10 Ekim 2022 Pazartesi

FOUCAULT VE MARKSİZM - 1

 

Michel Foucault’nun Mayıs 68 olaylarını ne kadar şaşırtıcı bulduğu, Paris Nanterre Üniversitesi’nde bir kadroya atanmasından sonra, aynı yılın Ocak ayında hayat arkadaşı Daniel Defert’e söylediği şu sözlerden anlaşılabilir: “Öğrencilerin, hocalarla ilişkilerinden sınıf savaşı terimleriyle bahsetmeleri ne tuhaf.”

 Bu sözlere ilişkin yorumlar, kafamızda yerleşmiş Foucault imgesi hakkında önemli ipuçları verecektir.

Foucault, Jean-Paul Sartre hakkında alenen yaptığı küçümseyici yorumlardan (1966) ve Kelimeler ve Şeyler (1966) kitabındaki belirgin sapmalardan ötürü kuşağının Yeni Sol mensupları arasında bir anti-Marksist olarak nam salmıştı.

  Ama daha genç kuşağa mensup olup, radikal filozofun daha geç tarihli portrelerine –Hapishanenin Doğuşu (1974) kitabının yazarı olarak Foucault’ya; Paris sokaklarındaki protestolarda, bir elinde megafon, Sartre’la ve diğer ultra-goşistlerle omuz omuza çekilmiş fotoğraflarına– aşina olan sol eğilimli entelektüeller, aktivist ve ajitatörler, Foucault’nun yukarda yer verdiğimiz itirafını muhtemelen kafa karıştırıcı bulacaklardır.

 Acaba Foucault, 22 Mart Hareketi’nin fitilini ateşleyecek politik kıvılcımlar karşısında hazırlıksız yakalanmış olabilir miydi?

 Sonuçta Paris’e şenlikten sonra gelmiş, Haziran ayı sonunda Sorbonne’da düzenlenen son gösterilere katılmıştı.

 Ben Foucault’nun bu sözlerini bilinçli bir tefekkür olarak yorumlamayı tercih ediyorum: kendilerini, sanki karşılarında üretim araçlarının sahipleri varmış gibi üniversite hocalarıyla savaşa tutuşmuş devrimci proleterler gibi sunan ayrıcalıklı Nanterre öğrencilerinin tavrı üzerine bir yorum.

 Foucault, bu çelişkiden çıkardığı sonuçları ortaya koymak istercesine, 1969’da politik tartışmalarda sınıf mücadelesi dilini kullanmaya başladı ve kendi döneminin ruhuna “Marx’a dönüş”ün damgasını vurduğunu ilan etti.

 Foucault’nun politik değişimi, 1968’de felsefe dersi verdiği Tunus Üniversitesi’ndeki Troçkist öğrenciler arasındayken gerçekleşmişti.

 Genç Tunuslulardan aldığı ilhamla, hem Marx’tan Rosa Luxemburg’a tarihsel materyalizmin klasik eserleri hakkındaki bilgilerini tazelemiş, hem de Yeni Sol arasında popüler olan Che Guevara gibi figürlere, Kara Panterler gibi gruplara eğilmişti.

  Tunus’ta grevlerle, boykot ve işgallerle, gözaltı, tutuklama ve işkencelerle geçen o bir seneyi düşünürken, kendilerini Marksist olarak tarif eden öğrencilerinin tavrındaki titizlik ve kesinlikten ziyade, ruhani ve varoluşsal enerjiyi takdir etmişti.

 Marx’ın tarihsel önemini yitirdiği yolundaki eski iddiasından tümüyle vazgeçerek, şuna kani olmuştu: “[...] mit, gerekliydi.

 Mücadeleye başlayabilmek için politik bir ideoloji veya politik bir dünya algısı, insan ilişkilerine ve durumlarına dair politik bir algı kesinlikle şarttı.”

 Bu sözler, Marx’tan çok Sorel’i akla getiriyor; fakat yine de Foucault’nun, yaşadığı dönemin politik muhayyilesini yakalamak için yeni bir mit ördüğünü söylemek çok mu ileri gitmek olur?

 Foucault’nun, “iktidar” terimini kavramsal olarak açarak, başka bir “dünya algısı” ortaya koyduğu söylenebilir mi?

 Sonuçta Foucault’nun bu konudaki en temel içgörüleri –iktidarın baskıcı olmaktan ziyade üretici olduğu; bizzat bireyselliğin, tarihsel bir iktidar örgütlenmesinin ürünü olduğu fikri– tarihin hilesine dair bıkkın bir uyarı değildir.

 “İktidarın daima galip geldiği” anlamına gelmez bu.

Aksine, bir araştırma gündemi öne sürer: “şayet iktidar insanları eziyor, veya silahlarla ya da idarecilerle onları sindiriyorsa, insanlar muhakkak iktidarın hayata geçirilmesine temel bir tehdit oluşturdukları içindir” şeklindeki hipotezi tarihsel açıdan doğrulamaya çalışmak.

  Foucault’ya göre, ezilenler de muazzam bir “iktidar ağı”nı kullanırlar.

 Tarihsel bir sürecin edilgin kurbanları değildirler; iktidar, tarihsel açıdan olumsaldır.

  Ezilenlerin direnişi, iktidarın mevcut örgütlenmesini biçimlendirmiştir.

 Bu görüş çerçevesinde, devrim hakikaten benzersiz bir olaydır.

Bu politik fikirler kinik olabilir, ama Marksist politik düşünce geleneğine tamamen yabancı değildirler.

Sözgelimi, yukardaki formülasyonlar Benjamin’in ezilenlerin tarihinden devşirdiği derslere çarpıcı ölçüde benzemektedir – özellikle de devrimci olanağın “zayıf mesihçi gücü” fikrine.

  Foucault meslek hayatı boyunca ezilenlerin sesine kulak vermiştir.

 Yazdığı eserler ve kullandığı kaynaklar adeta infial uyandıracak niteliktedir, çünkü kütüphanelerde onca zaman geçirerek gün yüzüne çıkardığı unutulmuş seslere, Bentham, Marx, Freud, Decartes, Smith, Machiavelli, Rousseau gibi büyük düşünürlerden çok daha fazla yer vermiştir.

 Marx ve Benjamin’in de tercih ettiği bir yöntemdi bu.

 Foucault “yararsız âlimliğin tatlı farmasonluğu” diye bahsetmişti ondan.

  Batı düşüncesinin en üstün vesikalarına dalmakla birlikte, kendine temel aldığı düşünceler üzerine bir izahat veya yorum yazmaktansa, 19. yüzyılda yaşamış hermafrodit Herculine Barbin üzerine kitap yazmaya çok daha yatkındı.

Dolayısıyla, onun etkilendiği düşünsel kaynakları meydana çıkarmak çok titiz bir okumayı gerektirir.

Foucault’nun yıldızının, kitle iletişim çağının başında, Fransa’da trente glorieuses [muhteşem 30 yıl/1945-1975] olarak anılan dönem içinde parladığı düşünülürse, karışık ve dikkat çekici kavramları tam da medyanın bu artan gücünü akılda tutarak oluşturmuş olması muhtemeldir.

Batıl inanca davetiye çıkarırcasına, bir kelime üzerinden felsefe yapmanın tehlikelerini sezmediğini sanmak yanlış olur.

Frankfurt Okulu ve Sitüasyonist Enternasyonal’in tutumuna karşılık, Foucault kitle iletişim teknolojilerini eleştirmekten imtina ediyor ve bunları çoğunlukla, söylem olanakları alanını genişleten nötr araçlar olarak kabul ediyordu.

unun bir sebebi de, muhtemelen, her daim televizyonda boy gösteren meşum nouveau philosophe figürünün yükselişini haber verircesine, bir kamusal entelektüel olarak söz konusu medya aygıtını büyük ustalıkla yönlendirip kullanmasıydı.

Ancak bu tutumu da ilkeli bir tavrın sonucuydu.

Foucault’nun metodolojisi “yüksek” ve “düşük” kültürel formlar arasındaki ayrımlara direniyordu: Bir dönemin cezalandırma paradigmasını keşfetmek için Bentham’a da bakabilirdi, Pennsylvania’daki bir Quaker hapishanesinin planına da, Fransa’daki bir taşra hapishanesinin günlük rutinine de.

Machiavelli’yi akılda tutarak, “iktidarın yerel kinizmi” diyordu buna.

Foucault’nun kavramsal problemlerini eklemlendirmek ve dayanaklarını kavramak için, öncelikle iktidar üzerine düşüncelerini hem kendi yaşadığı dönemin şartları hem de kendi şartlarımız içinde konumlandırmamız gerekir.

Böyle bir bağlam oluşturmak, Foucault’nun düşüncesinin bugüne dek öğrenegeldiğimiz alımlanma ve yeniden kurulma biçimini kafamızdan atmamıza yardımcı olacaktır.

 nun geniş kapsamlı tarihsel argümanının rasyonel özünü ortaya çıkarmak için, çoğu zaman son derece güzel olsa da yer yer dikkati dağıtabilen betimleyici diline mesafe almamız gerekiyor.

 oucault’nun kendisi de sık sık ortaya attığı kavramlara retorik mesafe almış, bunlara titiz birer kuramlaştırmadan ziyade bir düşüncenin yerini tutan işaretler muamalesi etmiştir.

Burada özel bir Foucault okuması önerdiğimin farkındayım; onun için de böyle bir okumanın kilidini açmak üzere, Foucault’nun İngilizce’de yayınlanan toplu eserlerinin hiçbirinde her nedense yer verilmemiş “Les mailles de pouvoir” [İktidarın Halkaları] metninin çevirisini sunuyorum.

Foucault’nun 1976’da Bahia Üniversitesi’nde verdiği bu konferans, teybe kaydedilip çözüldükten sonra önce Portekizce olarak [“As Malhas de poder” başlığıyla] yayınlanmış, ardından tekrar Fransızcaya çevrilerek Dits et écrits derlemesinde yayınlanmıştır – şimdi de internet üzerinden İngilizce olarak sizlere sunuluyor.

 Bir iktidar ağının “halkaları”, deliklerinin boyutu veya ölçüsü, internet çağı için bilhassa yerinde bir metafor; yeni kapma [capture] ve kaçma [slippage] türlerine gayet uygun düşüyor. 

Bu çalıntı metnin size aktarılması da, Foucault’nun vaktiyle hakikat söylemi veya parrhesia dediği şeyi dolaşıma sokmayı kolaylaştıran teknolojilerin gelişmesinin bir sonucu.

Nitekim, Foucault’nun 1970’lerin sonuna ait çalışmaları, unutulmuş bir geçmişten gelip, düşüncesindeki bütünlük ve kopukluklara dair varsayımları altüst ederek yeni sezgileri ve yeni sınırları ortaya çıkaracak bir saatli bomba gibidir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...