DÜNYA SİSTEMLERİ ANALİZİ
Wallerstein bu eserinde dört ciltlik “Modern
Dünya Sistemi” serisinden farklı olarak yirminci yüzyılın son otuz
yılından başlayarak günümüzde kapitalizmin yaşadığı krize değinmektedir.
Daha önce kökenleri onaltıncı yüzyıla kadar
uzanan “modern dünya sistemi” ve kapitalizmin, 1789 Fransız Devrimi ile
liberalizmin hâkimiyet kurması ile neticelenen tarihini yazmıştı.
Bu kitap ise son 50 yılın hikâyesidir.
Burada modern dünya sisteminin çöküşünü
müjdeleyen ve Wallertein’in “dünya devrimi” olarak
nitelendirdiği 68 Devrimi’nin sebepleri de inceleme konusu yapılmıştır.
Kitap önsöz, beş bölüm, kitapta kullanılan
terimlerin açıklandığı bir sözlük kısmı ve dünya sistemi analistlerinin ve dünya
sistemini eleştirilerin yazılarını topladığı bir rehber kaynakçadan
oluşmaktadır.
Wallerstein için oldukça az sayfalı bir kitap
olduğu halde bazı tekrarlardan oluştuğu için özet okumak isteyenlerin direkt
olarak beşinci bölümden okumaya başlamaları çok büyük kayıp olmayacaktır.
Birinci bölüm “modern dünya sistemi” analizinin
bilimsel kökenlerine ayrılmıştır.
Wallerstein öncelikle modern bilimin orta
çıkışını önemsemektedir.
Onsekizinci yüzyılın sonunda onun “boşanma” diye
adlandırdığı şey oluşmuş ve doğruyu arayanlar pozitif bilim tarafında kalırken,
iyi ve güzeli arayanlar beşeri bilimler tarafında kalmışlardır.
Sosyal bilimlerin orta çıkışı ise ondokuzuncu yılda
olmuş, önce modern devletlerin geçmişini araştırmak için tarih bilimi doğmuş,
sonra modernitenin üç toplumsal alanı olan pazar, devlet ve sivil toplumu
araştırmak için sırasıyla iktisat, siyaset bilimi ve sosyoloji bilimleri
gelişmişlerdir.
En son ise sömürgeleri araştırmak için antropoloji ve
modern olmayan ülkeleri incelemek için şarkiyatçılık doğmuştur.
“Modern dünya sistemi” analizinin
günümüzdeki bilimsel kökenleri ise 1945-1970 yılları arasında başlayan, “bağımlılık
teorileri”, “Asya Tipi Üretim Tarzı” tartışmaları, “feodalizmden kapitalizme
geçiş” tartışmaları, “Annales Tarih Yazımı Okulu” ve “merkez
çevre” tartışmalarına dayanmaktadır.
İkinci bölüm ise modern dünya sisteminin
ekonomik sistemi olan kapitalizmin özelliklerine ayrılmıştır.
Bunlar;
1. Modern dünya sistemi coğrafi bir alandır ve
bu coğrafi alanda birçok politik birim devletlerarası bir sistemde gevşek
olarak birbirine bağlıdır.
2. Bu sistemden ne politik ne de kültürel bir
homojenlik beklenmemelidir.
Yapıyı
bir arada tutan içinde inşa edilmiş iş bölümüdür.
3. Kapitalist bir sistemde olduğumuz ne kâr
amacıyla pazarda satış yapan üreticiler, ne de ücret için çalışan insanların
varlığı ile anlaşılır.
Sistem
sermayenin sonsuz birikimine öncelik veriyorsa kapitalist olarak
adlandırılabilir.
4. Kapitalist bir sistemde politik iktidarı
elinde bulunduranların gücü sınırlıdır.
Eğer
bunlar imparatorluklarda olduğu gibi çok fazla güçlüyse, onların çıkarları
üreticilerin üstün gelir ve sonsuz sermaye birikimi öncelik olmaktan çıkar .
5. Kapitalistler büyük bir pazara ve bir
devletler çokluğuna ihtiyaç gösterirler.
Ancak serbest pazar bir mittir.
Kapitalizm kısmen serbest bir pazara
ihtiyaç duyar.
Eğer tamamen serbest bir pazar olmuş
olsaydı kâr oranları çok düşeceği için sonsuz sermaye birikimi imkânsız olurdu.
6. Kapitalizmde satıcılar her zaman bir tekel
tercih ederle.
Çünkü o zaman üretim maliyetleri ile satış
fiyatı arasında nispeten büyük bir marj yaratarak yüksek kâr oranlarına
ulaşabilirler.
Kısmi tekeller yaratmanın yolları, patent
sistemi, devletlerin ithalat ve ihracat üzerinde uyguladığı korumacı tedbirler,
devlet sübvansiyonları ve vergi indirimleridir. Bu tür müdahaleler olmadan
kapitalist sistem gelişemez ve hayatını sürdüremez.
7. İflaslar sermaye birikiminin olmazsa olmaz
koşuludur.
Bütün kapitalist girişimcilerin sermaye
biriktirme başarısı göstermeleri söz konusu değildir.
Sermaye iflaslar sonucu belli eller de
toplanır.
8. Kapitalist bir dünya ekonomisinde merkez ve
çevresel üretim şeklinde eksenel bir işbölümü vardır ve çevresel ürünlerin
üreticiler, merkeze doğru sürekli bir artı değer akışı vardır.
9. Kapitalist dünyada birikmiş sermeyenin
politik olarak dünyanın zayıf bölgelerinden güçlü bölmelerine aktarılmasının
bir yolu da yağmadır.
Modern dünya sisteminde çeşitli basamaklar
vardır.
Bu sistemde erkekler kadınlara göre, beyazlar
siyahlara (ya da beyaz olmayanlara) göre, yetişkinler çocuklara (ya da
yaşlılara) göre, eğitimliler daha az eğitimli olanlara , heteroseksüeller erkek
ve kadın eşcinsellere, burjuvalar ve profesyoneller işçilere, kentliler kırda
yaşayanlara göre üstün sayılır.
Üçüncü bölüm 1648 Westphalia Barışı’ndan sonra
ulus devletlerin oluşumu üzerinedir ve bölüm başlığı “Devletler Sisteminin
Yükselişi”dir.
Kapitalist dünya ekonomisinde iş yapan
girişimciler açısından egemen ulus devletler girişimcileri ilgilendiren en az
yedi alanda otorite sahibidir.
Bunlar;
1) Malların, sermayenin ve emeğin geçişi için
sınırların kontrolü,
2) mülkiyet haklarına dair kural koyma,
3) çalışma hayatı konusunda kural koyma,
4) firmaların hangi maliyetleri içselleştireceği
ve hangi üretim maliyetlerini devlete yükleyebilecekleri konusunda kurallar
koyma,
5) tekelleşmeye karar verme,
6) vergi koyma,
7) ülke firmaları adına devletlerarası sistemde
güç kullanmaktır.
Wallerstein bu bölümde ayrıca güçlü devlet, güçsüz
devlet ayrımı da yapmaktadır.
Merkezi otoritenin keyfiliği ya da acımasızlığı
kesinlikle gücün göstergesi değildir.
Devlet otoritesinin diktatörce davranışı
genelde gücün değil zayıflığın işaretidir. Devletin gücü, fiilen
uygulanabilecek yasal karar alma yeteneğidir.
Örneğin, bugün İsveç Başbakanı, Fransa
kralı XIV. Louis’den daha güçlüdür.
Devletin gücü aynı zaman toplayabildiği
vergilerle de ölçülür.
Güçlü devletler zayıf devletlere karşı çok daha
fazla vergi toplayabilirler.
Vergi toplayan devlet bürokrasisini de
güçlendirir.
Devlet güçsüzleştikçe, ekonomik olarak üretken
faaliyetler yoluyla elde edilen servet azalır ve devlet aygıtının kendisi
(rüşvet ve yolsuzluk yoluyla) servet birikiminin başlıca yeri haline gelir.
Devlet aygıtının işleyişi sermaye birikiminin
başlıca biçimi haline geldiğinde, oldukça şaibeli seçimler yapılır ve iktidar
kanunsuz bir şekilde el değiştirir ve bu da sonuçta ordunun siyasi rolünü
büyütür.
Sonuç olarak, siyasi liderler için ülkenin etkin
bir şekilde denetiminin sürdürülmesi çok güçleşir ve neticede, bir rejimin iç
güvenliği garanti etmeyi sağlayamıyor göründüğü durumda, ordu açısından
yönetimi doğrudan ele almanın ayrıcalığı giderek artar.
Devletlerin otoritelerini güçlendirmeye
çalışırken izledikleri yollardan birisi de nüfuslarını “ulus” haline
dönüştürmektir.
Bir ulus yaratma süreci, bir tarih, uzun bir kronoloji
ve var olduğu iddia edilen bir karakteristikler kümesi kurmayı (büyük ölçüde
icat etmeyi) içerir.
Tarihsel olarak devletler ulusçuluk yaratma
konusunda üç temel araç kullanmıştır: devlet okulları sistemi, askerlik hizmeti
ve kamuya açık resmi törenler.
Güçlü devletler dünyada hâkimiyetlerini
gerçekleştirmek isterler.
Bunun için ya bir dünya imparatorluğu kurmayı,
ya da hegemonya kurmayı denerler.
Dünya imparatorluğu kurmak için onaltıncı
yüzyılda V. Charles’in, ondokuzuncu yüzyılın başında Napolyon’un ve yirminci
yüzyılın ortalarında Hitler’in girişimleri olmuştur.
Hepsi de dehşetli bu girişimlerin hiç biri
başarıya ulaşamamış ve yenilmişlerdir.
Öte yandan üç güç kısa dönemler için bile olsa
hegemonya kurmayı başarmışlardır.
Bunlar, Onyedinci yüzyıl ortalarında Hollanda,
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında Birleşik Krallık ve yirminci yüzyılın
ortalarında A.B.D.’dir.
Sonuçta kapitalist dünya ekonomisi devletlere,
devletlerarası sisteme ve hegemonik güçlerin periyodik olarak ortaya
çıkmalarına ihtiyaç duyar.
Fakat kapitalistlerin öncelikleri bunlardan
herhangi birinin korunması değildir.
Öncelik her zaman sınırsız sermaye birikimidir.
Dördüncü bölüm ise, Modern Dünya Sistemi’nde bir
jeokültürün yaratılması üzerinedir.
Bu jeokültürün temelleri Fransız devriminin
getirdiği iki esaslı değişim ile atılmıştır.
Bunlar politik değişimin normalliği ve egemenlik
kavramının yeniden şekillenmesidir .
İdeolojiler Fransız devriminden sonra doğmuştur.
Fransız Devrimi’nin ve ilkelerinin bir toplumsal
felaket olduğunu düşünenlerin ideolojisi olarak ilk doğan ideoloji
muhafazakârlık olmuştur.
Liberal ideoloji ise buna bir tepki olarak
doğmuş, liberalizmin içinden ise radikal fikirler ortaya çıkmıştır.
Peşinden, ırkçılık karşıtı hareketler, etnik
hareketler, sosyalistler ve kadın örgütlenmeleri sistem karşıtı hareketler
olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.
Son bölüm kapitalizmin günümüzdeki krizine
ayrılmıştır. Wallerstein krizin başlangıç tarihini dünya devrimi olarak
adlandırdığı 1968’e getirmektedir.
Krizin olarak da üretim maliyetlerinin son elli
yıldır düzenli olarak çeşitli artmasını göstermektedir.
Üretim maliyetleri; çalışanlara ödenen ücret,
üretim sürecinin girdileri ve ödenen vergilerdir.
Ücret maliyetlerini düşürmek için firmalar, ya baskıcı
yollara başvurulur ya da fabrikalarını ücretlerin düşük olduğu başka yerlere
taşırlar.
Bu durumda mevcut işçiler de işlerin daha fazla kaçmasını
önlemek için daha düşük ücretleri kabul ederler.
Bir süre sonra (bu yaklaşık 25 yıldır) fabrikaların
taşındığı ülkelerde de ücretler artmaya başlar.
Üretim maliyetlerini arttıran ikinci sorun
üretim süreci girdilerindeki artıştır.
Bunlar ise; atıkların tahliye edilmesi, hammaddelerin
yenilenmesi ve altyapı maliyetleridir .
Zaman içinde artan üçüncü maliyet, vergilendirme
maliyetidir.
Vergiler güvenlik ve devlet aygıtının yürümesi
için bürokrasi dahil gerekli araçların finansmanını sağlamak için gereklidir.
Ayrıca politik demokratikleşme sonucu
vatandaşlar eğitim, sağlık ve ömür boyu gelir garantisini vazgeçilmez bir hak
olarak görüp bu sosyal hizmetleri devletten talep etmektedirler.
1945- 1968 arasında dünyada sistem karşıtı
hareketler bir çok ülkede iktidara gelmesine rağmen bu hayal kırıklığından
başka bir sonuç vermedi.
Dünya ekonomisindeki genel büyümeye rağmen,
merkez ve çevre arasındaki uçurum hiç olmadığı kadar büyümüştü.
Hangi ülkede olursa olsun sistem karşıtı
hareketler iktidara geldiklerinde tükeniyor görünüyorlardı.
Bunların içinde yeni ayrıcalıklı tabakalar ortaya
çıktı.
Artık bu hükümetler kendilerinden militan
taleplerde bulunulmasını istemiyordu.
Bu şekilde bu hareketlere önceden tutkuyla bağlı
birçok militan hareketten kuşku duymaya ve muhalefete başladı.
Böylece dünya-sistemin işleyişine karşı uzun
zamandır duyulan kızgınlığın, sistem karşıtı hareketlerin dünyayı dönüştürme
kapasitelerine karşı duyulan hayal kırıklığı ile birleşmesi, 1968 devrimine yol
açtı.
1968 patlaması iki tema içeriyordu.
Birincisi ABD hegemonik gücünün reddedilmesi, ve
eşzamanlı olarak ABD karşıtı olduğu varsayılan Sovyetler Birliği’nin ABD’nin
hegemonyasındaki dünya düzeninin gizli işbirlikçisi olduğunun düşünülmesi.
Bir diğeri ise sistem karşıtı hareketlerin bir
kez iktidara geldiklerinde sözlerini tutmamalarıydı .
68 hareketinin başarısı liberalleri de yanına
çekebilmesinde yatmaktadır.
Geleneksel sistem karşıtı hareketler temelde
devlet iktidarı ve ekonomik yapılara vurgu yaparken 68 hareketinin ırk ve
cinsiyet meselelerine ekonominin önünde yer vermesi dünya sağı için sorun
oluştururken liberaller 68 devrimcileri tarafından savunulan kültürel değişimin
gizli destekçisi oldular .
Sonunda 68 kazanamadı bunun yerine İngiltere’de
Thatcher ve ABD’de Reagan’la somutlaşan neoliberaller öne çıkarak özünde tüm
sınırların metaların ve sermayenin (ama emeğin değil) serbest dolaşımı için
açılması çağrısında bulunan küreselleşme temasını öne çıkardılar.
Wallerstein kitabın sonunda dünya sisteminin
yerine geçecek bir sistemi kurarken kullanacağımız yöntem için bize öneride bulunmaktadır.
Buna göre, öncelikle ne olup bittiğini anlamaya
çalışmalıyız.
Daha sonra dünyanın gitmesini istediğimiz
yönleri ile ilgili tercihlerimizi yapmalıyız.
Ve son olarak, dünyanın istediğimiz yöne gitmesi
için bugün ne yapmamız gerektiğini tasarlamalıyız.
Bu üçlü görevi entelektüel, ahlaki ve
politik görevler olarak düşünebiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder