"DAYANIŞMA EKONOMİLERİ" ÜZERİNE
Dönüşümün dört ilkesi
Müşterek çıkarlar etrafında
kurulan dayanışma ekonomileri bugün üretim ve bölüşümü düzenleyerek sistemde
önemli gedikler açıyor, yerel kaynakları ve yerel işgücünü harekete geçirerek
sermayenin hegemonyasına meydan okuyor.
Dahası, zihinlerde dönüşüm
yaratma potansiyeli taşıyor.
Michael Hardt ve Antonio
Negri’nin yeni kitabı “Meclis”teki şu satırların altını çizelim: “Yeni
demokratik formlar ararken, toplumsal yaşamın üretimini ve yeniden üretimini
harekete geçiren işbirlikçi ağları inceleyerek işe başlamalıyız.”
Peki, demokrasi ile
dayanışma ekonomileri arasında nasıl bir ilişki var?
“Dayanışma Ekonomileri
–Üretim ve Bölüşüme Alternatif Yaklaşımlar”ın yazarı Aslıhan Aykaç, dayanışma
ekonomilerini devletin alanının ve kapitalist piyasanın dışında yer alan
ekonomik faaliyetler olarak tanımlıyor ve dört ilkeye dayandırıyor: üretim,
bölüşüm, işyeri demokrasisi, emek örgütlenmesi.
Dayanışma ekonomileri
üzerine bir kitap yazmanızın sebebi ne?
Aslıhan Aykaç: Yirmi
yıldır emek üzerine çalışıyorum.
Bu alandaki literatürün
büyük kısmı Marksist literatür.
Bu literatürün bir
özeleştiriye ihtiyacı var kanımca.
Kimi noktalarda Marksist
teorinin tıkanmışlıklarından ve proletarya yerine prekaryanın daha geniş bir
kategori olarak öne çıkışından söz edebiliriz.
Neden proleter devrim
gerçekleşmedi ve kapitalizm kendini yenileyerek varolmaya devam etti?
Çünkü insanlar “proleter
olmayan” koşullarda çalıştılar.
Kölelik devam etti.
Prekarya haline geldiler ve
kadın emeği tanınmadı.
Kayıt dışılık bütün dünyada
yaygın bir biçimde hüküm sürüyor.
İşçi hareketleri bu
kesimleri içine almadı.
Tüm bunlara bakıp
alternatifleri tartışmak ve bu sürece katkı sunmak, özellikle de pratiğe
dönüşebilir bir şeye temas etmek için yazdım bu kitabı.
Devrim fikrinin etrafında
gezinme arzusu da var tabii, ama ortodoks bir biçimden uzak durarak.
Devrimi nasıl tanımlıyoruz?
Ani toplumsal değişim.
Devrimlerin negatif
sonuçları da olur.
Toplum değişime hazır
değilse o devrim değerlerini içselleştiremez.
Belki de devrim toplumu
değiştirmek için en etkin yol değildir.
Bunu da düşünmek lâzım.
Bu konuda ısrarcı değilim,
ama sormak ve bakmak lâzım.
Kavramların ve süreçlerin
hem tarihsel bağlamlarına oturtulması gerektiğine hem de yeniden tanımlanmasına
gerektiğine inanıyorum.
Dayanışma seçeneği,
ekonomik konular yerine toplumsal konulara öncelik veren politik ve ekonomik
bir örgütlenmeyi odağına alan bir düşünme biçimi.
O yüzden de kitapta diyorum
ki, devrim değimiz şey hanelerden, kolektiflerden, meclislerden ve yerel gıda
topluluklarından, kadınlardan veya Zapatistalar gibi örneklerden çıkabilir.
İlla kışlık sarayları
yıkarak olmayabilir.
Buna kaynaklık eden
motivasyon da toplumdan topluma değişir.
Bir de tek bir model
üzerinden değil, birçok farklı ekonomik model ve yan yana geliş üzerinden
tartışmak mümkün bu alternatifleri.
Sendika, işletme, tüketici,
tarım ve sosyal kooperatifleri, gıda toplulukları, çeşitli kolektifler var,
beyaz yakalıların örgütlendiği Ofissizler gibi yan yana gelişler var.
Kitapta bu örnekleri de
gündeme getirdim.
Ekonomisine geçmeden önce,
dayanışmayı nasıl kavramsallaştırabiliriz?
Ekonomik boyutundan
bağımsız olarak dayanışmayı tabandan gelen ve gönüllü üyeliğe dayalı olarak
ortaya çıkan yerel işbirlikleri olarak tanımlayabiliriz.
Bu tanım çok genel, çünkü
insanları gönüllü bir ortaklığa yönlendiren koşullar yerelden yerele farklılık
gösterir.
Örneğin, bir yerde altyapı
sorunlarına yönelik çözüm arayışları belirleyici olurken, bir başka yerelde
işsizlik, ekonomik zorluklar belirleyici olabilir.
Ayrıca bu tanım herhangi
bir tarihselliği içermemesi nedeniyle de çok genel, çünkü dayanışma motivasyonu
tarihsel bağlama göre de değişiklik gösterir.
Dayanışma ekonomileri
özelinde, imece, akrabalık ilişkileri ve hane dayanışması gibi geleneksel
mekanizmalarla bugün gözlemlediğimiz dayanışma biçimleri arasındaki fark da önemli
ölçüde tarihsel bağlamdan kaynaklanır.
Ancak, bugünü dünden farklı
kılan şu: Piyasa aklı ile yönetilen sistemin artık ne devlete ne de kitlelere
ihtiyaç duyması.
Bu durumda da dayanışma
yalnızca bir örgütlenme biçimi veya bir arada olma durumu değil, bireysel
olandan çıkıp toplumsal alana yönelen alternatif bir düşünme, eyleme ve bir
dünya görüşü.
Bu nedenle de dayanışma
hareketleri özellikle sistem tarafından dışa itilen, temsil imkânı sınırlı olan
ve ekonomik alanda bölüşüm ilişkilerinden dışlanan kesimlerin örgütlenmesiyle
ortaya çıkıyor.
Mevcut durum, krizin
derinleşme ihtimali göz önünde bulundurulduğunda dayanışmaya daha fazla ihtiyaç
duyulacak.
Dayanışma ekonomilerini
“devletin alanının ve kapitalist piyasanın dışında yer alan ekonomik
faaliyetler” diye tanımlarken üretim, bölüşüm, işyeri demokrasisi ve emek
örgütlenmesi olmak üzere dört prensibe dayandırıyorsunuz.
Bu prensipleri nasıl
belirlediniz?
Başka bir okumaya referans
vererek başlamak istiyorum.
Karl Polanyi Büyük Dönüşüm kitabında
çağdaşı olan antropolog Bronislaw Malinowski’nin Melanezya Adaları’ndaki
incelemelerine dayanarak geleneksel ekonomik örgütlenme biçimini ele alır.
Polanyi liberalizmin
eleştirisini yapar, 19. yüzyıl uygarlığının nasıl çöktüğünü anlatır ve temel
bir soruna işaret eder: Ne zaman piyasayı serbest bıraksak eninde sonunda krize
varıyor.
Her seferinde krizi
toparlamak için de devlet devreye giriyor.
Bugün neoliberalizmin de
aynı biçimde krize girdiğini görüyoruz.
Liberalizm ile
neoliberalizm arasındaki temel fark nedir?
Birincisinde kapitalist
devletten, diğerinde devletin neredeyse tamamen geri çekildiği bir durumdan söz
ediyoruz.
Ancak metalaşmanın sınır tanımayan
bir biçimde egemen olduğu, piyasaların her şeye müdahale ettiği bir durumda
insanları koruyacak bir şey kalmıyor.
Bugün artık sosyal
korumadan, sosyal devletten söz edemiyoruz.
İnsanlar hem krizlerden
ötürü piyasalardan hem de politik alandan dışlanmış durumdalar, devlet
yurttaşlarına hizmet etmiyor artık.
O zaman tüm bu geri
çekilmeler sonucunda başka bir şey yapmak gerekiyor.
Polanyi dört temel
prensipten bahseder: Merkezilik, simetri, karşılıklılık ve bölüşüm.
Bu dört prensipten yola
çıkarak dayanışma ekonomilerini bazı temeller üzerine oturtmaya çalıştım.
Üretim, bölüşüm, işyeri
demokrasisi ve emek dayanışması prensipleri böyle çıktı.
İlham kaynağım Polanyi
oldu.
Üretim ve bölüşüm
prensipleri bizim maddi koşullarımızla ilgili ve sınıf tartışmasının özüne denk
düşüyor.
Kapitalist üretim tarzının
birikim ve büyüme odağı yerine ihtiyaca dayalı, kaynakların
sürdürülebilirliğine ve çevreye duyarlı bir üretim anlayışını savunuyorum.
Bölüşümde ise kapitalist
sistemin ortaya çıkardığı gibi artı değer yaratan, kâra dayanan bir bölüşüm mü,
yoksa adil bir bölüşüm mü sorusunu tartışıyorum.
İşyeri demokrasisi ve yeni
emek örgütlenmesi ise üretim ve bölüşümü destekleyen toplumsal dönüşümleri
yaratan unsurlar.
Bu arada, farklı
sektörlere, geleneksel üretimleri de dışlamadan tümüne bakmak gerekti.
Dayanışma ekonomilerindeki
farklı varoluşların, üretim biçimlerinin temel özelliği nedir?
Kapitalizmden dışlanmış
olmaları ve devletten bir beklentileri olmaması.
Kitaptaki “tehlikeli
sınıflar” göndermesi, kapitalist sistemin sürekliliği için tehlikeli görülen
dışlanmış kesimler.
Kim bunlar?
Devrim tehlikesinin
tetikleyicisi olabilecek tüm alt sınıflar.
İlk iki kategori, üretim ve
bölüşüm kaçınılmazdı; çünkü emeğin artı değersiz ortaya çıkışını tartışmak
istedim.
Örneğin, bugün sistemin
süper starlarına, CEO’lara bakın, inanılmaz yüksek maaşlar alıyorlar.
Maaşları aynı işyerinde
çalışan işçinin maaşının 400-500 katı.
21. Yüzyılda Kapital kitabında
Thomas Piketty çok enteresan bir şey söylüyor: “İnsanlar nasıl burjuva olur?
Birçok örnekte zengin bir
aileye doğarlar ve mirasçı olurlar.
Bugün ise işletmelerin
süper starları yüksek bir eğitime sahip, dil biliyorlar, şirketin başına geçip
inanılmaz ücretler alıyorlar.”
Üretim süreçlerinin
kapitalizmin kaçınılmaz kısıtlarını aşacak bir biçimde örgütlenmesinin başka
bir yolu var mı?
Dünya üretimi bugün
çokuluslu şirketler eliyle yürütülüyor, bu şirketler fason üretim yaparak küçük
şirketlere üretim zincirinden pay dağıtıyor.
Küresel üretim, esnek
uzmanlaşmaya dayalı olarak işliyor ve hâkim üretim modeli çokuluslu şirketlerin
güdümünde.
Küresel olarak dağınık
görünen üretim süreçleri küresel değer zincirleriyle birbirine bağlı.
Kitapta bu endüstriyel
üretimi de eleştiriyorum.
Çünkü endüstriyel üretime
bu boyutta ihtiyacımız oluğunu düşünmüyorum.
Her yıl dünyada üretilen
gıdanın üçte biri çöpe gidiyor.
İsteğe değil, ihtiyaca
yönelik bir üretim gerekiyor.
Bu çok önemli.
İstek neden var?
İstek dediğimiz, piyasanın
talep dediği şey.
Talebi sürekli kılarsanız,
sürekli üretirsiniz.
Böylece arzı yükseltirsiniz
ve kâr elde ederseniz.
Bugün aldığınız tüm
ürünlerin neden bir ekonomik ömrü var?
Anneannem hayatı boyunca
bir veya iki buzdolabı kullanmıştı.
Şimdi buzdolabı
alıyorsunuz, ekonomik ömrünün ortalama yedi yıl olduğu söyleniyor.
Elli yıl önce daha düşük
bir teknolojiyle daha uzun süre kullanılan eşyalar üretilirken bugün daha
yüksek bir teknolojiyle neden ömrü daha kısıtlı olanlar üretiliyor?
Talebi ve arzı yükselterek
kârı yükseltmek için üretiyoruz.
Endüstri kapitalizminin
sürekliliği insani değerlerin önünde tutulduğunda amacına uygun kullanılmış
olmuyor.
Maliyetleri düşürüp
verimliliği artıracak sentetik hammaddeler yüzünden kanser oluyoruz veya yine
bu yüzden tüketmediğimiz giysileri yakıyoruz.
H&M, Burberry veya Louis Vuitton niye
ürettikleri şeyleri fiyatları düşmesin diye yakıyorlar?
O zaman niye ürettiniz?
Üretimdeki kaynak, zaman
israfı bir yana, yakmanın çevresel maliyeti ne olacak?
Tonlarca ürünü yakmayı göze
alabilmek için ne kadar kâr etmiş olabilirler?
Biz bunları söylerken
liberal argüman “Üretmezsek üretim durur, bu da krizi tetikler, bu da istihdamı
düşürür ve insanlar geçimlerini sağlayamaz” der.
Hayır.
Eğer o alanda istihdam
edilmezlerse daha başka alanlarda istihdam edilirler, daha yaratıcı alanlara
kaymış olurlar.
Özetle, isteğe bağlı değil,
ihtiyaca bağlı üretimle çevresel ve insani zararları önlemek mümkün.
Mesela, Bayer-Monsanto GDO’lu tohum üretiyor.
Bu tohumların insan
sağlığına verdiği zarara karşılık ilaç üretiyor.
Bu bize sanayi tipi
üretimin insan sağlığına ve doğaya zarar verdiğini gösteriyor.
Neredeyse herkes obez,
neredeyse herkes kanser oluyor.
Fast-food reklamlarının
arkasından lipid yakan kolesterol ilaçlarının reklamı yapılıyor.
İstediğiniz kadar yiyin ve
hapınızı alın, her şey güllük gülistanlık olur.
Hayır! Ne bu ürünlere ne de
bu safsatalara ihtiyacımız var.
İhtiyaca odaklanan bir
üretimin zorunlu ve mümkün olduğunu söylüyorum özetle.
Bunun için de yerelin
ihtiyacına odaklanmak gerek.
Küresel eşitsizliğin
artması ve sosyal adaletsizliğin değişken yapısı bugün bölüşüm sorununu her
zamankinden çok ortaya çıkarıyor.
Dayanışma ekonomileri
çerçevesinde bölüşüme nasıl bakmalıyız?
Bölüşüm konusunda pek çok
insan yazıp çiziyor.
Branko Milanovic Küresel
Eşitsizlik kitabında ve David Harvey birçok kitabında neoliberalizm
eleştirileri üzerinden bölüşüme odaklanır.
Varolan şekliyle birikim ve
bölüşüm kabul edilemez: 1’e 99 dengesizliğini yeniden, yeniden üretmek için bir
nedenimiz yok çoğunluk olarak.
O yüzden de yeniden
tanımlanmış bir bölüşüm mekanizmasına ihtiyacımız var.
Bunu yapmak için yerel
ölçek çok iyi bir başlangıç.
En azından insanlar yerelde
üretip bölüştükleri zaman “piyasa” içinde daha az yer almış olacaklar.
Herkesin kendisine şu
soruyu sorması gerekiyor: Piyasada şirketlerin ürettiği şeylerden hangilerini
insanlar kendileri yerelde örgütlenerek üretip paylaşabilir?
AVM’lerden nasıl çıkarız?
Bunun için ölçeği büyütmek
ve paydaş sayısını artırmak gerekiyor.
Şirketlerin ürettiği şeylerden hangilerini insanlar
kendileri yerelde örgütlenerek üretip paylaşabilir?
AVM’lerden nasıl çıkarız?
Bölüşüm ilişkileri yerel
düzeyde, devlet-dışı ve piyasa-dışı bir çerçevede düzenlenebilir.
Bu yaklaşım dayanışma
temelli üretim ilişkilerine yansıtılabilir.
Üretim ve bölüşüm
arasındaki ilişki dayanışmanın maddi temellerini belirler.
Bu bölüşüm tek bir biçimde
ortaya çıkmayabilir.
Takas ilişkileri de bu
maddi temelin parçası olabilir.
Bazen de geleneksel
mekanizmalar üzerine inşa edilebilir.
Modern araçlar da
kullanabilir.
Örneğin, Yunanistan’da
ekonomik krizin en zor döneminde bankalarda para çekme limiti düşürüldüğünde
yerelde alternatif para birimleri ortaya çıktı ve takas ilişkisini
kolaylaştırdı.
Dayanışma düşüncesinin
yerel ve özgün koşulları bu mekanizmayı belirler.
“İşyeri demokrasisi” üçüncü
prensip…
İşyeri demokrasisinden söz
ederken alternatif bir demokrasi pratiğinden söz ediyorum.
Mesele sadece insanların
maddi koşullarını iyileştirmek değil.
İnsanlara söz hakkı,
yetki ve denetim mekanizmasında sorumluluk vermek gerek.
Gebze Dilovası’nda ülkenin
en yoğun kanser vakaları görülüyor.
İnsanlar çalışmaya mahkûm
edildikleri şartlar nedeniyle kanser oluyorlar.
Bununla ilgili de konuşmak
gerek.
Bunları konuşuyor muyuz?
Konuşmuyoruz. Ya da
konuşanlarımızın başı belaya giriyor.
İşyeri demokrasisinden
kastım özetle çalışanların ücret dışındaki koşullarının iyileştirilmesi, buna
dair tartışmaların yapılması ve üretim sürecinde söz sahibi olmaları, çalışma
yaşamı dışındaki sorunların tartışmaya açılması.
Joyce
Rothschild, işyeri demokrasini iyileştirmeye yönelik dört temel müdahale
biçiminden söz eder.
İlki takım temelli ve yatay
örgütlenme.
Bu bağlamda Japon şirket
modeli çok ilgi çekici; Amerikan şirket yapısının aksine, dikey değil, yatay
örgütlenmeye dayalı.
Aslında bu modeli de Japon
şehir devletlerindeki Samuray örgütlenmesinden alırlar.
Herkes birbirine karşı
sorumludur.
Şirkette de müdür,
pazarlama müdürü, mühendis, şef ve işçi yan yana aynı düzeyde çalışır ve bir
arada hareket ederler.
Bu sıklıkla quality
circles (kalite çemberleri) olarak adlandırılır.
Dayanışma ekonomilerine
esin kaynağı olabilir.
İkinci müdahale alanı
kadınların, azınlıkların tüm kesimlerinin örgütsel takımlara katılımı.
Üçüncüsü emek
örgütlenmeleri, sendikalar.
Dördüncüsü teknoloji
kullanımı.
Teknoloji kullanımıyla
karar alma süreçleri yatay olarak örgütlenmiş bir ekip tarafından ele
alındığında teknoloji denetim ve kontrol yerine üretkenlik ve verimlilik için
kullanılabilir.
İşyeri demokrasisinin
alternatif bir model olarak taşıdığı potansiyel demokrasi pratiğini siyasetin
alanından çıkarıp ekonomiye taşır.
Yan yana gelişlerdeki
sınıfsal pozisyonlara geri dönüp baktığımızda, birey kendisini eğitim veya
deneyiminden doğru daha yukarda gördüğünde dayanışmaya bir önkabulle girmiş
olur.
Böylece kendisine
kapitalist sistemde ölçülebilen beşeri sermaye gibi bir değer biçer.
Halbuki dayanışma ânındaki
değer ihtiyaç üzerinden belirlendiğinde ancak insani değer ortaya çıkar.
Bir kafe düşünün, bulaşıkçı
işletme müdüründen daha az mı değerli?
Dayanışma ekonomilerinde
değer kavramı üzerine daha çok düşünmek gerekiyor.
Antonio Negri ve Michael
Hardt, yeni kitapları Meclis’te “yeni demokratik formlar
ararken, toplumsal yaşamın üretimini ve yeniden üretimini harekete geçiren
işbirlikçi ağları inceleyerek işe başlamalıyız” diyor.
Demokrasi ile dayanışma
ekonomileri arasında nasıl bir ilişki var?
Ekonomik ve politik
seçkinler arasındaki kutsal ittifak kitleleri sivil ve siyasi haklarından
yoksun bıraktı, demokratik sistemler içinde talep ve temsil haklarını
ellerinden aldı.
Dolayısıyla, demokrasiyi
dayanışmanın tanımlayıcı unsurlarından biri olarak görüyorum.
Ancak buradaki demokrasi
tanımı, bugün neoliberal sistemde can çekişerek varolmaya çalışan liberal
demokrasi, parlamenter demokrasi değil.
Buradaki demokrasi anlayışı
yerel düzeyde örgütlenen, katılımcılara söz hakkı ve denetimde yer veren ve
doğrudan demokrasiye en çok yaklaşacak bir demokrasi anlayışı.
Burada sınıfsal ve kimliğe
dayalı ayrımların ötesine geçen ve doğrudan ortak çıkarlara, ortak hedeflere
odaklanan bir demokrasi anlayışı söz konusu.
Ayrıca demokrasiyi politik
alanın dışına çıkarıp ekonomik alanın içine yerleştirerek olası ideolojik ve
söylemsel çatışmaların ötesine geçme, maddi koşullarda ortaklaşma çabası var.
Bu maddi koşullar işyeriyle
de sınırlı değil, ancak katılımcıların işyeri dışındaki yaşam alanlarında maruz
kaldıkları ortak sorunları da kapsıyor.
Yeni emek enternasyonalizmi üç temel noktada dayanışma
ekonomisinin inşasında işlevsel bir yere sahip.
İlki, sendikalar dışındaki örgütlenmelerin emek
hareketi içindeki öneminin artışı. İkincisi, emek hareketinin siyasi arenadan
sivil toplum alanına yönelmesi.
Üçüncüsü, geleneksel olmayan direniş biçimleri.
Dördüncü prensip yeni bir
emek örgütlenmesi...
Dayanışma ekonomileri
toplumsal örgütlenmeye, siyasi kültüre ve yerel düzeyde varlık gösteren
ekonomik etkenlere dayalı olarak gelişiyor.
Yerelin özgün dinamiklerine
göre şekilleniyor ve emek-çalışma deneyimlerini doğrudan etkiliyor.
Bu ekonomiler toplumsal
hedefleri ekonomik hedeflerin önünde tutarak hem ortakların/çalışanların hem de
kurulan işletmelerin çıkarlarını göz önünde bulunduracak, bu da emeğin algısı
ve deneyimlerinde önemli değişikliklere yol açacak.
Öte yandan, küreselleşme
emeği dönüştürdüğü kadar emek hareketlerini de dönüştürdü.
Emek hareketi bugün bir
geçiş döneminde.
Bu geçiş süreci, çalışanların
ihtiyaçlarını karşıladığı, işyerine temas ettiği, iş dışındaki yaşam
alanlarındaki meseleleri de içerdiği oranda ilerici olacak.
Üretim sürecinin
parçalanması veya standart dışı istihdam biçimleri emek hareketini yeni
arayışlara yöneltiyor.
Bu arayışlar yeni bir emek
dayanışması ortaya çıkaracak.
Tüm bunlarla birlikte, yeni
emek enternasyonalizmi de üç temel noktada dayanışma ekonomisinin inşasında
işlevsel bir yere sahip.
İlki, sendikalar dışındaki
örgütlenmelerin emek hareketi içindeki öneminin artışı.
Artık tüm işçiler
sendikalara üye olmuyor, çünkü sendikal üyelikler başka sorunlara yol açıyor,
Flormar direnişinde olduğu gibi.
Sendikalar yeni çalışma
alanları ve yeni meseleleri kapsamakta güçlük çekiyorlar ve yeni örgütlenmeler
gündeme geliyor.
Soma’da maden ve inşaat
sektörlerinde kurulan bağımsız sendikalar da buna örnek olabilir.
Ayrıca, alternatif olarak
sivil toplum temelinde örgütlenen yapılar var.
Bizdeki İşçi Sağlığı ve İş
Güvenliği Meclisi (İSİG) veya çağrı merkezi çalışanlarının kurduğu ÇMÇ-Der
örnek olarak verilebilir.
İkincisi, emek hareketinin
siyasi arenadan sivil toplum alanına yönelmesi.
Sermaye ve devletin
arasındaki ilişkinin güçlenmesine bağlı olarak emek hareketinin gerilediği
durumlarda, sivil toplum alanı çıkar arama ve sosyal örgütlenme için etkin bir
alan olarak öne çıkıyor.
Özelleştirme sonrasında
verilen hak mücadeleleri buna örnek gösterilebilir.
Üçüncüsü, geleneksel
olmayan direniş biçimlerinin sahiplenilmesi.
İşçilerin kurduğu direniş
çadırları ve işçi forumları, hatta sosyal medyadaki kampanyalar buna örnek
verilebilir.
Yeni bir tür emek
örgütlenmesi derken biraz daha meclislere, kolektiflere, sivil topluma kayan
bir yapıdan, sendikaların temsil etmediği dezavantajlı kesimleri temsil eden
yapılardan da söz ediyorum.
Mesela ev eksenli kadının
çalışması üzerinden de emek örgütlenmesinin yeniden ele alınması gerekir.
Tüm bunlar alternatif emek
örgütlenmesini gündeme getiriyor.
Kadının sendikal
hareketteki yerine bakın.
Yok neredeyse.
Emeğin yeniden örgütlenmesi
derken kadını da, göçmen işçileri de içermesinden söz ediyorum.
Yeni emek örgütlenmesine
örnek olarak New Labor verilebilir.
Yasadışı göçmenleri temsil
ediyorlar.
Amerika’da yasadışı göçmen
olabilirsiniz, ama işçi olarak yasal taleplerde bulunabilirsiniz, böylesi bir
hukuki çetrefil var.
Türkiye’de de artık böyle
bir durumla karşı karşıyayız.
Yıllar önce Numan Kurtulmuş
bir açıklama
yapmıştı ve henüz göçün
başlarıydı: “Biz bu insanların burada kalacağını biliyoruz” demişti.
Kaldılar da.
Bugün bu insanlara “artık
gidin” diyemezsiniz, aradan sekiz yıla yakın zaman geçmiş.
Suriyeli işçiler varlar.
Çalışma izinleri olsa da,
olmasa da çalışıyorlar ve sendika üyesi olamazlar.
Sendika üyesi olmadıkları
için hak arama imkânları ve zeminleri yok.
Çok ciddi bir hak ihlâli
var.
Bir zaman gelecek, bu
insanların örgütlenmesi söz konusu olacak.
Bu bir mülteci derneğinin
altında mı olur, sektörel bazlı mı olur, göreceğiz.
Franco İspanya’sında
kurulan, dünyanın en bilinen dayanışma ekonomisi örneği Mondragon hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Mondragon bir efsane
kuruluşu itibarıyla.
İspanya iç savaşından sonra
Bask bölgesindeki Arrasate-Mondragon’a gelen genç rahip Jose Maria
Arizmendiarrietta öncülük ediyor.
Amacı kentin savaş
sonrasında devam eden toplumsal sorunlarını yerel girişimlerle çözmek.
Buna yönelik ilk projeleri
futbol takımı kurulması ve eğitim ile sağlık alanındaki ihtiyaçların
karşılanması.
Mondragon ortaklığının ilk
kooperatifi rahip Arizmendiarrietta liderliğinde beş işçi tarafından kurulan
ULGOR, ki adını beş işçinin soyadlarının başharflerinden almış.
Mondragon’un ilk sanayi
kooperatifi olan Fagor Elektronik ise bugün Fagor International olarak ABD,
Avustralya, Çekya, Polonya ve Türkiye’de faaliyette bulunuyor.
1956 Franco İspanya’sı, az gelişmiş bir ülke.
17 özerk bölgeden oluşuyor,
dolayısıyla bir ulusal ekonomi inşasından söz edemiyoruz.
Ülke içinde de
eşitsizlikler söz konusu.
Katalunya ve Bask bölgesi
daha gelişmiş.
En erken sanayileşmeyi
başlatan da bu iki bölge.
Mondragon bu sanayileşme
atılımı sırasında kuruluyor, öncüsü oluyor.
Yerelde doğrudan işçileri
örgütleyerek başlıyor.
Franco devri boyunca
varolmayı başarıyor.
Franco rejimi boyunca Bask
bölgesinde ayakta kalmanın ötesinde, çok ciddi bir kurumsallaşma süreci
yaşanıyor bu dönemde.
Kendi okulu, sandığı,
futbol takımı, fabrikası var.
Kadınlar için mühendislik
okulu açıyorlar.
Kadınları, becerilerinin
artırılması yoluyla, üretime katıyorlar.
İspanya 1986’da AB üyesi
oluyor.
İşler değişmeye başlıyor.
İlki, tüm dünyada
neoliberal politikaların egemen olması, Mondragon’un da buna ayak uydurması.
İkincisi, AB’ye üyelikle
birlikte yerelin talepleri ve rengi değil, AB vatandaşlığının kurallarının
geçerli olmaya başlaması.
Mondragon’un sordurduğu
soru şu: Bir kooperatif ne kadar büyüyebilir veya nasıl bölünmeli?
Kooperatiflerde optimum
verimlilik ve eşitlikçi bölüşümle büyüklüğün ilgisi var mı?
Bu soruların cevabı
matematiksel bir modellemeyle bulunabilir.
Dayanışma ekonomileri
deneyimlerinde tüm örnekler öğretici.
Mondragon işleyiş biçimiyle
devlet eksenli üretim ve bölüşüm yapılarına alternatif sunuyor.
Bunun en önemli örnekleri
kredi birliği, sosyal güvenlik birimleri ve okulları.
Mondragon küresel piyasanın
kurallarına göre işleyen ve kapitalist dünya ekonomisi içinde yer alan bir
alternatif, kapitalizme karşı duran bir alternatif değil.
Mondragon holdingleşiyor,
kaçınılmaz olarak finansallaşıyor.
Eleştiriler de burada
başlıyor.
Evet, hâlâ kooperatif
ruhunu koruyor: gönüllülük esası, demokratik yönetim, şeffaf yönetim.
Ama neoliberal
politikalarla uyumlu davranıyor.
Dayanışma ekonomileri belli
bir büyüklüğe kavuştuktan sonra farklı alanlara yayılmalı, ancak bu yayılma
yerelden ve ortaklardan gelecek taleplere cevap verecek şekilde belirlenmeli.
Bu açıdan Self-Employed
Women’s Association (SEWA) Mondragon’dan daha iyi bir örnek.
SEWA’yı daha iyi örnek
yapan özellikler neler?
SEWA çok kapsayıcı bir
örgütlenme.
Kırk yıldan fazladır
faaliyetlerini sürdürüyor.
1972’de bir sendika olarak
tescillenmiş.
Yoksul, kendi hesabına
çalışan kadın işçileri temsil ediyor.
İki milyona yakın ortağı
var.
Yerel ekonomik gruplar
içinde çiftçiler, gıda işi yapanlar, çöp toplayıcıları ayrı ayrı bölüşüyor
kazancı.
Yerelde de özerk birimler
örgütlenmeyi yürütüyor.
Unutmayın, din ve dil
açısından farklılıkları barındıran, kast sisteminin olduğu kozmopolit bir ülke
Hindistan, çok parçalı bir yapısı var.
SEWA bu parçalı yapı içinde
demokratikleşmeye katkı sunarak yerelin pratiği içinde çoğalıyor, kendisini
yerelin ihtiyaç ve koşullarına uyarlıyor.
SEWA özgün bir yapı, tipik
bir işçi sınıfı hareketini temsil etmiyor.
Kapsayıcı, kendine özgü;
kopyalanamaz, ancak dayanışma ekonomileri için esin kaynağı olabilir.
Çok dilli, çok dinli bir
ülkede hiç ayrım yapmaksızın iki milyon üyeyi örgütleyebilmesi çok etkileyici.
Diyebilirsiniz ki, bir
milyar nüfusta iki milyon.
Evet ama, en dezavantajlı,
kast sisteminin en altındaki kadınları örgütlüyorlar.
Kadınların çoğu eğitim
imkânlarına erişememiş, nüfus cüzdanları bile yok.
Zor iş kollarında kayıtdışı
çalışıyorlar.
Örgütlenmesi en zor kesimi
örgütlemişler.
SEWA’nın örgütsel modeli,
işyerleri görece belirsiz olan kayıtdışı işçilere işyeri demokrasisine uygun
katılım imkânı sunması nedeniyle de dikkat çekici.
Farklı iş kollarının
temsilcileri üçer yıllığına seçiliyor.
Temsilciler toplumsal
açıdan çeşitlilik gösteriyor.
Üyelerin karşılaştığı
sorunların üzerinden onların yönlendirmesiyle örgütlülük genişliyor.
SEWA banka, sigorta ve konut kredi kooperatifi gibi işlev gören kuruluşları
vasıtasıyla formel kurumların dışladığı üye kadınlara finansal hizmetler ve
parasal destekler sunuyorlar.
Kooperatif modeli dışında
hareket eden bir sivil toplum örgütü ve sendikal bir kimliği de var SEWA’nın.
Bu nedenle formel bir kurum
olmaktan çok değerler sistemi olarak düşünülebilir.
SEWA’nın yayılımıyla
ilgilenen Guy Standing’in dediği gibi, SEWA “küreselleşme ve emekçi modelin
zayıflamasına bir tepki olan örgütsel bir devrimin parçası olarak görülebilir.”
Mondragon İspanya’da
çıkıyor,
SEWA Hindistan’da.
Farklı toplumlar, farklı
siyasi ve örgütlenme gelenekleri var.
Her biri yerel
gerçekliklerine ve koşullarına göre örgütleniyor.
Bizdeki gibi değil, bizde
örgütlenmeler tepeden inmeci, tek adamcı.
Biri geliyor, belirliyor
her şeyi, Pankobirlik’teki gibi, hem belediye başkanı, hem holding yönetim
kurulu başkanı, hem milletvekili oluyor insanlar.
Büyük bir merakla takip
ettiğim Hawkers International var, çöpçülerin
yan yana geldiği bir yapı.
Wiego var, işportacıların
örgütü.
ABD ve Kanada’da adil
ticarete dayalı ürün pazarlaması yapan Ten Thousand Villages...
Daha birçok umut veren
örnek var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder