönemdir bu.
Artık bu dönemin
entelektüel anlamını değerlendirebilecek, ve son derece üretken bir yazar olan
Foucault’nun 1976-1983 arasında neden hiçbir eser yayınlamadığı konusunda fikir
yürütebilecek bir noktaya gelmiş olabiliriz.
Bu entelektüel kriz ve
özeleştiri döneminden çıkan düşünceler, Foucault’nun iktidarı kuramlaştırmaya
yönelik daha erken tarihli çalışmalarındaki sezgilere ve sınırlılıklara ışık
tutabilir mi?
Foucault’nun bu dönemde
devlet yönetimi, tarihsel bilinç ve ekonomi politik problemleri üzerinde
durması, ordu, hapishane, tıp ve psikiyatri gibi kurumların iç fizyonomilerini
incelediği daha önceki çalışmalarından uzaklaştığının işareti midir, yoksa bu
çalışmaların bir nevi tamama ermesi mi?
Foucault’nun
problematiği, ve “biyopolitika”, “panoptisizm”, “yönetimsellik” gibi bildik
neolojizmleri; ayrıca, “dışarının olmadığı” sıkı sıkıya örülmüş bir “iktidar
ağı” fikrinin uyandırdığı karanlık atmosfer, yaklaşık 35 senedir dolaşımda.
Fakat bu terimler,
yer aldıkları özgün metinlerde bulunmayan bir anlamla donatıldı.
Bu dil ve ona atfedilen
çeşit çeşit politik değer –liberal, anarşist, radikal– kâh moda oldu, kâh gözden
düştü.
Teoriyle haşır
neşir olanlar, tercih ettikleri (veya düşman oldukları) Foucault’cu jargona
göre ayırt edilebiliyor.
Bu dönemden biraz
uzaklaştığımıza göre, belki de artık Foucault’nun devlet, yasa veya hak gibi
burjuva kavramlaştırmalarına başvurmadan politika üzerine düşünme çabalarını
yeniden değerlendirebiliriz.
Foucault’nun eski
düşmanları (psikiyatri, üniversite, hapishane, hümanizm, haklar söylemi, ve
insanı durmadan cinselliğini açıklamaya zorlayan amansız saplantı),
Foucault’nun bunlara dair analizlerinin gördüğü rağbet oranında çoğalıp
yayılmaya devam etti.
Bu paradoksal
durum, insanda şöyle bir kuşkuya yol açıyor: Acaba bu iktidar kurumları, ortaya
çıkışları konusundaki tarihsel hafızayı canlandırma çabasından hiç mi olumsuz
etkilenmedi?
Vaktiyle bu
kurumlara meydan okumuş toplumsal hareketlerin yokluğunda, Foucault’nun
1970’lerin ortalarına kadar ortaya koyduğu tarihsel sunum, yenilgiyi ve ağır
bedelli zaferleri yaşamış bir mücadele için yapılmış bir ön propaganda ve
ajitasyona dönüşebilir.
Bu sonuca varmak
için belki erkendir, ama Brezilya’daki radikal öğrenciler karşısında “İktidarın
Halkaları” başlıklı konuşmasını yaptığı sıralarda Foucault’nun kendisi de bunu
az çok kabul ediyordu.
Cinselliğin
Tarihi’nin birinci cildinin yayın öncesi düzeltilerini yaparken, Collége de
France’taki “dinleyicileri”ne (Collége de France’ta öğrencilere böyle denirdi)
bir nevi entelektüel kriz yaşadığını açıkça itiraf etmişti.
1976 derslerinin [Toplumu
Savunmak Gerekir] ilk seminerinde, entelektüel projesinin anlamını ve
bütünlüğünü sorgulayarak başlamıştı konuşmasına.
Araştırma gündeminin
“süreklilik oluşturmadığı”nı, “aynı yollara, aynı konulara, aynı kavramlara
geri döndüğü”nü düşünüyordu ve sonuçta “hiçbir kapıya çıkmayacağı”ndan endişe
ediyordu.
Kendi soybilim
yöntemini, “üniversitede somutlaşmış bilimsel söylem”e karşı “bilgilerin
başkaldırısı” olarak tanımlayan Foucault –burada eski hocası Louis Althusser’e
yönelik saldırısı gayet açıktır– kendi düşüncesinin tarihselliğiyle, ve hem
üniversitenin hem de Marksizmin Fransa’daki kültürel konumlarının değişmesiyle
yüzleşiyordu.
Çalışmalarının
“yaşadığımız şu son on ya da on beş, en fazla yirmi yıllık, çok sınırlı döneme
denk düştüğünü” söylüyordu.
“Konjonktürde
[yaşanan] birtakım değişiklikler”, artık ona “mücadelenin çehresinin belki de
aynı olmadığını” düşündürmekteydi.
Bu tarz temkinli
değerlendirmeler insanı düşündürüyor.
Hapishanenin
Doğuşu daha bir sene önce, Fransa’da hapishanelerle ilgili eylemlerin
yoğunlaştığı bir dönemde yayınlanmış ve büyük övgü toplamıştı.
Hapishaneler
Hakkında Bilgi Grubu’nun (Groupe d’information sur les prisons, GIP)
faaliyetleri, hapishanelerde eşi görülmemiş bir grev dalgasını tetikleyerek,
Fransa’da ceza uygulaması ve sisteminde başarılı reformların yapılmasını sağlamış,
ceza aygıtını daha şeffaf ve açık hale gelmeye zorlamıştı.
1971 yılı
sonbaharında Fransa çapında 20 hapishanede aynı anda isyan çıkmıştı.
GIP’in başarısı
büyük ölçüde, üyelerinin çoğunun politik faaliyetleri nedeniyle hapis yatmış
olmasından ileri geliyordu – Fransız devletinin devrimci faaliyeti kriminalize
etmesi, suçun politikleştirilmesini tetiklemişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder