EVRENİN BİLMECESİ
Jena Üniversitesi’nde zooloji profesörü olan Ernst
Haeckel (1834-1919), Darwinizm için Thomas Henry Huxley’in İngiltere’de
yaptığını Almanya’da yapmıştır.
Sürekli propagandası sayesinde bu fikrin başarısını
garantilemiş ve Die Weltraetsel (1899) ve diğer kitaplarıyla evrim
doktrinini felsefenin ve dinin problemlerine uygulamıştır.
Düalist, transandantal ya da idealist felsefeleri
küçümseyen Haeckel’ın düşün tarihindeki yerini, hayat da dahil her şeyin
karbonun kimyasal özelliklerinden türediğini iddia eden, organik ve inorganik
doğaların birliğini ifade eden “monistik felsefe” olarak adlandırdığı kuramı
belirler.
“Monizm” kendi döneminde çok popüler olmuştur.
Kolay anlaşılır savları ve doğal bilimin evrenin
tam bir açıklamasını vereceğine olan inancı, Evrenin Bilmecesi (1899)
adlı popüler kitabında ifade bulmaktadır.
Kitap Almanya’da dört yıl içinde yaklaşık yüz bin
baskı yapmış, ilk İngilizce baskısı üç ay içinde otuz bin satmıştır.
On
Dokuzuncu yüzyılın sonu, dikkatli gözlemcilere en çarpıcı gösterilerinden
birini sunar.
Eğitimli
insanlar bu gösterinin birçok bakımdan ve tartışmasız bir biçimde öncekileri
aştığı ve başlangıçta üstesinden gelinemeyeceği sanılan birtakım görevleri
yerine getirdiği hususunda hemfikirdirler.
Modern
medeniyetimizin çehresi, sadece doğaya dair güvenilir nitelikte bilgi sahibi
olmamızı sağlayan kuramsal çalışmalarda kaydedilen ilerleme nedeniyle değil,
elde edilen bilginin endüstri, ticaret ve benzeri alanlarda verimli bir biçimde
uygulamaya konması suretiyle tümüyle değişmiştir.
Ne var
ki, daha önceki yüzyıllara kıyasla, manevi ve sosyal yaşamda pek az, hatta hiç
ilerleme kaydetmedik, çünkü ciddi bir tepki söz konusuydu.
Bu
çelişkili durum endişe verici bir ayrışma ve sahteliğin yanı sıra, siyasi ve sosyal
alanda tehlikeli sorunlara gebedir.
O
halde, bu çelişkiye yol açan ihtilafı çözüme kavuşturmak ve beraberinde
getirdiği tehlikeleri savuşturmak her saygın ve insancı düşünürün sadece hakkı
değil, aynı zamanda vicdani görevidir.
Bunun sadece ve sadece doğruya ulaşmak üzere
yapılacak cesur bir girişim ve açık bir dünya görüşü benimsemek suretiyle
yapılabileceğine inanıyoruz.
Şayet
bilimin içinde bulunduğumuz yüzyılın başında ne denli yetersiz şartlar altında
olduğunu hatırlar ve bunu, aynı yüzyılın sonunda, yani bugün ulaştığı muhteşem
gelişmeyle kıyaslarsak, fevkalade bir ilerleme kaydetmiş olduğunu inkâr
edemeyiz.
Özellikle
yüzyılın ikinci yarından itibaren bilimin her dalında, sayısız değerli
kazanımın elde edilmiş olmasıyla ne kadar övünsek azdır.
Gerek
“küçük”e dair mikroskobik bilgi, gerekse “büyük”le ilgili teleskopik
araştırmalar sayesinde düşünemeyeceğimiz kadar büyük ve paha biçilmez içgörü
sahibi olduk.
Gelişmiş
biyolojik ve mikroskopik araştırma yöntemleri, sadece tekhücreli organizmaların
görünmez dünyasının sonsuz zenginliğini gözlerimiz önüne sermekle kalmadı, bize
her çokhücreli bitki, hayvan ve hatta insan vücudundaki dokuların, “temel
organizmalar” olarak o küçücük hücreler tarafından oluşturulan sosyal
topluluklar olduğunu öğretti.
Bu anatomik
bilgi son derece önemlidir ve çok hücreli organizmaların basit bir hücreden,
döllenmiş yumurtadan geliştiğine dair embriyolojik keşifle tamamlanır.
Bu
keşfe temellenen “hücre kuramı”, bize yaşamın fiziksel, kimyasal, hatta
psikolojik süreçlerine dair en sahici açıklamayı sunar ki, bu gizemli olgular
bugüne dek doğaüstü “yaşamsal güç” ya da “ruhun ölümsüzlüğü” ile açıklanmıştı.
Dahası,
aynı kurama temellenen “hücresel patoloji” sayesinde hastalık durumunun ne
olduğu doktorlar için ilk kez anlaşılabilir hale geldi.
On
Dokuzuncu yüzyılın inorganik dünyaya dair keşifleri daha az önemli değildi.
Fizik
bilimi her alanda -optik ve akustikte, manyetizma ve elektrikte, mekanik ve
termodinamikte -şaşırtıcı bir ilerleme kaydetti ve daha da önemlisi, evrendeki
kuvvetler birliğini kanıtladı.
Isı
kuramının mekaniği, bunların birbiriyle ne denli bağlantılı olduğunu ve belirli
koşullar altında bunlardan her birinin kendini başka bir şeye
dönüştürebileceğini gösterdi.
Spektral
analiz bize yeryüzünde şeyleri -yaşayanlar da dahil- oluşturan maddenin
gezegenleri, güneşi ve en uzak yıldızları da oluşturduğunu öğretti.
Astrofizik,
uzayın ölçüsüz derinliklerinde dönen ve yerküremizden de büyük milyonlarca
kürenin, tıpkı yerküremiz gibi sonsuz bir yaşam-ölüm ritmiyle ebediyen
değiştiğini gözlerimiz önüne sererek kozmik perspektifimizi genişletti.
Kimya,
bizi bir sürü yeni maddeyle tanıştırdı ve bunların daha ileri analizleri
yapılamayan birkaç elementin (yaklaşık yetmiş) birleşiminden meydana geldiğini
ve bunlardan bazılarının yaşam üzerinde başlıca rol oynadığını gösterdi.
Bu
elementlerden biri olan karbonun, sonsuz çeşitlilik arz eden organik sentezi
etkileyen ve dolayısıyla “yaşamın kimyasal temeli” olarak görülebilecek madde
olduğuna işaret etti.
Ancak fizik ile kimyanın kaydettiği her
ilerleme, kuramsal önemi itibariyle, onları tek bir ortak noktaya taşıyan
“madde yasası”nın keşfine boyun eğdi.
Bu
temel kozmik yasa, madde ve kuvvetin sürekliliğini ve evrendeki istikrarını
saptayarak, dünya sorununun çözümüne giden zorlu ve karmaşık yolda monistik
felsefemize rehberlik eden kutup yıldızı oldu.
Muradımız
ilerleyen bölümlerde, içinde olduğumuz yüz yıl boyunca edindiğimiz doğaya dair
bilginin genel bir değerlendirmesini yapmak olduğuna göre, artık onun belirli
dallarının yeniden incelenmesiyle vakit kaybetmeyeceğiz.
Sadece
bir önemli gelişmeye, madde yasası ile aynı döneme rastlayan bir gelişmeye,
yani evrim kuramının tesisine değineceğiz.
Bin yıl
önce şeylerin evriminden bahseden felsefecilerin olduğu doğrudur ama böyle bir
yasanın tüm evrene egemen olduğu ve dünyanın ebedi “maddesel evrim” den başka
bir şey olmadığının kabulü, On Dokuzuncu yüzyıla rastlar.
Nitekim,
bu yüzyılın ikinci yarısında netlik kazanıp evrensel düzeyde uygulamaya
konmuştur.
Söz
konusu doktrinin ampirik bazda tesisinin sonsuz değeri ve dünya çapında
uygulamaya konmasının önemine işaret etme onuru büyük bilim adamı Charles
Darwin’e aittir.
Bu
kuramın içinde “tüm soruların sorusu” nun, yani “insanın doğadaki yerinin
sırrı”nın ve onun doğal gelişiminin anahtarı saklıdır.
Şayet
bugün evrim yasasının -ve aslında monistik evrimin- doğaya dair her konuda
egemenliğini kabul etme ve onu madde yasasıyla birlikte kullanma durumundaysak,
bunu üç seçkin doğacıya borçluyuz.
Bu
insanlar yüzyılın en büyükleri arasında türünün en iyi üç yıldızı olarak
parlarlar.
Doğaya
dair söz konusu kuramsal bilginin kaydettiği aşamayı, medeni yaşamda çok yönlü
ve çok katmanlı uygulamalar izler.
Şayet bugün “ticaret çağı”ndaysak, şayet
uluslararası ticaret ve iletişim önceki çağlardan farklı ve onların ötesinde
bir anlayış ve boyuta ulaştıysa, şayet zaman ve mekân sınırlarını telgraf ve
telefonlarımızla aştıysak, bunları en başta fizikteki, özellikle de fizikteki
buhar ve elektrik uygulamalarında sergilenen teknik ilerlemeye borçluyuz.
Fotoğrafçılıkta
güneş ışınını objenin doğru bir resmini anında yaratması için kolayca
kullanabiliyorsak, tarımda ve çeşitli diğer uğraşlarda olağanüstü ilerleme
kaydediyorsak, cerrahide kloroformumuz ve morfinimiz, antiseptiklerimiz ve
seröz terapötiklerimiz yoluyla insanın acısını azaltabiliyorsak, bunları
uygulamalı kimyaya borçluyuz.
On
Dokuzuncu yüzyılda kaydedilen muazzam ilerlemeye ve onun sayesinde kaydedilen
gelişmelere haklı bir gururla dönüp bakarken, modern yaşamın daha az önemli bir
diğer alanında, ne yazık ki kabul edilemez bir görüntüyle karşılaşıyoruz.
Nitekim,
“Fizik bilimi ve onun pratik uygulamasındaki hayret verici ilerlememiz ile
karşılaştırıldığında yönetim sistemimiz, adalet sistemimiz, milli eğitim
sistemimiz ve tüm sosyal ve manevi düzenimiz barbarlık düzeyindedir,” der
Alfred Wallace.
Kendimizi
bu ağır ithamın gerçeğine ikna etmek için, kamusal yaşamımıza önyargısız bir
bakış atmak ya da kamu duyarlılılığının organı olan basının bizlere günbegün
tuttuğu aynaya bakmak yeter.
Haeckel
bundan sonra modern hukuk biliminin ve siyasetin “bilim öncesi” niteliğini
suçlar ve eğitimi tartışmaya açar.
Gençlere
dönük eğitim, ne modern bilimsel ilerlemeyle ne de hukuk ve siyaset dünyamızla
uyum içindedir.
Doğa
bilimi, ki tüm diğer bilimlerden önemlidir ve sözde “manevi” bilimleri de
kucaklar, müfredatta hâlâ bir aksesuar olarak yer almakta, tabir yerindeyse
müfredatımızın Sindirella’sı muamelesi görmektedir.
Öğretmenlerimizin
çoğu Orta Çağ’dan kalma ruhsuz öğrenime hâlâ büyük önem vermektedir.
Başta
gramer, klasikler ve yabancı ulusların tarihine dair derinlemesine bilgi
aktarımı, büyük bir zaman kaybına yol açmaktadır.
Uygulamalı
felsefenin başlıca konusu olan etik (ahlak) tamamen ihmal edilmiş, bunun yerini
ruhbanlık öğretisi almıştır.
İnanç
bilgiden önce gelmelidir; monistik dine yol veren bilimsel inanç değil, sapkın
Hıristiyanlığın temelinde yatan batıl inanç!
Modern
kozmoloji ve antropoloji, biyoloji ve evrime dair değerli bilgiler,
yüksekokullarda olabilecek en yetersiz biçimde aktarılırken, genç beyinler hem
teorik hem pratik anlamda işe yaramayan filolojik ve tarihsel bilgiyle meşgul
edilmektedir.
Dahası,
üniversitelerdeki fakültelerin köhne düzenlemeleri ve dağılımı, ilk ve orta
dereceli okulların müfredatı ile uyum içinde değildir.
Modern
eğitime ve modern eğitimin temellendiği ileri doğal felsefeye muhalefet,
elbette Kilise’de doruğa ulaşılır.
Modern
yaşamda karşılaştığımız ve acilen çözümlenmesini talep ettiğimiz önemli
ihtilaflar, ki burada kısaca işaret etmekteyiz, işte bu muhalefetten
kaynaklanır.
Modern
eğitim ve bilimdeki büyük ilerleme, kamu ve özel yaşamı her yönüyle
ilgilendirir; insanlığın akıl yoluyla ilerlemesi, üst düzey kültür sahibi
olması ve mutluluğa yönelmesi modern bilimin açtığı yolu takiple mümkündür.
Ne var
ki, insan aklını yaşama dair en önemli sorunlarla uğraşmaya yöneltmektense,
Orta Çağ’ın iflas etmiş görüşlerine hapsetmek isteyen ve geleneksel dogmalarla
oyalanan etkin çevreler, bu amaca karşı çıkmaktadırlar.
Teoloji
ve felsefede, sosyoloji ve hukuk bilimde durum çok büyük bir ölçüde budur.
Diğer
çevrelere gelince, bunların tutumlarının -bir kural olarak- bencilliğe
atfedilmesi doğru olmaz.
Bu
çevreler kısmen gerçeği görememekten, kısmen de geleneğe tembel bir razı
oluştan muzdariptirler.
Aklın ve bilginin en büyük üç düşmanından en
tehlikelisi kötü niyet değil, cehalet veya belki de uyuşukluktur.
Tanrılar bunlardan ilkinin hakkından güle
oynaya gelmişse de diğer ikisiyle hâlâ beyhude savaşmaktadırlar.
Bu
gerici sistemin dayanaklarından biri hâlâ, “antropizm” dediğimiz şeydir.
Bu
sözcükle kastettiğim: “İnsan organizmasını doğayla karşı karşıya getiren, onu
organik varoluşun önceden takdir edilmiş, farklı, tanrısal bir varlık olarak
sunan dünya çapındaki yanlış düşünce.”
Bu
dogmatik düşünceleri yakından inceleyerek üç grupta toplayabiliriz: antroposentrik, antropomorfik ve antropolantrik.
I.
Antroposentrik dogma,
insanın yeryüzündeki yaşamın ya da daha geniş bir anlamda tüm evrenin, önceden
takdir edilmiş merkezi ve amacı olduğunu savunur.
Bu yanlış, insanoğlunun
çıkarına yatkın olması ve üç büyük Akdeniz dininin yaradılış efsanesiyle olduğu
gibi, Musevi, Hıristiyan ve İslam dininin dogmalarıyla da ilgili olduğundan,
hâlâ medeni dünyanın büyük bir kısmında egemendir.
II.
Antropomorfik dogma,
söz konusu üç dinin yanı sıra, diğer birçok dinin yaradılış efsanesiyle de
ilgilidir.
Dünyanın Tanrı
tarafından yaratılmış ve denetleniyor olmasını, yetenekli bir mühendisin suni
yaratımına ve bilge bir yöneticinin idaresine benzetir.
Nitekim Tanrı dünyanın
yaratıcısı, koruyucusu ve yöneticisi olarak bir insan suretinde temsil edilir
ve bunu insanın tanrısal olduğu varsayımı takip eder.
Tanrı insanı kendi
imajında yaratmıştır.
Daha eski ve naif
mitolojiler insan formunu, bedenini ve kanını tanrılara atfeden saf “homoheizm”dir.
Bu kişiye özel bir
tanrının görünmez -daha doğrusu bulutumsu- varlığına tapınan modern mistik
teosofiden daha anlaşılabilir bir durumdur ama bize “gaz halinde bir
omurgalının paradoksal resmini” verir.
III. Antropolantrik dogma,
doğal olarak, Tanrı ile insan davranışının kıyaslanmasından kaynaklanmaktadır
ve insan organizmasının ilahlaştırılmasıyla sonuçlanır.
Bunun
bir diğer sonucu, ruhun ölümsüzlüğüne ve insanoğlunun doğasının muzaaf
olduğuna, “ölümsüz ruh”un ölümlü bedenin geçici sahibi olduğuna inançtır.
Dolayısıyla,
farklı dinlerin açıklamalarına göre şekillenen bu üç antropistik dogma, sonuçta
olağanüstü bir önem kazanarak en tehlikeli yanlışların kaynağı olduğunu
kanıtlamıştır.
Bizim
monistik sistemimize ters düşen bu bakış açısını -dünyaya antropistik bakış
açısını- yeni kozmolojik bakış açısı hemen çürütmüştür.
Monistik
sistemimizin kozmoloji perspektifinden bakınca, sadece bu üç antropistik
dogmanın değil, düalistik felsefenin ve ortodoks dininin benimsediği diğer pek
çok görüşün de savunulamaz olduğu görülür.
Bunu
monistik doğa yorumumuzun kapsamlı evren görüşü sayesinde anlar, bize göre
ispatlanmış bulunan aşağıdaki “kozmolojik teoremler”in gerçekliğini görürüz.
(1)
Evren ya da kozmos ebedi, sonsuz ve sınırsızdır.
(2) İki
özniteliğiyle (madde ve enerji) sonsuz uzayı doldurur ve ebedi hareket
içindedir.
(3) Bu
hareket zamanın sonsuzluğunda -yaşamdan ölüme, evrimden gerilemeye periyodik
bir değişimle- kesintisiz sürüp gider.
(4)
Uzay boşluğunu dolduran eterin içindeki sayısız kütlelerin hepsi aynı “madde
yasasına” tabidir; dönen kütleler uzayın bir bölümünde yavaşça ayrışmaya ve yok
oluşa yönelirken, diğer bölümdekiler yeni bir hayata ve gelişime doğarlar.
(5)
Güneşimiz dayanıksız kütlelerden biri, yerküremiz ise bu tür kütlelerin
etrafında dönen sayısız geçici gezegenden biridir.
(6)
Yerküremiz likit formdaki (organik yaşamın ilk şartı) su haline gelmeden önce
uzun bir soğuma süresinden geçer.
(7)
İzleyen biyogenetik süreçte, sayısız organik formun yavaş yavaş gelişerek
dönüşmesi, yüz milyonlarca yıl almış olmalıdır.
(8)
Dünyadaki biyogenetik sürecin daha sonraki aşamalarında ortaya çıkan farklı
türdeki hayvanlar arasında omurgalılar, evrim yarışında diğer hepsini geride
bırakır.
(9)
Omurgalıların en önemlisi olan memeliler, amfibiler ve sürüngenlerden (triyasik
dönemde) türemiştir.
(10)
Memeliler sınıfının en gelişmiş, en mükemmel kolu, Tersiyer dönemin başında -en
az üç milyon yıl önce- en düşük plasentallardan türeme yoluyla boy gösteren
primatlardandır.
(11) Primatların en genç ve en mükemmel
sürgünü, Tersiyer dönemin sonuna doğru, bir dizi insana benzer maymundan
türeyen insandır.
(12)
Sonuç olarak, sözde dünya tarihi -yani birkaç bin yıllık medenileşme süresi-
organik evrim süreci içinde kaybolup giden kısacık bir andır; tıpkı gezegen
sisteminin tarihi içinde de kısacık bir an olduğu gibi!
Ve
toprak anamız, bu sınırsız evrende, güneş ışının içindeki toz parçası kadar
küçük; insanoğlu ise, organik doğa çerçevesinde küçücük bir protoplazmanın
dayanıksız (ölümlü) bir parçasıdır.
İçinde
bulunduğumuz ortamda bizleri saran bu engin muammanın çözümü için ihtiyacımız
olan geniş bakış açısına, ancak bu muhteşem kozmolojik perspektif sayesinde
sahip olabiliriz.
Bu
perspektif, sadece insanın doğadaki yerine açıkça işaret etmekle kalmaz, insanın
bu sınırsız kainattan kopuk ve en büyük önemi haiz üstün bir varlık olduğuna
dair yaygın yanılsamayı, dolayısıyla kibrini yok eder.
Kibirli
insanın bu namütenahi küstahlığıdır ki, onu kendisini “Tanrı’nın sureti” olarak
görmeye, gelip geçici varlığına “ebediyet” isnat etmeye ve sınırsız bir “irade
özgürlüğü”ne sahip olduğunu hayal etmeye sevk eder...
Ve ne
zaman ki, bu illüzyonu terk eder ve kozmolojik perspektiften bakmaya başlar,
işte o zaman “evrenin bilmecesini” çözmeyi umut edebilir.
Medeni
bir toplumun eğitimsiz unsurlarının çevresi, tıpkı vahşi insanlar için olduğu
gibi, sayısız muammayla doludur.
Bu
muammaların sayısı medeniyet ve bilim sıçrama yaptıkça azalır ve monistik
felsefe, sonuçta sadece tek bir basit ve kapsamlı bir muammayla baş başa kalır,
yani “madde sorunu”.
Biz bu
başlık altına yine de birkaç sorun daha eklemekte yarar görüyoruz.
Emil du
Bois-Reymond, 1880’de Berlin Bilimler Akademisi’nin Leibnitz oturumunda yaptığı
meşhur konuşmada, başlıca yedi dünya bilmecesini şöyle sıralar:
(1)
Madde ve kuvvetin doğası.
(2)
Hareketin kökeni.
(3)
Yaşamın kökeni.
(4)
Doğanın düzeni.
(5)
Basit algılamanın ve bilincin kökeni.
(6)
Rasyonel düşünce ve bu bağlamda konuşma yeteneği.
(7)
Özgür irade sorunu.
Berlin
Akademisi’nin bu konuşmacısı, söz konusu yedi bilmeceden üçünün -birincisi,
ikincisi ve beşincisinin- tamamen transandantal ve çözümlenemez; diğer üçünün
ise -üçüncüsü, dördüncüsü ve altıncısının- çok zor da olsa çözümlenebilir
olduğunu düşünüyor.
Yedincisi,
yani “bir dünya bilmecesi olarak özgür irade” konusunda, ki en büyük pratik
önemi haiz olandır, kararsız kalır.
Benim
monizm kavrayışım, Berlin konuşmacısından farklı olduğuna ve onun “yedi büyük
bilmece” fikri geniş ölçüde kabul gördüğüne göre, düşüncelerimi açıklamakta
yarar var.
Bence
üç transandantal sorun (1., 2. ve 5. sorunlar) “madde” anlayışımızla
çözümlenmiş durumda; çözümünün zor olduğunu düşündüğü diğer üç soruna (3., 4.
ve 6.), ki çözülebilir niteliktedir, modern evrim kuramımız cevap verir.
Yedinci
sorun, yani özgür irade sorunu, bir eleştiri ya da bilimsel inceleme konusu
değildir, zira yanlış bir görüş ve tam bir dogmadır, yani böyle bir sorun
yoktur.
Büyük
bilmecenin çözümüne ulaşmak için seçtiğiniz araçlar ve yöntemler, genel olarak
bilimsel araştırmanınkinden farklı değildir: Önce deney, sonra çıkarım.
Bilimsel
deney öncelikle duyu organlarımızın, sonra da beynin korteksindeki iç duyu
merkezlerinin faaliyetlerini gerektiren gözlem ve deneyim yoluyla yapılır.
Bunlardan
birincisinin organları mikroskopik duyu hücreleri, ikincisininki ise
gangliyonik hücrelerdir.
Zihinsel
yaşamımızın bu paha biçilmez gereçleri sayesindedir ki, dış dünyadan elde
ettiğimiz deneyimler, beynin diğer kısımlarında fikirlerin oluşumuna hizmet
eder ve bu birliktelik, ilişkilendirme yoluyla akıl yürütme zincirini
oluşturur.
Bu
zincirin oluşumunda iki farklı yol takip edilebilir ki, bence eşdeğer ve
zaruridir: tümevarım ve tümdengelim.
Yüksek
serebral işlemler, karmaşık akıl yürütme zincirlerinin tesisi, soyutlama,
kavramların oluşumu, algısal yeteneğin hayal gücüyle tamamlanması -kısacası,
bilinç, düşünce ve spekülasyon- tıpkı önceki daha basit zihinsel fonksiyonlar
gibi, beynin korteksinin gangliyonik hücrelerinin fonksiyonlarıdır.
Bunların tümünü akıl/mantık kavramıyla
ifade ederiz.
Dünya
bilgisine ve dünya sorunlarının çözümüne ancak akıl yoluyla ulaşabiliriz.
Akıl
insana bahşedilen en büyük armağan ve onu daha alt derecedeki hayvanlardan
farklılaştıran tek egemen ayrıcalıktır.
Bununla
birlikte, bu yüksek konuma eğitim ve kültürde kaydedilen gelişmeler sayesinde
ulaşmıştır.
Eğitimsiz
veya vahşi insanlar, memeliler arasında bize en yakın akrabalarımız (maymunlar,
köpekler, filler vb.) kadar “akıllı”dır.
Buna
rağmen birçok yerde tanrısal aklımızın yanı sıra bilgi edinmenin iki daha ileri
yolu olduğu düşüncesi hâlâ hâkimdir: duygu ve vahiy.
Bu
tehlikeli yanılgıyı derhal bertaraf etmeliyiz.
Duygunun
gerçeğe ulaşmakla hiçbir ilgisi yoktur.
“Duygu”
sözcüğüyle göklere çıkardığımız şey, beynin hoşlanma ya da hoşlanmama, anlaşma
veya anlaşmazlık, arzu ve nefret gibi duyguları oluşturan özenli bir
faaliyetinden ibarettir; organizmanın çeşitli faaliyetlerinden, duyu ve
kaslardan, mideden, cinsel organlar vb. etkilenebilir.
Duygu
iniş çıkışlarının iddia edildiği üzere gerçekliğe dair şeylerle hiçbir ilişkisi
olmadığı gibi, duygusal durumlar gerçekliğin peşinde olan aklı rahatsız eder,
algılama gücünü zayıflatır.
Hiçbir
kozmik sorun, duygu dediğimiz serebral faaliyetle çözüme kavuşturulamaz.
Aynı
şey “vahiy” için de söz konusudur; bilinçli ya da bilinçsiz olarak bir
aldanmadan ibarettir.
Öz Yasası
Doğanın
üstün ve her şeyi içine alan yasası, gerçek ve tek kozmolojik yasa benim
fikrime göre öz yasasıdır; bu yasanın keşfedilmesi ve oluşturulması On
Dokuzuncu yüzyılın en büyük entelektüel zaferidir, çünkü tüm diğer doğa
yasaları bu yasanın altındadır.
“Öz
yasası” adı altında farklı yaşlarda ve farklı kaynaklı iki üst yasayı
birleştiriyoruz; yaşlı olanı “maddenin korunumu” adlı kimya yasası, genç olanı
ise “enerjinin korunumu” adlı fizik yasası...
“Devamlılık”
veya “maddenin yok edilemezliği” yasası Lavoisier tarafından 1789 yılında
oluşturuldu ve şu şekilde formüle edildi: Sonsuz uzayı dolduran maddelerin
toplam miktarı değişmez.
Bir
cisim ortadan yok olmuş gibi göründüğünde sadece biçim değiştirmiş olabilir.
Kömür
yandığında atmosferdeki oksijen ile birleşerek karbonik aside dönüşür; bir
parça şeker suda erdiğinde sadece katı halden sıvı hale geçmiş olur.
Aynı
şekilde, yeni bir cisim üretilmiş gibi göründüğünde de bu sadece bir biçim
değişikliği sorunudur.
Sağanak
bir yağmur, atmosferdeki nemin su damlaları halinde aşağıya inmesidir; bir
parça demir paslandığında metalin yüzeyindeki bir tabaka su ve atmosferdeki
oksijen ile birleşmiş ve “pas”, yani oksitlenmiş demir biçimine dönüşmüş
demektir.
Doğada
hiçbir yerde yeni bir madde üretilmez veya “yaratılmaz”; hiçbir yerde mevcut
maddenin partikülleri tamamen yok olmaz.
Buna
göre, “gücün devamlılığı yasası” ve “enerjinin korunumu” şöyle formüle edilir:
Sonsuz uzayda etkili olan ve tüm fenomenlere neden olan güçlerin toplamı
değişmez.
Lokomotif
hat boyunca ilerlerken buharın potansiyel enerjisi mekanik hareketin kinetik
veya fiili enerjisine dönüşür...
Yerkürenin
bütün yüzeyine yayılmış olan hayatın tüm o görkemli panoraması son tahlilde
güneş ışığının dönüşmüş halidir.
Teknik
bilimlerin göz alıcı ilerleyişi sayesinde farklı fiziksel güçlerin birbirine
dönüşümünü nasıl mümkün kıldığımız iyi bilinmektedir; ısı moler harekete veya
kütlesel harekete dönüşebilir; bu da ışığa veya sese, daha sonra elektriğe ve
daha sonra başka bir şeye dönüşebilir.
Bu
metamorfoz sırasında kullanılan güç miktarı kesin biçimde ölçüldüğünde “sabit”
olduğu ve değişmediği ortaya çıkar.
Yaşayan
enerjinin hiçbir partikülü yok olmaz; yeni hiçbir partikül yaratılmaz.
Modern
fizik, inorganik cisimlerin daha basit ilişkileri hakkındaki öz yasasını
oluşturduktan sonra fizyoloji meseleyi ele almış ve tüm organik dünyaya da
uygulanabileceğini kanıtlamıştır.
Organizmanın
-istisnasız- tüm yaşamsal faaliyetlerinin, “cansız” cisimlerdeki basit
süreçlerde olduğu gibi, sabit bir “gücün karşılıklılığı”nı ve materyallerin
veya metabolizmaların karşılıklı değişimini temel aldığını ispatlanmıştır.
Sadece
bitkilerin ve hayvanların büyümesi ve beslenmesi değil, duyuları ve
hareketleri, duyusal eylemleri ve psişik hayatları da potansiyel enerjinin
kinetiğe dönüşmesine ve bunun tam tersine bağlıdır.
Bu
üstün yasa ayrıca daha üstün hayvanlarda ve insanlarda “zihnin eylemler” olarak
adlandırılan sinir sisteminin ayrıntılı performansını da yönetir.
Büyük
kozmik yasanın tüm doğa için geçerli olduğu yönündeki monistik görüşümüz en
önemli görüştür.
Çünkü
sadece kozmosun ve idrak edebildiğimiz tüm fenomenlerin nedensel
bağlantılarının temel birliğini pozitif yönden içermez, negatif yönden de
metafiziğin üç merkezi dogması olan Tanrı, özgürlük ve ölümsüzlüğü de
reddederek en yüksek entelektüel ilerlemeyi belirler.
Öz
yasası, her yerdeki fenomenlere mekanik sebepler tayin ederek evrensel
nedensellik yasasıyla uyuşur.
Tasarım
Düşüncesi
Astronomi,
kozmogoni, jeoloji, meteoroloji, ve inorganik fizik ve kimya şu anda tamamen
matematiksel bir zemine sahip mekanik yasalarının hükmü altındadır.
“Tasarım”
düşüncesi bilimin bu engin alanlarından tamamen çekilmiştir.
On
Dokuzuncu yüzyılın bitiminde, bu monistik görüş genel olarak tanınmak için
çabalarken hiçbir bilim insanı bu büyük alanın tümündeki tek bir fenomenin
“amacını” ciddi biçimde sormamaktadır.
Bugün
herhangi bir astronomun gezegenlerin hareketlerinin amacını ciddi biçimde
sorgulaması veya bir mineraloğun bir kristalin yapısında bir tasarım araması
mümkün müdür?
Fizikçi elektrik gücünün, kimyacı atom ağırlığının
amacını araştırır mı?
Bu
sorulara kendimizden emin biçimde kesinlikle hayır diye cevap verebiliriz;
Tanrı veya maksatlı bir doğal güç, zamanın bir noktasında belirli bir tasarımla
evrenin bu temel mekanik yasalarını yaratıp onların kendi rasyonel iradesi
uyarınca her gün geçerli olmasını sağlamıştır.
Bu
dünyanın hükümdarı olan özgür bir mimara dair antropomorfik nosyon bu alandan
sonsuza kadar gitmiştir; onun yerini “doğanın ebedi, demir yasaları” almıştır.
Ancak
organik dünyada tasarım düşüncesi hâlâ büyük bir anlama ve uygulamaya sahiptir.
Bir
organizmanın yapısında ve yaşamında inkâr edilemez biçimde bir amaç algılarız.
Bitkiler
ve hayvanlar, insanın icat ve imal ettiği makinelerde olduğu gibi çeşitli
parçaların bileşiminden oluşan belirli bir tasarım tarafından kontrol edilir
gibi görünmektedir; yaşam devam ettiği sürece çeşitli organların işlevleri
belirli bir amacı yerine getirir, aynen bir makinenin parçalarının çalışması
gibi.
Bu
yüzden o eski naif doğa çalışmalarının canlı varlıkların kökenini ve
etkinliklerini açıklamak için “her şeyi bilgelikle ve akılcı biçimde
düzenleyen” ve her bitkiyle her hayvanı yaşamda belirli bir amaç için yaratan
bir yaratıcı varsayımında bulunmaları çok doğaldı.
“Göklerin
ve yeryüzünün her şeye kadir yaratıcısı” konsepti çoğunlukla çok antropomorfik
(insani karakteristikleri insan olmayan varlıklara, olaylara ve fenomenlere
atfetmek,) idi; o “her şeyi kendi türünden” yaratmıştı.
İnsanlar
yaratıcıyı beyniyle düşünen, gözleriyle gören ve elleriyle çalışan bir insan
biçiminde düşündüklerinde bu “ilahi mühendis” ve büyük yaratım atölyesindeki
sanatsal çalışmaları için belirli bir görüntü hayal etmek mümkündü.
Tanrı
fikri mükemmelleştirildiğinde ve insanlar organları olmayan gaz biçiminde bir
varlık olan “görünmez Tanrı”ya inanmaya başladığında bu artık o kadar kolay
olmuyordu.
Bu
antropomorfik düşünceler, bilinçli ve ilahi bir mimarın yerine bilinçsiz,
yaratıcı bir “yaşam gücü”; fizik ve kimyanın bildiğimiz güçlerinden farklı ve
sadece yaşam sırasında bunları kısmen kullanan, gizemli, maksatlı, doğal bir
güç koyduğunda daha da akıl almaz hale geldi.
Bu
yaşamsalcılık On Dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar hâkim oldu.
Berlinli
büyük fizyolog Johannes Müller buna yıkıcı dozda gerçekle saldıran ilk kişi
oldu.
Bu
seçkin biyoloğun bu yaşamsal güç konusunda kendi kendini eğittiği ve hayatın
esas kaynaklarının açıklanması için bunu zorunlu gördüğü doğrudur; ancak klasik
hale gelmiş ve hâlâ eşsiz olan Fizyoloji Kılavuzu adlı eserinde bu
yaşamsal güç hakkında hiçbir şey söylenemeyeceğini ispat eden kanıtlar
göstermiştir.
Müller
kendisi uzun bir dizi dikkate değer gözlemden ve deneyden sonra insan
organizmasındaki yaşamsal süreçlerin çoğunun fiziksel ve kimyasal yasalara
uygun olarak gerçekleştiğini ve bunlardan çoğunun matematiksel olarak
belirlenebileceğini göstermiştir.
Bu,
kasların ve sinirlerin ve hem alçak hem yüksek düzey algı organlarının
hayvansal işlevleri için, sindirim, özümseme ve dolaşım gibi bitkisel işlevler
için olduğu kadar doğruydu.
Organizmanın
yaşamında sadece iki dal, zihinsel eylemler ve üreme için hâlâ gizemli öğeler
mevcuttu ve bunlar yaşamsal güç varsayımı olmadan açıklanamaz gibi görünüyordu.
Ancak
Müller’in ölümünün hemen ardından bu iki dalda önemli keşifler ve gelişmeler
kaydedildi ve “yaşamsal güç hayaleti” bu son sığınaklarından da kovuldu.
Johannes
Müller’in öldüğü 1858 yılında çok ilginç bir tesadüfle Darwin’in ünlü
teorisiyle ilgili ilk yazıları yayınlandı.
Seleksiyon
teorisi Müller’i uğraştıran büyük sorunu çözüyordu – tamamen mekanik sebeplere
dayanan bir düzene sahip bir köken sorunu.
Sıkça
söylediğimiz gibi, Darwin felsefe alanında iki ölümsüz erdeme sahipti –
birincisi, Lamarck’ın türeme teorisinde ve teoriyi yarım yüzyıl boyunca biriken
olgular üzerine bina ederek yaptığı reform; ikincisi, bize türlerin tedricen
oluşumunun gerçek sebeplerini ilk defa açıklayabilen seleksiyon teorisi
düşüncesi.
Darwin,
türlerin tedricen dönüşümünde karşılıklı kalıtım ve adaptasyon eylemlerini
kontrol eden bilinçsiz bir düzenleyici olan “yaşam mücadelesi”ne işaret eden
ilk insandı; seçici bir insanın belirli bir tasarımla “yapay seçimler”
üzerinden yeni türler yaratması gibi, tamamen “doğal seleksiyon” ile, önceden
yapılmış bir tasarım olmaksızın yeni biçimler yaratan o büyük “seçici
tanrısallık”tı.
Tarih
felsefesinde, yani tarihçilerin milletlerin kaderi ve politik evrimin karmaşık
yolları hakkındaki genel düşüncelerinde, hâlâ “evrenin ahlaki düzeni” nosyonu
hâkimdir.
Tarihçiler tarihin canlı dramları içinde bir
ırkın veya devletin özel bir zafer kazanmasının veya diğerlerine egemenlik
kurmasının temelinde yol gösteren bir tasarım, ideal bir amaç ararlar.
Tarihin
bu teleolojik görünümü, monizmin inorganik doğanın tek olası yorumu olduğunu
ispatlandığı oranda artan bir şiddetle monist görüş ile çelişmektedir.
Astronomi,
jeoloji, fizik ve kimya içinde bugün bir “ahlaki düzen” veya “her şeyi
bilgelikle ve akılcı biçimde düzenleyen” kişisel bir Tanrı aranmamaktadır.
İnsanoğlunu
bir kenara bırakırsak, aynı şey tüm biyoloji alanı, organik doğanın tüm yapısı ve
tarihi için de söylenmelidir.
Darwin
seleksiyon teorisi ile sadece hayvanların ve bitkilerin yaşamlarındaki ve
yapılarındaki düzenli süreçlerin herhangi bir varsayılan tasarım olmadan
mekanik yasalardan ortaya çıktığı, kanıtlamakla kalmamış, ayrıca “yaşam
mücadelesi” içinde, milyonlarca yıldır süren organik evrimin tüm süreç boyunca
kontrole sahip olan kuvvetli doğa gücünü de göstermiştir.
Yaşam
mücadelesinin “en güçlü olanın hayatta kalması” veya “en iyinin zaferi” olduğu
söylenebilir; bu ancak en güçlünün en iyi olduğunu düşünürsek doğrudur.
Ayrıca organik dünya tarihinin tümü
mükemmeliyet yolundaki üstün ilerlemenin yanı sıra her zaman daha düşük
aşamalara geri dönüş vakaları da olduğunu ispatlamaktadır.
Baer’in
“tasarım” nosyonu bile hiçbir ahlaki özelliğe sahip değildir.
İnsanların
antroposentrik (insanı evrenin merkezi kabul eden anlayış,) önyargılarla
“dünyanın tarihi” olarak adlandırmaktan hoşlandıkları insanlık tarihindeki
şeyler farklı mıdır?
Bu tarihin her evresinde milletlerin kaderini
tayin eden bilge bir hükümdar veya yüce bir ahlaki prensip bulabiliyor muyuz?
Doğa ve
insanlık tarihinin bugünkü gelişmiş düzeyinde bunun tek bir cevabı vardır:
Hayır.
Binlerce
yıldır ilerleme ve varoluş için mücadele eden milletlerden ve ırklardan oluşan
insanlık ailesinin bu dallarının kaderi, yeryüzünü milyonlarca yıldır dolduran
o organik dünyanın tarihi gibi “ebedi, demirden yasalar” tarafından
belirlenmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder