İNGİLİZ VE AMERİKAN HEGEMONYALARI - 4
19.
YÜZYIL İNGİLİZ HEGEMONYASI
Hollanda’nın
17. Yüzyıldaki yükselişi, kısa sürede başlıca iki büyük güç olan İngiltere ve
Fransa’nın meydan okumasıyla karşılaştı.
Bu
iki ülkenin 17. Yüzyılın ikinci yarısında Hollanda’yı ele geçirmek için
giriştikleri askeri maceralar başarısızlıkla sonuçlandı.
Bu
noktadan sonra, İngiltere ve Fransa merkantilist politikalar aracılığı ile
denizaşırı pazarlar üzerinde Hollanda ve birbirleriyle sert bir rekabete
girdiler.
İngiltere,
bu rekabette, ana rakibi olan Fransa karşısında önemli bir üstünlüğe sahipti.
İngiltere’de
17. Yüzyıl devrimleri ile feodal üstyapı ortadan kaldırılarak, kapitalistleşmiş
bir topraklı aristokrasinin kontrol ettiği Parlamento aracılığıyla kapitalist
birikimin ihtiyaçlarına uyarlanmış bir yönetim anlayışı egemen hale gelmişti.
Toprak
sahibi sınıfların burjuvalaşması ve iktidarı ele geçirmesi, mali, ticari ve
sınai çıkarlarla toprağa dayalı çıkarlar arasında bir uyum yaratmıştı.
Bu
nedenle, "kurumları toprak sahibi sınıflar tarafından oluşturulmasına
karşın devletin aynı zamanda işadamları sınıfının çıkarı doğrultusunda hareket
etmesi şaşırtıcı değildi" .
İngiltere
1651 yılında hayata geçirilen Kabotaj Yasası (Navigation Act) ile dış ticarette
Hollanda üstünlüğünü geriletme yönünde büyük bir başarı elde etti ve
Hollanda’nın ticaret ağına meydan okuyan güçlü bir ticaret ağı oluşturdu.
Kapitalist
İngiliz devleti tarımın ve sanayinin kapitalist örgütlenmesi önündeki engelleri
kaldırarak, sanayi devrimine yol açacak iktisadi dinamiği ve toplumsal dönüşümü
hayata geçirmeyi başardı.
İngiliz
devletinin Fransa ve Hollanda karşısında denizaşırı rekabette bir diğer
üstünlüğü beyaz yerleşimciler aracılığı ile teritoryal genişlemeye
yönelmesiydi.
Beyaz
yerleşimciler, Kuzey Amerika ve Karayip Adalarında Afrika’dan taşınan köle
emeğiyle işletilen geniş ölçekli çiftlikler kurdular.
Bu
plantasyonlar Williams (1964: 51-52)’ın “üçgen ticaret” adını verdiği bir
mekanizmayla İngiliz manüfaktürlerine pazar ve hammadde sağlamanın yanı sıra
Avrupa ticaretinde İngiliz tüccarlarının konumunu güçlendiren bir rol oynadı.
Bu
ticaretin kesintisiz bir biçimde sürmesi için İngiliz donanması devreye
giriyordu.
Sanayi
Devrimi sonrasında İngiliz devletinin zor aygıtı yalnızca üçgen ticaretin
yürütülmesi için değil, İngiliz pamuklu ürünleriyle rekabet edebilecek rakip
pazarların (örneğin Hindistan) saf dışı edilmesinde de kullanıldı.
Deniz
aşırı girişimlerden elde edilen sermaye birikimi, ulusal ekonomi inşasında
önemli bir rol oynadı
İngiliz
devleti, zor aygıtlarını ve kurumsal kapasitesini kapitalist birikimin
hizmetine sunarken 17. yüzyıl ortalarından itibaren denizaşırı pazarlarda
İngiltere’nin en büyük rakibi olan Fransa feodal toplumsal ilişkilerin merkezi
düzeyde yeniden üretilmesinin ifadesi olan mutlak monarşinin egemenliği altında
devlet maliyesi odaklı merkantilist politikalarla İngiltere ile rekabet etmeye
çalıştı.
Fransız
monarşisi tarımda ve sanayide küçük üreticiliği koruma altına alarak, ticaret
ve sanayi üzerinde feodal bir kontrol mekanizması kurarak kapitalist dönüşümün
temel engeli haline geldi.
İngiltere
ve Fransa arasında deniz aşırı koloniler üzerinde süren rekabetin en önemli
halkası 1756-1763 yılları arasındaki Yedi Yıl Savaşıydı. İngiltere’nin
zaferiyle sonuçlanan bu savaşın ardından İngiltere dünya çapında denizlerdeki
üstünlüğünü ve kolonyal gücünü pekiştirdi.
Bu
savaşlarda iktisadi ve siyasi bakımdan güç kaybeden Fransa, sonu gelmeyen mali
krize sürüklendi.
Bu
kriz, Fransa’da feodal monarşiye karşı tepkileri şiddetlendirerek Fransız
Devrimi ile sonuçlanan büyük gelişmelerin önünü açtı.
Fransız
Devrimi yarattığı derin sonuçların yanı sıra 18. Yüzyılın son çeyreğinde
gerçekleşen sanayi devrimiyle askeri ve iktisadi gücünün doruğuna ulaşan
İngiltere’yi dünya liderliği için öne çıkaracak kaotik ortamı da beraberinde
getirdi.
Napolyon’un
askeri seferleri ve blokajlarının, Westphalia sisteminin meşru egemenlik
haklarını ve ticaret özgürlüğünü ihlal etmesi İngiltere’ye Avrupalı güçler
nezdinde bir ortak çıkar tanımlama olanağı sağladı.
Kendi
kapitalist dönüşümünü sağlayan 17. Yüzyıl İngiliz Devriminin tatsız anılarını silmeye
çalışan İngiltere, Fransız Devrimi’nin yarattığı tehlikeye karşı harekete geçen
Avrupa’daki eski rejimlerin muhafazakâr tepkisinin sözcülüğünü üstlendi.
Napolyon
Savaşları ertesinde toplanan 1815 Viyana Kongresinde Avrupalı eski rejimlerle
birlikte hareket ederek, Westphalia Sistemi’ne dönüş yönündeki çabalara
başarıyla önderlik etti.
Böylece
Viyana Kongresi’nden I. Dünya Savaşının patlak verdiği 1914 yılına kadar
İngiltere’nin yönetimi altında, Polanyi ’nin ifadesiyle “Yüz Yıllık Barış”
dönemi başladı.
İngiltere’nin
yönettiği devletler arası sistem, Avrupa ile sınırlı olan Westphalia
Sistemi’nden farklı olarak daha geniş bir alana yayılmıştı.
Fransız
Devrimi’nin harekete geçirdiği milliyetçilik cereyanının geleneksel
imparatorluklar içinde yol açtığı bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkardığı
yeni ulus devletlerin yanı sıra Latin Amerika’da İngiltere’nin desteklediği
bağımsızlık hareketleri sonucunda ortaya çıkan yeni ülkelerin de katıldığı yeni
devletler arası sistem İngiltere’nin hegemonik liderliği altında bütünüyle
yeniden örgütlendi.
Bu
yeni grup ağırlıklı olarak ticaret burjuvazisi tarafından kontrol edilen
devletleri içermekteydi. Milliyetçilik ideolojisinin yön verdiği bu
devletlerde, devleti ulusal bir varlık değil kendi ailesinin nüfuz alanı olarak
gören monarşilerden farklı olarak, yeni ve popüler anlamıyla ulus fikri
yerleşmeye başlamıştı.
İngiliz
hegemonyası altındaki “Yüz Yıllık Barış” döneminin temel dayanağı Avrupa
İttifakına dayanan güç dengesi sistemiydi.
Avrupa
İttifakı ise Londra merkezli örgütlenen yüksek finansın ve İngiliz serbest
ticaret ideolojisi ve kurumlarının denetimi altında işliyordu.
İngiliz
Sanayi devriminin ardından kapitalizmin uluslararasılaşması farklı düzeylerde
ve biçimlerde olsa da tüm dünya ülkelerini piyasanın zorunluluklarına tabi
kıldı.
Uluslararası
borçlanma bu sürecin en önemli piyasa disiplini aracıydı.
İngiliz
egemenliğinin başat ideolojisi serbest ticaret doktriniydi.
Kuramsal
temelleri klasik politik ekonominin kurucuları olan Adam Smith ve David Ricardo
tarafından formüle edilen bu doktrin İngiltere’nin Sanayi Devrimiyle büyük bir
güç kazanan sınai üstünlüğüyle bağlantılıydı.
19.
Yüzyıl İngiltere’sinin keskin gözlemcisi Friedrich Engels 885 yılında Commonweal dergisine
yazdığı bir yazıda doktrinin işlevini şöyle özetliyordu: Serbest ticaret,
İngiltere’nin tüm iç ve dış ticari ve mali politikasını, artık ulusu temsil
eden imalatçı kapitalistlerin çıkarlarına uygun biçimde yeniden ayarlamak demek
oluyordu.
Bu
işe azimle başladılar.
Sınai
üretimin önündeki her engel acımasızca yok edildi.
Gümrük
tarifeleri ve tüm vergi sistemi tepeden tırnağa değiştirildi.
Her
şey bir amaca, imalatçı kapitalist açısından çok önemli bir amaca dönüktü:
Bütün tarım ürünlerinin ve özellikle işçi sınıfının geçim araçlarının
ucuzlatılması; hammadde maliyetinin düşürülmesi ve ücretlerin –henüz aşağı
çekilmese bile– düşük tutulması.
İngiltere,
“dünyanın atölyesi” olacaktı; İngiltere için İrlanda ne idiyse, bütün öteki
ülkeler de o olacaktı – İngiltere’nin mamul malları için pazar olacaklar
karşılığında hammadde ve gıda vereceklerdi.
Tarımsal
bir dünyanın büyük imalat merkezi olan sanayi güneşinin, İngiltere’nin
çevresinde dönen ve sayıları giderek artan tahıl ve pamuk üreticisi
İrlanda’lar..
Serbest
ticaret doktrini İngiliz sınai üstünlüğü bakımından elzemdi.
Serbest
rekabetçi bir ekonomik ortamda kârlılık doğrudan işgücü maliyetlerinin
düşürülmesine ve hammaddelerin ucuza temin edilmesine bağlıydı.
Öte
yandan İngiliz sınai ürünlerinin satılabilmesi için İngiltere’nin aynı zamanda
alıcı olarak dünya pazarında boy göstermesi zorunluydu.
İngiltere’nin
serbest ticaret doktrinini tam anlamıyla hayata geçirmesi, tahıl ithalatına
sınırlamalar getiren Tahıl Yasalarının kaldırıldığı 1846 yılına kadar mümkün
olmadı.
“Tahıl
Yasaları” İngiltere’de siyasal açıdan güçlü olan ve Parlamentoyu kontrol eden
toprak sahiplerinin, 1815 yılında tahıl fiyatlarını ve toprak rantlarını
artırmak için Parlamento’dan geçirdiği korumacı bir gümrük tarifesi sistemiydi.
Bu
yasa izleyen 30 yıl içerisinde sanayi kapitalistleriyle toprak sahipleri
arasındaki siyasal çekişmenin temel başlıklarından birisini oluşturdu ve
dönemin politik ekonomi yazınının merkezi konularından birisiydi.
Yasaya
karşı liberal sanayici ve politikacı Richard Cobden öncülüğünde
oluşturulan Tahıl Yasası Karşıtı Birlik’in (Anti Corn Leauge)
etkili kampanyası sonucunda Tahıl Yasaları 1846 yılında kaldırılarak İngiliz
iktisadi hegemonyası üzerindeki son engel aşıldı.
Bu
tarihten itibaren İngiltere tutarlı bir şekilde serbest ticaret politikasını
sürdürme ve yaygınlaştırma olanağı elde etti .
Tahıl
yasalarının kaldırılmasını izleyen süreçte, İngiliz toprak sahipleri,
İngiltere’nin dünya ekonomisinde hegemonyasının sonucu olan ticari ve finansal
üstünlüğü sayesinde kaybettikleri geliri elde edecek yeni kanallara yöneldiler.
Toprak
sahibi sınıf bir yandan başta finans olmak üzere hizmetler sektöründe ve
profesyonel mesleklerde fırsatlar elde ederken diğer yandan İngiliz
İmparatorluğu’nun siyasal elitlerinin yetiştirilmesi için aktif görevler
üstlendiler.
Ve
yüzyıl sonundaki resmi sömürgecilik döneminde yayılmacı ve militarist
vatanseverlik ideolojisinin üretilmesinde önemli bir rol oynadılar.
Cain
ve Hopkins’in “centilmen kapitalizmi”nin ikinci aşaması olarak tanımladığı bu
dönemde aristokrat toprak sahipleri elde ettikleri bu ayrıcalıklı konum
karşılığında sanayicilerin serbest ticaret doktrini ile çatışmaya girmedi.
1873
krizini izleyen dönemde tarımsal ürün fiyatlarındaki büyük çöküşe rağmen
korumacılık talep etmedi.
Özetle
İngiltere hegemonik bir konuma yerleşirken Cox’un formüle ettiği ideoloji,
kurumlar ve maddi güçler matrisi ile oluşan benzersiz bir tarihsel yapıya
sahipti.
Sanayi
kapitalistleri, İngiltere’nin sahip olduğu devasa ekonomik güç ve ülkenin sahip
olduğu esnek kurumların desteğiyle Manchester liberalizminin sağladığı serbest
piyasa ideolojisi etrafında tarımsal ve sınai çıkarlar arasındaki uyumu esas
alan bir “tarihsel blok” oluşturdu.
Bu
tarihsel blok, ülkenin egemen sınıflarını İngiliz hegemonyası projesi etrafında
bir araya getirdi.
Bu
dönemde işçi sınıfı henüz sistemi tehdit edecek bir örgütlenmeye sahip değildi.
Ancak,
sanayici kapitalistleriyle toprak sahipleri arasında bu büyük uzlaşma
sağlanmadan İngiltere’nin hegemonik liderlik için “ortak çıkar” tanımlaması
mümkün değildi.
Devletler
arası sistem için Avrupa Uyumu ile sağlanan “ortak çıkar”, sanayi
kapitalizminin egemen olduğu, giderek genişleyen piyasa ilişkilerinin yeni bir
zorunluluklar alanı yarattığı koşullarda yeterli değildi.
Bu
nedenle İngiltere, kendi iktisadi ve askeri gücüyle tahkim edilmiş piyasa
silahını kullandı.
İngiltere
serbest ticaret doktrinini empoze ederken dünyanın farklı bölgeleri için farklı
“ortak çıkar”lar tanımladı.
Serbest
ticaret doktrini ulusal birliklerini ve ekonomilerini yeni inşa eden Avrupalı
devletler için İngiliz üretim mallarına, teknolojisine ucuza ulaşmanın bir
aracıydı.
Yeni
oluşan doymamış iç pazarlar ve görece bakir bir dünya pazarının varlığı
koşullarında Avrupa devletleri, korumacılık yerine İngiltere’nin “açık kapı”
politikasının yararlarına odaklandı.
Serbest
ticaret doktrini Latin Amerika’da da İngiliz hegemonyasının temel dayanağıydı.
İngiltere 19. Yüzyılın ilk yarısında İspanya’ya karşı Latin Amerika ülkelerinin
bağımsızlık savaşlarını destekleyerek bu ülkelerle önemli ticari bağlar kurdu.
Bu
ülkelerde üretilen birincil ürünlerin en önemli ithalatçısı ve mamul mal
ihracatçısı olarak bu ülkelerin siyasal hayatını kontrol eden ticaret
burjuvazisi ve plantasyon sahipleriyle “ortak bir çıkar” temelinde hegemonik
bir ilişki inşa etti.
Birçok
Latin Amerika ülkesi iktisadi ve diplomatik açıdan fiilen İngiltere’nin uydusu
haline geldi.
Bu
nedenle bu ülkeler fiilen İngiliz İmparatorluğu’nun parçası olarak görülmeye
başlandı.
Nitekim
II. Dünya Savaşı sonrasındaki emperyalizm tartışmaları bağlamında Gallagher ve
Robinson tarafından kaleme alınan bir çalışma, İngiltere’nin Latin Amerika’daki
fiili konumunu “serbest ticaret emperyalizmi” kavramıyla
açıklamış, 19. Yüzyıl İngiliz İmparatorluğu’nu tanımlarken İngiliz
kolonilerinden ve Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi Anglo-Sakson
yerleşimcilerden oluşan resmi imparatorluğun yanı sıra kağıt üzerinde bağımsız
olmalarına karşın İngiltere’nin uyduları haline gelen bu Latin Amerika
ülkelerini içeren “gayri-resmi imparatorluk” kavramını önermiştir.
Serbest
ticaret doktrinin başarılı bir şekilde işlemesi, bu doktrinin entelektüel
ayağını oluşturan Manchester liberalizmini 1850’lerde İngiltere’nin bütün
kolonilerinin ayrılma hakkını savunmaya yöneltti.
Ancak
pratikte hegemonyanın diğer yüzü işlemeye devam etti.
İngiltere
askeri gücü ve diplomatik kapasitesi ile Avrupa’da güç dengelerini denetimi
altına alarak kendine yönelebilecek her türlü tehdidi bertaraf etmeyi başardı.
Etkin
bir diplomasi ve tüm dünya denizlerinde dolaşan İngiliz donanmasının caydırıcı
gücünün yanı sıra işgal ve ilhak politikalarıyla serbest ticaret
emperyalizminin kesintisiz işlemesi için gerekli zor politikaları hayata
geçirildi.
Hegemonya
tartışmalarında bir bütün olarak “Yüzyıllık Barış Dönemi” İngiliz hegemonyası
ile anılsa da hegemonyanın tanımlayıcı öğeleri dikkate alındığında
İngiltere’nin hegemonik döneminin en başarılı kesitinin Tahıl Yasalarının
kaldırıldığı 1846 yılından Almanya’nın kapsamlı bir korumacı tarife sistemini
hayata geçirdiği 1879 yılına kadar olan dönem olduğu söylenebilir.
1870’lerin
başında Prusya’nın önderliğinde ulusal birliğini sağlayan ve ulusal birliği
yeni teknolojilere dayalı güçlü bir sanayileşme dalgası ile birleştiren
Almanya’nın bir dünya gücü olarak sahneye çıkışı İngiliz sınai ve ticari
üstünlüğünü ciddi bir meydan okuma ile yüz yüze bıraktı.
Almanya’nın
ulusal birliğini sağladığı dönem aynı zamanda kapitalizmin ilk genel krizi olan
1873-1896 Büyük Depresyonunun başlangıç dönemiydi. Almanya krize karşı, ulusal
birliğin arkasındaki sınıf koalisyonunu oluşturan ağır sanayiciler ve büyük
toprak sahiplerinin talepleri doğrultusunda korumacı politikalara yöneldi.
“Demir
ile çavdarın evliliği” mecazıyla anılan 1879 Gümrük Tarifeleri tarım ve sanayi
ürünlerine yönelik kapsamlı bir korumacı politikalar öngörüyordu .
Korumacılık
uluslararası rekabetin bir aracı olarak, en etkin biçimde Almanya’da hayata
geçirildi ve buradan hızla diğer gelişmiş ülkelere yayıldı.
19.
yüzyılın son çeyreğinde İngiltere’nin sınai ve ticari üstünlüğü ABD şahsında
bir diğer meydan okumayla yüz yüze geldi.
1861-65
yılları arasındaki İç savaşın ardından ulusal birliğini pekiştiren ABD,
korumacı ve tekelci politikalara yaslanarak güçlü bir iç pazar temelinde, yeni
teknoloji ve organizasyon yöntemlerine dayalı sağlam bir sınai ekonomi inşasına
yöneldi.
İngiltere
19. Yüzyıl son çeyreğinde ABD ve Almanya’nın sınai rekabetinin yanı sıra Büyük
Depresyonun sonuçlarından da büyük ölçüde etkilendi.
Kalıcı
bir deflasyonist eğilim şeklinde kendini açığa vuran kârlılık krizi nedeniyle
mal ticareti alanında hızla yaygınlaşan korumacı politikalar karşısında
İngiltere geleneksel serbest ticaret politikasını değiştirmedi.
ABD
ve Almanya karşısında sınai üstünlüğünü yitirme pahasına serbest ticarette
ısrar etti.
Serbest
ticaret politikası 1870’lerden itibaren İngiliz mal ticaret dengesinin açık
vermeye başlamasına neden oldu.
İngiltere,
dünya ekonomisi üzerindeki ticari ve mali tekeli sayesinde mal ticaretindeki
açığı, sigortacılık, navlun gelirleri ve komisyon gelirleri gibi görünmeyen
kalemlerdeki fazlalarla ve dış yatırımlardan elde ettiği kârlarla fazlasıyla
telafi etmeyi başardı.
Altın
standardı burada İngiliz hegemonyasının zayıflayarak da olsa etkisini
sürdürmesinde büyük bir rol oynadı.
Büyük
Britanya altın standardının yaygınlaşmasıyla 1871 yılında parasal hegemon
statüsüne yükseldi.
Altın
standardı döneminde İngiltere, finansal sermayenin büyük ihracatçısı oldu.
Londra, dünya altın, para ve finans piyasalarının merkezi haline geldi.
Bu
durum, diğer ülkelerin altın standardını benimsemesi için önemli bir gerekçe
oluşturdu.
Paris,
Berlin ve diğer finans merkezleri açısından, Londra'dan kazançlı mali iş çekmek
için İngiltere'nin altın standardını benimsemek zorunluydu.
Altın
standardı hem işlem maliyetlerini azaltıyor hem de kredibiliteyi ve güvenli
finansal politikaları temsil ediyordu.
Londra,
kısa ve uzun vadeli kredi sağlayan başlıca merkez durumundaydı.
İngiltere
açısından Londra’nın sunduğu finansal kolaylıklar ucuz kredi sağlıyor ve
İngiliz sterlininin gücünü artırıyordu.
1870-1913
yıları arasında dünya ticaretinin %60’ı sterlin cinsinden düzenlenmiş ödeme
araçlarıyla finanse edilmişti.
Ne
var ki artan uluslararası rekabet ve savaş altın standardının sonunu getirdi.
İki
savaş arası dönemde altın standardının yeniden canlandırma yolundaki çabalar
başarısızlıkla sonuçlandı.
Bunun
temel nedeni İngiliz ekonomisinin uluslararası ödemeler sisteminin yükünü
taşıyacak dinamizmden yoksun oluşuydu.
İkinci
neden ise altın standardının işlemesi için başvurulan emekçileri
yoksullaştırıcı uyarlama politikalarının (vergileri artırma, kamu
harcamalarında kesintiye gitme ve faiz artırımı politikaları) örgütlü emeğin
yükselen gücü karşısında siyasal risklerinin artmış olmasıydı.
İki
savaş arası dönemde uluslararası kapitalist ekonomi içinde ödemeler sistemini
yeniden istikrara kavuşturmak için bir dizi girişimde bulunulmasına rağmen
kalıcı bir çözüm bulunamadı ve 1931 yılında İngiltere’nin altın standardını
resmen terk etmesiyle altın standardı sona erdi.
İngiltere
dünyayı yönetme işlevini 19. Yüzyıl sonuna kadar sürdürdü
Ancak
1870’lerden itibaren ulusal birliğini sağlayan Almanya’nın dünya gücü olarak
konumunun yükselmesiyle Avrupa ve dünya güç dengesi üzerindeki denetimini
yitirmeye başladı.
Dünya
Savaşı sonunda İngiltere’nin hegemonik gücünün sona erdiği açık hale gelmişti.
İki
savaş arası dönem, devletler arası sistemde kaosun derinleştiği, uluslararası
ödemeler sisteminin bir türlü istikrara kavuşturulamadığı ve derinleşen kriz
karşısında uluslararası ticaretin korumacılığın yaygınlaşmasıyla durma
noktasına geldiği bir dönemdi.
ABD
hegemonyası bu ortamda gündeme geldi.
20.
Yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’nin rolünü üstlenmek üzere hazırlıklara
başladığında, selefinden oldukça farklı bir dünyayı yöneteceğinin farkındaydı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder