TÜRLERİN KÖKENİ
Tarihsel Taslak
Burada
Türlerin Kökeni fikrinin gelişimi üzerine kısa bir taslak sunacağım.
Yakın
zamana kadar natüralistlerin büyük çoğunluğu türlerin değişmez mahsuller
olduğuna ve ayrı ayrı yaratıldıklarına inanıyordu.
Bu
fikir birçok yazar tarafından büyük beceriyle savunuldu.
Diğer
yandan, sayıca az bazı natüralistler, türlerin değişime uğradığına ve mevcut
yaşam formlarının daha önce mevcut olan formların ari nesillerinin altsoyu
olduğuna inanıyordu.
Klasik
yazarların bu konu hakkındaki bahislerini göz ardı edersek, modern zamanlarda
bu konuyu bilimsel bir ruhla inceleyen ilk yazar Buffon’dur.
Ancak
onun fikirleri farklı dönemlerde ciddi dalgalanmalar gösterir ve türlerin
dönüşümünün sebeplerine ve vasıtalarına hiç girmez; ben de burada bunun
ayrıntılarına girmeyeceğim.
Bu
konuda vardığı kararlarla ciddi anlamda ilgi çeken ilk kişi ise Lamarck idi.
Şöhretini
hak etmiş olan bu natüralist, görüşlerini ilk olarak 1801’de yayınladı; daha
sonra 1809 yılında Philosophie Zoologique adlı eserinde bunları
genişletti, 1815 yılında da giriş niteliğindeki Hist. Nat. des Animaux
sans Vertebres adlı eserini çıkardı.
Bu
çalışmalarında insan dahil tüm türlerin diğer türlerden türediği doktrinini
destekledi.
Hem
organik hem de inorganik dünyadaki tüm değişikliklerin mucizevi müdahalelerle
değil, yasalar sonucunda olma olasılığına dikkat çekerek, bu alanda üstün
hizmetler verdi.
Lamarck
temelde, türleri ve çeşitleri ayırmanın zorluğu yüzünden, neredeyse mükemmel
bir biçimde biçimlerin belirli gruplar halinde derecelendirilmesi ve evcil
ürünlerin benzeşmesi sayesinde türlerin dereceli olarak değişimi sonucuna
varmıştı.
Değişim
vasıtalarına bağlı olarak, değişimin sebeplerini kısmen yaşamın fiziksel
koşullarının doğrudan eylemlerine, kısmen zaten mevcut olan biçimlerin melezlenmesine
ve hem kullanışlı hem de kullanışsız bir biçimde, alışkanlıkların etkilerine
yükledi.
Özellikle
bu son vasıtaya doğadaki tüm güzel adaptasyonların sebebi olarak baktı; örneğin
zürafanın uzun boynu ağaç dallarına göz atmak içindi.
Ancak,
aynı şekilde ilerlemeci gelişim yasasına da inanıyordu; tüm yaşam türleri
ilerlemeye eğilimli olduğundan, bugünkü basit ürünlerin varlığının sebebi
olarak böylesi biçimlerin spontane olarak meydana geldiğini iddia ediyordu.
Bay
Herbert Spencer bir denemesinde, yaratılış teorisi ile organik varlıkların
belirgin yetenekler ve güçlerle gelişimine ilişkin teorinin farklarını ortaya
koydu.
Evcil
ürünlerin benzerliğini, bir çok türün embriyolarının maruz kaldığı
değişiklikleri, türlerin ve çeşitlerin ayrılmasının zorluğunu ve türlerin
değiştiğini iddia eden genel derecelendirme prensibini tartıştı ve değişimi,
koşulların değişimine bağladı.
Yazar
ayrıca psikolojiyi, her bir zihinsel gücün ve kapasitenin dereceli olarak
zorunlu kazanımı prensibine göre ele aldı.
Giriş
Türlerin
Kökeni incelendiğinde, organik varlıkların yaygın benzeşmelerini onların
embriyolojik ilişkilerine, coğrafi dağılımına, jeolojik sıralarına ve benzer
olgulara yansıtan bir natüralistin, türlerin bağımsız olarak yaratılmadıkları,
çeşitler gibi diğer türlerden türedikleri sonucuna varması anlaşılır bir
durumdur.
Böylesi
bir çıkarım iyi temellendirilmiş olsa da haklı olarak hayran kaldığımız yapısal
mükemmelliği ve karşılıklı adaptasyonu anlamak adına bu dünyada yaşayan sayısız
türün nasıl değiştiğini açıklayana kadar tatmin edici olamaz.
Natüralistler
çeşitlenmenin olası tek sebebi olarak, sürekli biçimde iklim, gıda vb. harici
koşullara atıfta bulunur.
Aşağıda
göreceğiniz üzere, kısıtlı bir anlamda bu doğru olabilir; ancak sadece harici
koşulları sorumlu tutmak saçmadır – örneğin ayaklarıyla, kuyruğuyla, gagasıyla
ve diliyle ağaçkakanın yapısı hayranlık verici biçimde ağaç kabuklarının
altındaki böcekleri yakalamaya adapte olmuştur.
Beslenmesini
belirli ağaçlardan sağlayan, tohumlarını belirli kuşların taşımasına gereksinim
duyan ve belirli böceklerin, farklı cinsiyetlerde olan çiçeklerindeki polenleri
bir çiçekten diğerine taşıması gereken ökseotu örneğinde ise, çeşitli farklı
organik varlıklarla ilişkiler kuran ve parazit bir bitki olan ökseotunun
yapısının sorumluluğunu harici koşullara veya alışkanlıklara veya bitkinin
kendi istemine bağlamak saçma olacaktır.
Bu
nedenle, en önemlisi değişimin ve karşılıklı adaptasyonun vasıtalarına dair net
bir anlayışa sahip olmaktır.
Gözlemlerimin
başlangıcında, evcil hayvanların ve ekilen bitkilerin dikkatli biçimde
incelenmesinin bu muğlak sorunları açığa çıkarma konusunda en iyi yöntem
olabileceğini düşünüyordum.
Bu
konuda hayal kırıklığına uğramış değilim; bunda ve diğer şaşırtıcı durumlarda,
her ne kadar mükemmel olmasa da elimizdeki evcilleştirmeye dair bilgilerin en
iyi ve güvenilir ipuçlarını verdiğini fark ettim.
Natüralistler
tarafından yaygın biçimde göz ardı edilse bile böylesi araştırmaların çok
yüksek değer taşıdığı yönündeki yargımı ifade etmeye cüret edeceğim.
Bu
düşünceler doğrultusunda bu özetin ilk bölümünü evcilleştirmedeki
çeşitlenmelere ayıracağım.
Böylece
kalıtsal değişimlerin büyük kısmının hiç olmazsa mümkün olduğunu ve aynı
derecede önemli olan bir şeyi, birbirini takip eden ufak çeşitlenmeleri seçişi
sayesinde insanın gücünün ne kadar büyük hale geldiğini göreceğiz.
Daha
sonra doğal tür çeşitlenmelerine geçeceğim; ancak maalesef bu konuyu çok kısa
geçmemiz gerekecek, çünkü hakkıyla anlatmak için kataloglar dolusu olgu
gereklidir.
Ancak
çeşitlenme için en uygun koşulların hangisi olduğunu tartışabileceğiz.
Sonraki
bölümde, dünyada var olan bütün organik varlıklar arasında, yüksek geometrik
nüfus artış oranının kaçınılmaz sonucu olan varlık mücadelesini inceleyeceğiz.
Bu,
Malthus’un doktrininin tüm hayvan ve bitki âlemlerine uygulanmış halidir.
Her
türden doğan çok sayıda birey hayatta kalabilir ve bunun sonucunda sürekli
yenilenen bir varlık mücadelesi ortaya çıkar; bu karmaşık ve bazen de değişken
olan hayat koşulları altında kendisi için avantajlı en ufak bir farka sahip
olan her varlık daha çok hayatta kalma şansına sahiptir; bu nedenle de doğal
olarak seçilir.
Kalıtımın
güçlü prensipleri neticesinde seçilen her değişim bu yeni ve değişmiş biçimi
yaymaya eğilimlidir.
Birçok
şey hâlâ muğlak görünse ve bir süre daha böyle kalacak olsa da, muktedir
olduğum en özenli çalışmalar ve vardığım en tarafsız yargılar ışığında, yakın
zamana kadar benim de içinde bulunduğum birçok natüralistin de düşündüğü gibi,
türlerin ayrı ayrı yaratıldığı düşüncesinden artık eminim.
Artık
türlerin sabit olmadığına ikna oldum; ancak aynı genus’a ait olanlar bazı
başka ve genelde soyu tükenmiş türlerin soyundan geliyorlar, aynı belirli bir
türün bilinen çeşitlenmelerinin bu türden gelmesi gibi.
Ayrıca,
doğal seleksiyonun tek olmasa da en önemli değişim vasıtası olduğuna da ikna
oldum.
İnsanın
Türeyişi
Bu
çalışmada varılan ve sağlam bir yargı oluşturma konusunda yetkin olan birçok
natüralistin de kabul ettiği ana sonuç, insanoğlunun daha az organize bir yaşam
biçiminden türediğidir.
Bu
sonucun temelleri asla sarsılamaz, çünkü embriyo gelişimi açısından insanın ve
daha aşağı düzeydeki yaratıkların benzerliği çok belirgindir ve yapısal ve
oluşumsal noktada karşılaşılan, hem çok önemli hem de çok önemsiz sayısız olgu
-bünyesinde bulundurduğu gelişmemiş noktalar ve bazen sebep olduğu anormal geri
dönüşler- tartışmaya yer vermeyecek kadar kesindir.
Tüm bunlar uzun zamandır bilinmesine karşın
kısa süre öncesine kadar bize insanın kökenine dair hiçbir şey söylemiyorlardı.
Artık,
tüm organik dünyaya dair bilgilerimiz ışığında gözden geçirildiğinde, bunların
anlamı açıkça bellidir.
Aynı
grubun üyelerinin ortak eğilimleri, geçmişteki ve günümüzdeki coğrafi
dağılımları ve jeolojik sıralamaları gibi olgu grupları diğerleriyle bağlantılı
olarak düşünüldüğünde, evrimin yüce prensibi açıkça ve sağlam biçimde
karşımızda durur.
Tüm bu
olgulardan yanlış sonuçlar çıkartılması inanılmazdır.
Bir
vahşi gibi, doğanın fenomenlerini bağlantısız olarak görmekten memnun olmayan
kişi, insanın ayrı bir yaratım eyleminin sonucu olduğuna inanmaya devam edemez.
Bir
insan embriyosunun, örneğin -kafatasının, uzuvlarının ve bütün iskeletinin
yapısı kullanım amacından bağımsız olarak diğer memelilerle aynı plana sahip
olan- bir köpek embriyosuna ne kadar benzediğini, bazen yeniden ortaya çıkan
çeşitli yapıları, örneğin Quadrumana’da mevcut olan ancak insanın normalde
sahip olmadığı bazı kasları -ve benzer bir sürü başka olguyu- kabul etmesi
gerekir.
Tüm
bunlar insanın diğer memelilerle birlikte, ortak bir atadan türediğine işaret
eder.
İnsanın,
vücudunun tüm parçalarında ve zihinsel yeteneklerinde hep kendine özgü farklara
sahip olduğunu gördük.
Bu
farklar veya çeşitlenmeler aynı genel sebeplere dayanıyormuş ve daha alt düzey
hayvanlarla aynı yasalara uyuyormuş gibi görünmektedir.
Her
durumda aynı kalıtım yasaları galip gelmektedir.
İnsan,
varlık vasıtalarından daha yüksek oranda artış eğilimi gösterir; bu nedenle,
bazen varoluş için çok zor bir mücadele vermek zorunda kalır ve doğal
seleksiyon, kendi kapsamında bulunan her şeyi etkileyebilir.
Benzer
bir doğaya sahip belirgin çeşitlemeler silsilesi hiçbir şekilde gerekli
değildir; bireylerdeki ufak dalgalı değişimler, doğal seleksiyonun işini
görmesi için yeterlidir.
Belirli
vücut parçalarının uzun süre kullanılması veya kullanılmamasının kalıtsal
etkisinin de doğal seleksiyonla aynı yönde etkili olduğundan emin olabiliriz.
Önceden
önemli olan değişimler artık özel bir fayda sağlamasa da uzun süre sonraki
nesillere aktarılmaya devam eder.
Vücudun
bir parçası değiştiğinde, birçok korelasyonlu çirkinlik vakasında örneğini
gördüğümüz üzere, korelasyon prensibi uyarınca diğer parçalar da değişecektir.
Bazı
şeyler, bol gıda, sıcaklık ve nem gibi hayatın çevresel koşullarının doğrudan
ve belirli fiillerine bağlanabilir.
Ve son
olarak, fizyolojik olarak pek önemsiz yahut bazıları hatırı sayılır öneme haiz
birçok karakter, cinsel seçim aracılığıyla kazanılır.
İnsanın
embriyolojik yapısı, daha alt düzey hayvanlarla benzerlikleri, bünyesinde
bulundurduğu gelişmemiş noktalar ve bazen sebep olduğu anormal geri dönüşler
düşünüldüğünde, eski zamanlardaki atalarımızın içinde yaşadığı koşulları hayal
edebiliriz ve onları zoolojik dizilerdeki doğru konumuna yaklaşık olarak
yerleştirebiliriz.
İnsanın
kıllı, dört ayaklı, kuyruklu, sivri kulaklı, muhtemelen ormanlık bölgelerde
yaşayan ve eski dünyada mukim bir atadan türediğini öğreniyoruz.
Natüralistler
tarafından tüm yapısı incelenen bu yaratık, Quadrumana olarak sınıflandırılır
ve hem eski hem de yeni dünyadaki maymunların da ortak ve çok eski atasıdır.
İnsanın
kökeni konusunda yukarıdaki sonuca vardığımızda ortaya çıkan en büyük sorun,
elde ettiği yüksek entelektüel güç standardı ve ahlaki eğilimleridir.
Ancak evrimin genel prensiplerini kabul eden
herkes, insanla aynı türde olan yüksek düzeyli hayvanların zihinsel güçlerinin
çok farklı bir düzeyde olsalar da gelişime uygun olduğunu görmelidir.
Bu yüzden üst düzey maymunlar ile bir balığın
ya da bir karıncanın ve tanemsi böceğin zihinsel güçleri arasındaki fark çok
büyüktür.
Bu
güçlerin hayvanlardaki gelişimi özel bir zorluğa neden olmaz, çünkü evcil
hayvanlarımızda zihinsel yetenekler mutlaka değişkendir ve bu değişkenlikler
kalıtsal olarak aktarılır.
Bu
yeteneklerin doğal ortamda hayvanlar için büyük önem arz ettiği konusunda
herkes hemfikirdir.
Bu
nedenle, koşullar doğal seleksiyon yoluyla gelişimleri için faydalıdır.
Aynı
sonuç insanlar için de geçerlidir; çok uzak dönemlerde bile dili kullanmasını,
silahlar, aletler, tuzaklar vb. icat ve imal etmesini sağlayan zekâ, insan için
de en önemli şeydir; bunlar ve sosyal alışkanlıkları sayesinde insan yaşayan,
tüm yaratıklar içinde en baskın yaratık haline gelmiştir.
Ahlaki
niteliklerin gelişimi en ilginç ve en zor problemdir.
Bu
gelişimin temeli aile bağlarını da içeren bir terim olan sosyal içgüdülerdir.
Bu
içgüdüler çok karmaşık bir doğaya sahiptir ve alt düzey hayvanlarda belirli
fiillere özel bir eğilim gösterilmesine neden olur; ancak bizim için daha
önemli olan öğeler sevgi ve ayrı bir duygu olan sempatidir.
Böylesi
sosyal içgüdülerle donanmış hayvanlar diğerlerinin varlığından ve eşliğinden
keyif alırlar, birbirlerini tehlikeye karşı uyarırlar, birçok açıdan
birbirlerini korurlar ve yardımlaşırlar.
Bu
içgüdüler türün tüm bireylerinde mevcut değildir, sadece aynı topluluk içinde
olanlarla sınırlıdır.
Tür için çok faydalı olan bu nitelikler
kesinlikle doğal seleksiyon ile elde edilmiştir.
Ahlaki
bir varlık, geçmişteki ve gelecekteki fiillerini ve güdülerini
karşılaştırabilir - bazılarını onaylayıp bazılarını onaylamaz; kesinlikle bu
niteliğe sahip bir varlık olan insanın bu niteliği onunla daha alt düzey
hayvanlar arasındaki en büyük farktır.
Ancak,
üçüncü bölümde ahlak duygusunun ilk olarak, insanlar gibi alt düzey hayvanlarda
da mevcut olan sosyal içgüdülerin sürekli ve her zaman mevcut olan doğasına,
ikinci olarak da alt düzey hayvanlardan farklı olarak zihinsel yeteneklerinin
çok aktif ve geçmiş olayların izlenimlerinin gayet canlı olmasına bağlı
olduğunu göstermeye çalışacağım.
İnsan
bu zihinsel duruma bağlı olarak geriye bakmayı ve geçmiş olayların ve
eylemlerin izlenimlerini karşılaştırmayı engelleyemez.
Ayrıca,
sürekli olarak ileri bakar.
Geçici
arzular veya tutkuları sosyal içgüdülerine baskın çıktığında, böylesi geçmiş
güdülerinin zayıf izlenimlerini düşünür ve her zaman var olan sosyal
içgüdüleriyle karşılaştırır.
Böylece,
tatmin edilmemiş tüm içgüdülerinin ardında bıraktığı memnuniyetsizliği
hisseder.
Bunun
sonucunda, gelecekte daha farklı davranmaya karar verir; buna vicdan adını
veririz.
Tanrı
inancına, insan ile alt düzey hayvanlar arasındaki sadece en büyük değil, en
belirleyici fark olarak sıklıkla yüksek bir değer atfedilir.
Ancak
daha önce gördüğümüz gibi, bu inancın insanlarda doğuştan geldiğini veya
içgüdüsel olduğunu savunmak imkânsızdır.
Diğer
yandan, her insanın içine işlemiş olan manevi teşekküller neredeyse
evrenseldir; onun insanın akıl yürütme gücünün belirgin biçimde gelişmesi ve
hayal gücü, merak ve hayret etme yeteneklerinde daha da fazla bir gelişmenin
sonucu olduğu açıkça görülmektedir.
İçgüdüsel
Tanrı inancı varsayımının birçok kişi tarafından O’nun varlığına dair bir
argüman olarak kullanıldığının farkındayım.
Ama bu
ihtiyatsız bir argümandır, çünkü insandan biraz daha fazla güce sahip olan
birçok acımasız ve kötü ruhun varlığına da inanmamızı gerektirir; çünkü böylesi
ruhlara dair inanç, hayırsever bir ilah inancından çok daha yaygındır.
Evreni
yaratan, evrensel ve hayırsever bir Yaratıcı fikri, uzun süre devam eden
kültürel bir ortama ulaşmadan önce insanoğlunun aklına gelmiş gibi
görünmemektedir.
İnsanın
bir tür alt düzeyde organize yaşam biçiminden geliştiğine inanan kişi doğal
olarak şu soruyu soracaktır: “Bu durum ruhun ölümsüzlüğü yönündeki inancı nasıl
etkiler?”
Sör J.
Lubbock’un gösterdiği gibi, barbar insan ırkları bu yönde bir inanç taşımaz ama
vahşilerin ilkel inançlarından çıkarsanan argümanlar, az önce gördüğümüz gibi,
çok az işe yarar ya da hiç işe yaramaz.
Çok az
kişi, germinal kesecikten doğmuş veya doğmamış bir çocuğa dönüşürken, bireyin
gelişiminin kesin olarak hangi döneminde insanın ölümsüz bir varlığa
dönüştüğünü belirlemenin imkânsızlığından dolayı bir endişe yaşar; endişelenmek
için en büyük sebep budur, çünkü dereceli olarak artan organik ölçekte bu
dönemi belirlemek imkânsızdır.
Bu
çalışmada vardığım sonuçların bazı kişiler tarafından dine son derecede aykırı
ilan edileceğinin farkındayım.
Ama
bunu ilan edenler, insanın kökenini çeşitlenme ve doğal seleksiyon yasaları
uyarınca daha alt düzey bir yaşam biçiminden türeyen özgün bir tür olarak
açıklamanın, neden bireyin doğumunu sıradan üreme yaslarıyla açıklamaktan daha
fazla dine aykırı olduğunu açıklamak zorundadır.
Hem
türlerin hem de bireylerin doğumu, zihnimizin kör talihin sonucu olduğunu kabul
etmeye yanaşmadığı büyük olaylar diziliminin eşit derecede önemli parçalarıdır.
Her bir
yapısal çeşitlenmenin, her bir çiftin evlilik bağıyla birleşmesinin, her bir
tohumun yayılmasının ve böylesi olayların belirli bir amaçla oluştuğuna ister
inanalım ister inanmayalım, aklın ışığında varacağımız sonuç budur.
Bu
çalışmada varılan esas sonuç, yani insanın daha az organize bir yaşam
biçiminden türemiş olması, üzülerek söylüyorum ki, birçok insana tiksindirici
gelecektir.
Ama
barbarlardan türediğimize dair neredeyse hiç şüphe yoktur.
Vahşi
ve parçalanmış bir sahilde Fuegian yerlilerinden oluşan bir grup insanı ilk kez
gördüğümde hissettiğim şaşkınlığı asla unutamam, çünkü atalarımızın böyle göründüğünü
düşünmüştüm.
Bu
insanlar tamamen çıplaktı ve vücutlarını boyamışlardı, uzun saçları
karmakarışıktı, ağızları heyecandan köpürüyordu, ifadeleri vahşi, irkilmiş ve
güvensizdi.
Neredeye
hiçbir zanaat eseri eşyaları yoktu ve vahşi hayvanlar gibi ne yakalayabilirlerse
yiyerek hayatta kalıyorlardı; hükümetleri yoktu ve kendi küçük kabilelerinden
olmayanlara karşı hiç merhamet göstermiyorlardı.
Bir
vahşiyi kendi topraklarında gören kişi, damarlarında biraz daha mütevazı bir
yaratığın kanının dolaştığını bilse çok fazla utanmaz.
Kendi
adıma, düşmanlarına işkence yapan, kanlı kurban törenleri düzenleyen, hiçbir
pişmanlık belirtisi göstermeden yeni doğmuş bebekleri öldüren, eşine köleymiş
gibi davranan, terbiye nedir bilmeyen ve en kaba batıl inançlarla dolu bir
vahşiden gelmektense, bakıcısının hayatını kurtarmak için korkunç düşmanı
karşısında cesaret gösteren o küçük kahraman maymundan veya kalabalık ve şaşkın
bir grup köpeğin arasından genç arkadaşını taşıyarak geçmeyi başaran ve dağdan
inen babundan gelmeyi tercih ederim.
İnsanların,
kendi çabalarıyla olmasa da, organik ölçeğin zirvesine çıktıkları için
gururlanmaları mazur görülebilir ve baştan oraya yerleştirilmek yerine, kendi
kendilerine yükseldikleri gerçeği, insanlara uzak gelecekte daha da iyi bir
kadere sahip olabileceklerine dair ümit verebilir.
Ancak
biz burada korkularla veya umutlarla uğraşmıyoruz, sadece aklımızın
keşfetmemize izin verdiği kadarıyla gerçeklerle uğraşıyoruz.
Elimden
geldiğince delilleri ortaya koymaya çalıştım; bence tüm asil nitelikleriyle,
düşmüş olanlara gösterdiği sempatiyle, sadece diğer insanlara değil, yaşayan en
mütevazı canlılara karşı bile gösterdiği cömertlikle, güneş sisteminin yapısı
ve hareketlerine bile erişen tanrısal zekâsıyla -tüm bu övülesi güçleriyle-
insanın hâlâ bedeninde o düşük düzeydeki kökeninin silinmez damgasını
taşıdığını kabul etmeliyiz.
Türlerin
kökenine gelince, organik varlıkların karşılıklı hısımlıklarını, embriyolojik
yakınlıklarını, coğrafi dağılımlarını, yer bilimsel ardışımlarını ve bu tür
olguları enine boyuna düşünen bir doğa bilgini, türlerin başlı başlarına
yaratılmış olmadığı, tersine, çeşitler gibi onların da başka türlerden türemiş
olduğu sonucuna varmak zorundadır.
Bununla
birlikte, böyle bir sonuç, çok sağlam temellere dayandırılmış bile olsa,
yeryüzünde yaşayan sayısız türlerin değişiklik geçirmiş ve bizde hayranlık
uyandıran o yapı ve o ortak uyarlanma yetkinliğini nasıl edinmiş oldukları
kanıtlanmadıkça yeterli olmaz.
Doğa
bilginleri iklim, besin, vb. dış koşulları, çoğu zaman değişimin olası biricik
nedeni saymaktadırlar.
Bu,
ilerde göreceğimiz gibi, sınırlı bir anlamda doğrudur ama örneğin, ağaç
kabuklarının altındaki böcekleri çekip çıkarmak için öylesine güzel uyarlanmış
ayakları, kuyruğu, gagası ve diliyle bir ağaçkakanın yapısını yalnız dış
koşullarla yormak akla aykırıdır.
Besinini belirli ağaçlardan emerek sağlayan,
belirli kuşlarla taşınmaları gereken tohumları ayrı eşeyli ve çiçektozunun
birinden öbürüne konması için ille belirli böceklerin aracılığını gerektiren
çiçekleri olan asalak ökseotunun yapısını, farklı organik varlıklarla olan
ilişkileriyle birlikte, dış koşulların etkileriyle ya da alışkanlıkla ya da
bitkinin kendi isteğiyle açıklamak da aynı ölçüde akla aykırıdır.
Bundan
ötürü, değişiklik geçirmenin ve uyarlanmanın yolları konusunda açık bir bilgi
edinmek pek önemlidir.
Gözlemlerimin
başlangıcında, evcil hayvanlar ve tarım bitkileri konusunda yapılacak titiz bir
çalışma, bana bu çapraşık problemi çözmek için en iyi şansı sağlayabilir gibi
göründü.
Hayal
kırıklığına da uğramadım; bu durumda ve başka çetrefil durumların hepsinde,
evcillik durumundaki değişim üzerine olan eksik bilgimizin yine de her zaman
güvenilir ipucu verdiğini gördüm.
Doğa
bilginleri, büyük çoğunlukla, böyle çalışmalara aldırmıyorsa da bu çalışmaların
pek değerli olduğu kanısındayım ve bunu söylemeye cesaret edebiliyorum.
Böyle
düşündüğüm için, bu yapıtın ilk bölümünü Evcilleştirmenin Etkisinde Değişim’e
ayıracağım.
Böylelikle
kalıtsal değişikliklerin büyük bir ölçüde ortaya çıkabileceğini ve aynı önemde
olan bir şeyi, insanın ardışık hafif değişiklikleri seçip biriktirme gücünün ne
denli etkili olduğunu göreceğiz.
Sonra
doğal bir durumdaki türlerin değişkenliğe geçmek istiyorum ama yazık ki bu konuyu
çok kısa işleyeceğim, çünkü bu konu ancak olguların uzun bir listesi verilerek
gereği gibi işlenebilir.
Bununla
birlikte, değişime elverişli durumların neler olduğunu tartışabileceğiz.
Yeryüzündeki
bütün organik varlıklar arasında geçen ve onların büyük bir geometrik oranla
çoğalmalarını zorunlu kılan Var Olma Savaşı, ondan sonraki bölümde
incelenecektir.
Bu,
hayvanlar ve bitkiler âleminin tümüne uygulanmış Malthus öğretisidir.
Her
türün doğmuş bireyleri sağ kalabileceklerden kat kat çok olduğu için ve bundan
dolayı, yaşamak için sık sık yinelenen bir savaş verildiği için, karmaşık ve
bazen değişen yaşama koşullarının etkisindeki herhangi bir canlı, kendisine
yararlı bir tarzda ne denli hafif bir değişikliğe uğrarsa uğrasın, daha iyi bir
sağ kalma şansı bulunacak ve böylece doğal olarak seçilmiş olacaktır.
Soyaçekim
ilkesinin etkinliğinden ötürü, seçilmiş her çeşit, kendi yeni ve değişiklik
geçirmiş biçimlerini çoğaltma eğilimi gösterecektir.
Doğal
Seçme, ana konu olarak, dördüncü bölümde biraz daha ayrıntılı işlenecektir ve o
zaman, Doğal Seçme’nin az gelişmiş canlı biçimlerin tükenmesine ve benim Iranın
Iraksaması dediğim olaya nasıl yol açtığını göreceğiz.
Ondan
sonraki bölümde değişimin karmaşık ve az bilinen yasalarını tartışacağız.
Çevremizde
yaşayan varlıkların karşılıklı ilişkileri konusundaki korkunç bilgisizliğimiz
göz önünde bulundurulursa, türlerin ve çeşitlerin kökeni konusunda birçok şeyin
açıklanmadan kalmasına hiç kimsenin şaşmaması gerekir.
Bir
türün neden çok yayıldığını ve çoğaldığını ve onun hısımı olan başka bir türün
neden dar bir alana yayıldığını ve az bulunduğunu kim açıklayabilir?
Oysa bu
ilişkiler çok önemlidir, çünkü yeryüzündeki her canlının bugünkü esenliğini ve
bence gelecekteki başarısını ve geçireceği değişikliği belirlemektedir.
Dünya
tarihinin eski yer bilimsel dönemlerinde yaşamış sayısız varlıkların karşılıklı
ilişkileri üzerine bildiklerimiz daha da azdır.
Pek çok
şey karanlık kalmakta ve uzun zaman karanlık kalacak ise de, başarabildiğim en
titiz çalışmadan ve en nesnel yargılamadan sonra, doğa bilginlerinin yakın
zamana dek benimsedikleri ve eskiden benim de benimsediğim görüşün, -yani, her
türün başlı başına yaratılmış olduğu görüşünün- yanlışlığı konusunda hiç kuşkum
yoktur.
Türlerin
değişmez olmadığına, tersine, aynı cinsten denenlerin tıpkı herhangi bir türün
onaylanmış çeşitlerinin o türün dölleri olması gibi, başka ve genellikle
tükenmiş bir türün doğrudan doğruya dölleri olduğuna kesinlikle inanıyorum.
Bundan başka, Doğal Seçme’nin, değişiklik
geçirmesinin biricik yolu değilse bile, en önemli yolu olduğu kanısındayım.
Aşağıdaki
bölüm Doğal Seleksiyon’un çerçevesini kuran “Var Olma Savaşı”nı
betimlemektedir.
Bu
bölümün konusuna girmeden önce, var olma savaşının nasıl olup da doğal seçmeye
çıktığını göstermek için birkaç ön düşünceyi belirtmem gerekiyor.
Doğal
bir durumdaki organik varlıklarda bireysel bir değişkenlik olduğu geçen bölümde
görüldü: Bunun tartışıldığını hiç işitmedim.
Bir yığın kuşkulu biçime tür, alt-tür ya da
çeşit denilip denmemesi bizim için önemsizdir; örneğin, çok belirgin bazı
çeşitlerin varlığı kabul edilse, Britanya bitkilerinin iki ya da üç yüz kuşkulu
biçimini hangi aşamaya sokmak uygun olur?
Bireysel
değişkenliğin ve çok belirgin bazı çeşitlerin düpedüz varlığı, çalışmamız için
dayanak olarak gerekli ise de, doğada türlerin nasıl türediğini anlamamıza pek
az yardım eder.
Oluşumun
bir parçasının öbürüne, yaşam koşullarına ve bir organik varlığın bir başkasına
böylesine yetkin uyarlanmaları nasıl gelişip gerçekleşti?
Bu
güzel karşılıklı uyarlanmaları, en açık olarak, ağaçkakanda ve ökseotunda,
ancak biraz daha açık olarak da, bir dört ayaklının kıllarına ya da bir kuşun
tüylerine yapışan en bayağı asalakta, suya dalan bir kınkanatlı böceğin yapısında,
en hafif esintiye kapılıp giden tüylü tohumda, sözün kısası, bu güzel
uyarlanmaları her yerde ve organik âlemin her parçasında görürüz.
Ayrıca,
benim başlangıç durumundaki tür dediğim çeşitler, sonunda nasıl oluyor da
açıkça ve birbirlerinden aynı türün çeşitlerinde olduğundan daha çok farklı,
yetkin ve belirgin türlere dönüşüyor diye sorulabilir.
Ayrı
cinsler denen ve birbirinden ayrı cinsin türlerinde olduğundan daha çok farklı
olan grupları belirleyen tür grupları nasıl türüyor?
Bütün
bunlar, gelecek bölümde daha tam görüleceği gibi, yaşama savaşının
sonuçlarıdır.
Bu
savaştan ötürü, ne denli hafif ve hangi nedenle olursa olsun, değişimler bir
türün bireylerine başka organizmalarla olan aşırı karmaşık ilişkilerinde ve
fiziksel yaşam koşullarına karşı, herhangi bir ölçüde yararlıysa, böyle
bireylerin korunmasına yol açacak ve genellikle soyaçekimle döllere
iletilecektir.
Döllerinde
sağ kalma şansı daha çok olacaktır, çünkü bir türün belirli aralıklarla doğan
birçok bireyinden ancak pek azı uzun ömürlü olur.
Her
küçük değişimi, yararlıysa esirgeyen bu ilkeyi, insanın seçme yetisiyle
ilişkisine dikkati çekmek için Doğal Seçme terimiyle adlandırdım.
Ama Bay
Herbert Spencer’in sık sık kullandığı En Uygunların Kalımı deyimi daha doğrudur
ve bazen aynı ölçüde kullanışlıdır.
İnsanın
seçmeyle kesin olarak büyük başarılar elde edebildiğini ve doğanın kendisine
sunduğu hafif ama yararlı değişimleri biriktirerek, organik varlıkları kendi
amacına uydurduğunu gördük.
Ama daha sonra göreceğimiz gibi, doğal seçme hiç
durmadan çalışan bir güçtür ve insanın küçük çabalarına üstünlüğü, tıpkı
doğanın eylemlerinin biliminkilere üstünlüğü gibi, ölçülemez.
Şimdi
var olma savaşını biraz daha ayrıntılı tartışalım. (...)
Hiçbir şey, evrensel yaşama savaşının
gerçekliğini tartışmalarda doğrulamaktan daha kolay ve -hiç değilse benim için-
yaşama savaşının varlığını hep göz önünde bulundurmaktan daha güçlü değildir.
Oysa bunu iyi kavramadıkça, bütün doğa
ekonomisi, yaratıkların dağılımları ile ilgili her türlü olgular, kıtlık, bolluk,
tükenme ve değişim belli belirsiz anlaşılır ya da tümüyle yanlış anlaşılır.
Biz
doğanın sevinçle parıldayan yüzünü görürüz; çoğu zaman yiyeceklerin
gerektiğinden çok olduğunu görürüz; pek çoğu böceklerle ya da tohumlarla
beslenen ve çevremizde hiç kaygısız ötüşen kuşların yaşamı durmadan yok etmekte
olduğunu görmeyiz ya da unuturuz; ya da o şakıyan kuşları ya da onların
yumurtalarını ya da yavrularını başka kuşların ve yırtıcı yaratıkların yok
ettiğini unuturuz; besinin o anda pek bol olmayabileceğini, durumun her yıl ve
her mevsim böyle olmadığını düşünmeyiz.
Var
olma savaşı, bütün organik varlıkların büyük oranda çoğalma eğiliminde
olmasının kaçınılmaz sonucudur.
Doğal
ömrü boyunca birçok yumurta ya da tohum üreten her yaratık, ömrünün bazı
dönemlerinde, bazı mevsimlerde ya da olağandışı yıllarda yıkıma uğrar; yoksa
sayısı geometrik dizi ilkesine göre öylesine aşırı bir hızla artardı ki, döllerini
hiçbir ülke besleyemezdi.
Bundan
ötürü, yaşayabilecek olandan daha çok birey üretildiği için, var olma savaşı
her durumda, bir bireyle aynı türden başka bireyler arasında, ayrı türlerin
bireyleri arasında ya da fiziksel yaşam koşullarına karşı, vardır.
Bu, bütün bitkiler ve hayvanlar âlemine aşırı
zorlanarak uygulanmış Malthus öğretisidir, çünkü bu durumda besin zorla
artırılamaz ve çiftleşme sağgörüyle önlenemez.
Bugün
bazı türler epey çabuk çoğalmakta ise de bütün türler böyle davranamaz, yoksa
yeryüzüne sığmazlardı.
Her
organik varlık doğal olarak öylesine büyük bir hızla ürer ki, hiç yok
edilmeseydi, bir tek çiftin dölleri yer yuvarlağını kaplayıverirdi; bu kuralın
hiçbir ayrası yoktur.
Yavaş
üreyen insan bile yirmi yılda iki kat çoğaldı ve bu hızla çoğalırsa bin yıla
varmadan yeryüzünde ayakta duracak yer kalmaz.
Ama bu
konuda düpedüz teorik hesaplardan daha sağlam kanıtlarımız, yani birbirini
izleyen ve yaşam koşullarının uygun olduğu iki ya da üç mevsimde, doğal bir
durumdaki türlü hayvanların şaşırtıcı bir hızla çoğaldığını gösteren sayısız
belge vardır.
Dünyanın
birçok kesiminde yabanıl olarak dolaşan türlü evcil hayvanlarımız daha da
şaşırtıcı bir kanıttır; Güney Amerika’nın ve son zamanlarda Avustralya’nın yavaş
üreyen sığırlarının ve atlarının çoğalma oranıyla ilgili veriler yeterince
inanılır olmasaydı, değersiz sayılırdı.
Bitkilerde
de böyledir; bütün adalarda, dışarıdan getirilmiş bitkilerin on yıldan daha
kısa bir zamanda yaygınlaştığını gösteren olgular vardır.
La
Plata’nın geniş düzlüklerinde bugün yaygın olan bazı bitkiler, örneğin bütün
öbür bitkileri neredeyse kovarak millerce karelik alanları kaplayan devedikeni
ve kenger Avrupa’dan getirilmiştir ve Hindistan’da, Amerika’nın bulunmasından
sonra oradan getirilmiş ve bugün Komorin Burnu’ndan Himalaya’ya dek yayılmış
bitkiler vardır.
Doğayı
incelerken yukarıdaki düşünceler hep göz önünde bulundurulmalı ve her organik
varlığın sayıca çoğalmak için en büyük çabayı gösterdiği, her birinin ömrünün
belirli bir döneminde yaşamak için savaştığı, her kuşakta ya da belirli
aralıklarla yaşlıların da gençlerinde kaçınılmaz ve büyük kırımlara uğradığı
unutulmamalıdır.
Bir
engelin hafifletilmesi, kırımın azıcık olsun önlenmesi, türlerin bireylerinin
sayısını her zaman ve birdenbire herhangi bir ölçüde artırır.
Her
türün üremeye olan doğal eğilimini engelleyen nedenler pek çapraşıktır.
En dinç
türe bakınız: Sayıları ne denli artarsa, daha da çoğalmaya eğilimleri o kadar
artar.
Bir tek
durumda bile engellerin neler olduğunu tümüyle bilmiyoruz.
Düşünen
hiç kimse, bu konuda, herhangi bir hayvandan çok daha iyi tanınan insan
bakımından bile, ne denli bilgisiz olduğumuza şaşmaz.
Burada
önemli bazı noktaları okura anımsatmak için yalnız birkaç düşünce ileri
süreceğim.
Yumurtalar
ve çok genç hayvanlar genellikle çok kırılıyor gibi görünür, oysa bu değişmez
bir durum değildir.
Bitkilerin
tohumları büyük ölçüde yok olur, ama yaptığım gözlemlere göre, bitki körpeleri,
önceden başka bitkilerle kaplanmış topraklarda çimlenmekten pek çok zarar
görmektedir.
Tohumların
birçoğunu da türlü düşmanları yok eder; örneğin üç ayak boyunda ve iki ayak
eninde, işlenmiş ve temizlenmiş, başka bitkilerin gelip barınmaya bırakılmadığı
bir yerde yerli yabanıl otlarımızın çimlenip sürmesini gözledim.
Sümüklüböceklerin
ve böceklerin yok ettikleri, 357’de 295’ten az değildi.
Birçok
kez biçilmiş çim, büyümeye bırakılırsa, çok gürbüz bitkiler, daha az gürbüz
olanları -bunlar tam gelişmiş bitkiler de olsa- yavaş yavaş öldürür;
böylelikle, çimle kaplı küçük bir alandaki (3x4 ayak) yirmi türden dokuzu yok
oldu, öbürleri rahatça gelişti.
Besinin
niceliği, her tür için o türün üreyebilmesinin son sınırını elbette belirler
ama çoğu zaman bir türün bireylerinin ortalama sayısını belirleyen,
bulabildikleri besin değildir, tersine, başka hayvanlara yem olmalarıdır.
Bundan
dolayı kekliklerin, orman tavuklarının ve tavşanların varlığını özellikle
yırtıcı hayvanların belirlediği pek de kuşkulu değildir.
Önümüzdeki
yirmi yıl içinde İngiltere’de bir tek av hayvanı vurulmasa, aynı zamanda hiçbir
yırtıcı hayvan öldürülmese, büyük olasılıkla şimdikinden daha az av hayvanı
olur.
Öte
yandan, bazı durumlarda, fil için söz konusu olduğu gibi, bir tek birey bile
yırtıcı hayvanlara av olmaz, çünkü Hindistan’da kaplan bile anasının koruduğu
bir yavru file saldırmayı binde bir göze alır.
Bir
türün ortalama sayısını belirlemede iklimin önemli bir yeri vardır ve belirli
aralıklarla görülen aşırı soğuk ya da kurak mevsimler, bütün engellerin en etkilisidir.
1854-55
kışının, arazimdeki kuşların beşte dördünü kırdığını hesapladım; bir salgın
sırasında insanlar arasında yüzde on ölümün olağanüstü yüksek sayıldığını
düşünürsek, bu korkunç bir kırımdır.
İklimin etkisi ilk bakışta var olma savaşından
tümüyle bağımsız görünür; oysa iklim besin darlığına yol açtığı ölçüde, gerek
aynı ve gerek ayrı yiyeceklerle geçinen başka türlerin bireyleri arasında, var
olma savaşının da en zorlusuna yol açar.
İklim,
örneğin aşırı soğuksa etkisini doğrudan doğruya da gösterir ve cılız bireyler
ya da kış ilerledikçe en az beslenenler, en çok kırılır.
Bir
türün çok uygun koşullarda, dar bir alanda olağanüstü çoğalmasını sık sık
salgınlar izler - bu, hiç değilse av hayvanları için genellikle böyle olur;
burada da yaşama savaşından bağımsız bir engel vardır.
Ama
belki de kalabalık hayvanlar arasında yayılmaları biraz daha kolay olduğu için
asalak solucanların yol açtığı salgınlar da böyle durumlarda görülür ve burada,
asalak ile tebelleş olduğu hayvan arasında bir çeşit savaş olur.
Geçen
bölümde kısaca tartışılan var olma savaşı, değişimi nasıl etkiler?
İnsanın
elinde öylesine güçlü olduğunu gördüğümüz seçme ilkesi, doğada kendini nasıl
gösterir?
Seçme
ilkesinin burada da pek etkili olduğunu göreceğimizi sanmıyorum.
Evcil
ürünlerimizde ortaya çıkan sayısız küçük değişimleri ve bireysel farkları ve
daha az da olsa, doğanın etkisindekilerde görülenleri göz önünde tutalım ve bu
sırada kalıtsallık eğiliminin gücünü de unutmayalım.
Evcilleşmenin
etkisinde bütün oluşumun belirli bir ölçüde biçimlenirleştiği gerçekten
söylenebilir.
Ama
evcil ürünlerimizde aşağı yukarı genellikle gördüğümüz değişkenliği insan
doğrudan doğruya türetmez; insan ne çeşitler yaratabilir, ne de onların ortaya
çıkmasını önleyebilir; insan, onları yalnızca ortaya çıktıkları gibi
saklayabilir ve biriktirebilir. İnsan, organik varlıkları yeni ve değişen yaşam
koşullarının etkisine istemeyerek bırakır ve bunu değişim izler ama doğada da
koşulların buna benzer değişmeleri olabilir.
Bütün
organik varlıkların birbirleriyle ve fiziksel yaşam koşulları ile karşılıklı
ilişkilerinin ne denli sıkı ve aşırı karmaşık olduğunu ve bundan dolayı
yapısındaki pek çok türlü değişmenin değişen yaşam koşulları karşısında her
yaratığa ne denli yararlı olduğunu da göz önünde tutalım.
O
zaman, insana yararlı değişimlerin olduğunu da göz önünde tutalım.
O
zaman, insana yararlı değişimlerin ortaya çıktığı besbelli iken, büyük ve
karmaşık yaşama savaşı sırasında ve ardışık birçok kuşak boyunca, her yaratığa
herhangi bir tarzda yararlı olan değişimlerin ortaya çıkması gerektiği
düşünülemez mi?
Bu
böyle oluyorsa, öbürlerinden pek az da olsa üstün olan bireylerin daha çok
yaşama ve soylarını sürdürme şansı bulunduğundan kuşkulanabilir miyiz?
Öte
yandan, pek az zararlı herhangi bir değişimin kesinlikle yok edileceğine
güvenle inanabiliriz.
İşte,
uygun bireysel farkların ve değişimlerin sözü edilen bu saklanmasına ve zararlı
olanların ortadan kaldırılmasına Doğal Seçme ya da En Uygunların
Kalımı diyorum.
Birkaç
yazar Doğal Seçme terimini yanlış anladı ya da uygun bulmadı.
Kimisi,
mademki doğal seçme yalnızca bir yaratığa kendi yaşam koşullarında yararlı
değişimleri esirger, öyleyse değişkenliğe yol açar diye bile düşündü.
İnsanın
yaptığı seçmenin güçlü etkisinden söz eden bir tarım uzmanına kimsenin bir
diyeceği yoktur ve bu durumda da, doğanın kendisine sunduğu ve insanın da
belirli bir amaçla ayırdığı bireysel farkların zorunlu olarak önceden türemesi
gerekir.
Kimileri,
seçme teriminin değişkenliğe uğrayan hayvanlarda bilinçli yeğleme demeye
geldiğini öne sürdüler ve bitkilerde istenç olmadığı için doğal seçmenin bitkilerde geçerli
olmadığında direndiler!
Sözcüğün
anlamı harfi harfine düşünülürse, doğal seçme elbette yanlış bir terimdir ama
türlü elementlerin seçken ilgilerinden söz eden kimyacılara kimin bir diyeceği
olmuştur? – ve bir asidin öncelikle birleştiği bir bazı bile bile seçtiği de
tam anlamı ile söylenemez.
Doğal
seçme ile etkin bir gücü ya da Tanrı’yı anlatmak istediğim de söylendi; peki
ama, gezegenlerin hareketlerini çekim gücünün düzenlediğini söyleyen bir yazara
kimin diyeceği vardır?
Böyle eğretilemeli
deyimlerle ne anlatılmak ve denmek istendiğini herkes bilir ve bunlar kısa
anlatım için aşağı yukarı gereklidir.
Doğa
sözcüğünü de tümüyle kişileştirmek güçtür ama doğa ile yalnızca birçok doğal
yasanın toplu etkisini ve sonucunu ve yasalarla da, bilip anladığımız olguların
ardışımını amaçlıyorum.
Böylesi
itirazlar konuya biraz girmekle unutulacaktır.
Hafif
herhangi bir fiziksel değişmeye, örneğin iklim değişmesine uğrayan bir ülkenin
durumundan yararlanarak doğal seçmenin olası işleyişini çok iyi anlayacağız.
Ülkedeki
canlıların oransal sayısı aşağı yukarı hemen bir değişme geçirecek ve bazı
türler belki de tükenecektir.
Her ülkenin canlılarının birbirine bağlı
olduğu sıkı ve karmaşık ilişki tarzından, iklim değişmesinden bağımsız her
değişmenin canlıların sayısal oranında önemli etkisi olacağı sonucunu
çıkarabiliriz.
Ülke
kapalı bir bölge değilse, yeni biçimler oraya gelip kesinlikle yerleşir ve bu
bazı yerli canlıların ilişkilerini altüst eder.
Bir
bölgeye getirilmiş bir tek ağaç türünün ya da memeli hayvanın ne denli güçlü
etkisi olduğunu anımsayalım.
Ama söz
konusu ülke yeni ve daha iyi uyarlanan biçimlerin özgürce giremeyeceği bir ada
ya da kısmen kapalı bir bölge olunca, ilk canlılardan bazıları herhangi bir
değişikliğe uğrarsa, oradaki doğa ekonomisinde kesinlikle daha iyi
doldurulabilecek yerler bulunması gerekir; çünkü, arazi oraya göçenlere açık
olsaydı, aynı yerleri dışarıdan gelenler tutmuş olurdu.
Böyle
durumlarda, bir türü değişmiş koşullara daha iyi uyarlayarak o türün
bireylerine herhangi bir yararı olan hafif değişiklikler korunmaya eğilimli
olur ve doğal seçme, geliştirme çalışması için boş alan bulur.
Birinci
bölümde gösterildiği gibi, yaşam koşullarındaki değişmelerin değişkenlik
eğilimini artırdığına inanmamız için yeter gerekçe vardır ve yukarıdaki
hallerde, koşullar değişmiş ve bu, yararlı değişimlerin ortaya çıkmasına daha
uygun bir şans sağlayarak doğal seçmeye açıkça elverişli olmuştur.
Bu
böyle olmadıkça doğal seçme hiçbir şey yapamaz.
“Değişim”
teriminin yalnız bireysel farkları içerdiği unutulmamalıdır.
Doğal seçmede, tıpkı insanın bireysel farkları
belirli bir yönde biriktirerek evcil hayvanlarda ve tarım bitkilerinde önemli
sonuçları elde etmesinde olduğu gibi, ama etkisini göstermesi için insanınkiyle
karşılaştırılamayacak kadar uzun zamanı olduğu için çok daha kolaylıkla iş
görebilir.
Doğal
seçmenin geliştirmesiyle değişen yerel canlıların bazıları doldursun diye yeni
ve boş yerlerin açılabilmesi için iklim değişmesi gibi büyük fiziksel
değişmelerin ya da göçü görülmemiş ölçüde önleyen engellerin gerekli olduğuna
da inanmıyorum.
Çünkü
bir ülkedeki canlılar birbirleriyle çok iyi dengelenmiş güçlerle savaştıkları
için, bir türün yapısındaki ve alışkanlıklarındaki son derece hafif
değişiklikler ona öbürlerine karşı üstünlük sağlar ve tür aynı yaşam
koşullarında yaşadıkça ve aynı geçim kaynaklarından ve koruyuculardan
yararlandıkça, birbirine eklenen aynı türlü değişiklikler çoğu zaman bu
üstünlüğü artıra gider.
İnsanoğlu
yöntemli [bilinçli] ve bilinçsiz seçmeyle büyük bir başarı sağlayabilirken ve
kesinlikle sağlamışken, doğal seçme neler yapamaz?
İnsan
yalnız dış ve görünür ıralara dayanarak iş görebilir: Doğa, doğal esirgemeyi ya
da en uygunların kalımını kişileştirmem hoş görülürse, bir canlıya yararlı olan
görünüşler ayrı tutulursa, görüşe hiç aldırmaz.
O,
bütün iç organları, yapısal farkların en belirsizlerini, yaşamın bütün düzenini
etkileyebilir; insan yalnız kendi çıkarı için seçer; doğa ancak yaratıklara en
yararlı olanları seçer.
Doğa,
seçilen her ırayı tümüyle sınamıştır, çünkü seçilen her ıra doğal seçme
olgusunun amacıdır.
İnsan
değişik iklimlerin canlılarını belirli bir ülkede yetiştirir; seçilen her ırayı
özel ve uygun bir tarzda seyrek sınar; uzun ve kısa gagalı güvercinleri aynı
yemle besler; uzun gövdeli ya da uzun bacaklı bir dört ayaklıyı özel bir tarzda
sınamaz; uzun ve kısa yünlü koyunları aynı iklimin etkisine bırakır.
En
güçlü erkekleri dişiler için savaşmaya bırakmaz.
Kusurlu
bütün hayvanları kesinkes yok etmez, tersine, ürettiği hayvanları her mevsimde
gücünün yetebildiği ölçüde korur.
Çoğu
zaman seçmesine yarı aykırı yaratılmış biçimlerle ya da hiç değilse göze çarpacak
kadar belirgin ya da çıkarına apaçık uygun bir değişiklik ile başar.
Doğada
ise yapının ya da doğal özelliğin en küçük farkları yaşama savaşındaki o ince
dengeyi bozabilir ve böylece esirgenir. İnsanın istekleri ve çabaları ne denli gelgeçtir!
Zamanı
ne denli azdır! Ve doğanın bütün yer bilimsel çağlar boyunca biriktirdikleriyle
karşılaştırılınca, insanoğlunun elde ettiği sonuçlar ne denli yoksuldur!
Öyleyse,
doğanın ürünlerinin insanoğlununkilerden çok daha “katışıksız” ıralı olduğuna
ve bu ürünlerin en karmaşık yaşam koşullarına en iyi uyarlanmaları ve çok daha
ince bir ustalığın damgasını taşımları gerektiğine şaşabilir miyiz?
Doğal
seçmenin her gün ve her saat bütün yeryüzündeki en küçük değişimleri inceden
inceye araştırarak, kötü değişimleri bir yana atarak, iyileri
esirgeyerek, nerede ve nasıl bir fırsat bulursa bulsun, her organik
varlığı onun organik ve inorganik yaşam koşullarına göre geliştirmeye sessizce
ve gözle görülmeden çalıştığı eğretilemeli olarak söylenebilir.
Çağlar
geçmedikçe gelişimdeki bu ağır değişmeleri hiç görmeyiz ve o uzun ve geçmiş yer
bilimsel çağlar boyunca olup bitenleri öylesine eksik bilmekteyizdir ki, ancak
yaşamın bugünkü biçimlerinin geçmiştekilerden farklı olduğunu görürüz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder