10 Ekim 2022 Pazartesi

 İNGİLİZ VE AMERİKAN HEGEMONYALARI - 4 

 

19. YÜZYIL İNGİLİZ HEGEMONYASI

 Hollanda’nın 17. Yüzyıldaki yükselişi, kısa sürede başlıca iki büyük güç olan İngiltere ve Fransa’nın meydan okumasıyla karşılaştı.

 Bu iki ülkenin 17. Yüzyılın ikinci yarısında Hollanda’yı ele geçirmek için giriştikleri askeri maceralar başarısızlıkla sonuçlandı.

 Bu noktadan sonra, İngiltere ve Fransa merkantilist politikalar aracılığı ile denizaşırı pazarlar üzerinde Hollanda ve birbirleriyle sert bir rekabete girdiler.

 İngiltere, bu rekabette, ana rakibi olan Fransa karşısında önemli bir üstünlüğe sahipti.

 İngiltere’de 17. Yüzyıl devrimleri ile feodal üstyapı ortadan kaldırılarak, kapitalistleşmiş bir topraklı aristokrasinin kontrol ettiği Parlamento aracılığıyla kapitalist birikimin ihtiyaçlarına uyarlanmış bir yönetim anlayışı egemen hale gelmişti.

 Toprak sahibi sınıfların burjuvalaşması ve iktidarı ele geçirmesi, mali, ticari ve sınai çıkarlarla toprağa dayalı çıkarlar arasında bir uyum yaratmıştı.

 Bu nedenle, "kurumları toprak sahibi sınıflar tarafından oluşturulmasına karşın devletin aynı zamanda işadamları sınıfının çıkarı doğrultusunda hareket etmesi şaşırtıcı değildi" .

  İngiltere 1651 yılında hayata geçirilen Kabotaj Yasası (Navigation Act) ile dış ticarette Hollanda üstünlüğünü geriletme yönünde büyük bir başarı elde etti ve Hollanda’nın ticaret ağına meydan okuyan güçlü bir ticaret ağı oluşturdu.

 Kapitalist İngiliz devleti tarımın ve sanayinin kapitalist örgütlenmesi önündeki engelleri kaldırarak, sanayi devrimine yol açacak iktisadi dinamiği ve toplumsal dönüşümü hayata geçirmeyi başardı.

 İngiliz devletinin Fransa ve Hollanda karşısında denizaşırı rekabette bir diğer üstünlüğü beyaz yerleşimciler aracılığı ile teritoryal genişlemeye yönelmesiydi.

 Beyaz yerleşimciler, Kuzey Amerika ve Karayip Adalarında Afrika’dan taşınan köle emeğiyle işletilen geniş ölçekli çiftlikler kurdular.

Bu plantasyonlar Williams (1964: 51-52)’ın “üçgen ticaret” adını verdiği bir mekanizmayla İngiliz manüfaktürlerine pazar ve hammadde sağlamanın yanı sıra Avrupa ticaretinde İngiliz tüccarlarının konumunu güçlendiren bir rol oynadı.

Bu ticaretin kesintisiz bir biçimde sürmesi için İngiliz donanması devreye giriyordu.

 Sanayi Devrimi sonrasında İngiliz devletinin zor aygıtı yalnızca üçgen ticaretin yürütülmesi için değil, İngiliz pamuklu ürünleriyle rekabet edebilecek rakip pazarların (örneğin Hindistan) saf dışı edilmesinde de kullanıldı.

Deniz aşırı girişimlerden elde edilen sermaye birikimi, ulusal ekonomi inşasında önemli bir rol oynadı

İngiliz devleti, zor aygıtlarını ve kurumsal kapasitesini kapitalist birikimin hizmetine sunarken 17. yüzyıl ortalarından itibaren denizaşırı pazarlarda İngiltere’nin en büyük rakibi olan Fransa feodal toplumsal ilişkilerin merkezi düzeyde yeniden üretilmesinin ifadesi olan mutlak monarşinin egemenliği altında devlet maliyesi odaklı merkantilist politikalarla İngiltere ile rekabet etmeye çalıştı.

 Fransız monarşisi tarımda ve sanayide küçük üreticiliği koruma altına alarak, ticaret ve sanayi üzerinde feodal bir kontrol mekanizması kurarak kapitalist dönüşümün temel engeli haline geldi.

 İngiltere ve Fransa arasında deniz aşırı koloniler üzerinde süren rekabetin en önemli halkası 1756-1763 yılları arasındaki Yedi Yıl Savaşıydı. İngiltere’nin zaferiyle sonuçlanan bu savaşın ardından İngiltere dünya çapında denizlerdeki üstünlüğünü ve kolonyal gücünü pekiştirdi.

 

Bu savaşlarda iktisadi ve siyasi bakımdan güç kaybeden Fransa, sonu gelmeyen mali krize sürüklendi.

 Bu kriz, Fransa’da feodal monarşiye karşı tepkileri şiddetlendirerek Fransız Devrimi ile sonuçlanan büyük gelişmelerin önünü açtı.

 Fransız Devrimi yarattığı derin sonuçların yanı sıra 18. Yüzyılın son çeyreğinde gerçekleşen sanayi devrimiyle askeri ve iktisadi gücünün doruğuna ulaşan İngiltere’yi dünya liderliği için öne çıkaracak kaotik ortamı da beraberinde getirdi.

 Napolyon’un askeri seferleri ve blokajlarının, Westphalia sisteminin meşru egemenlik haklarını ve ticaret özgürlüğünü ihlal etmesi İngiltere’ye Avrupalı güçler nezdinde bir ortak çıkar tanımlama olanağı sağladı.

 Kendi kapitalist dönüşümünü sağlayan 17. Yüzyıl İngiliz Devriminin tatsız anılarını silmeye çalışan İngiltere, Fransız Devrimi’nin yarattığı tehlikeye karşı harekete geçen Avrupa’daki eski rejimlerin muhafazakâr tepkisinin sözcülüğünü üstlendi.

 Napolyon Savaşları ertesinde toplanan 1815 Viyana Kongresinde Avrupalı eski rejimlerle birlikte hareket ederek, Westphalia Sistemi’ne dönüş yönündeki çabalara başarıyla önderlik etti.

 Böylece Viyana Kongresi’nden I. Dünya Savaşının patlak verdiği 1914 yılına kadar İngiltere’nin yönetimi altında, Polanyi ’nin ifadesiyle “Yüz Yıllık Barış” dönemi başladı.

 İngiltere’nin yönettiği devletler arası sistem, Avrupa ile sınırlı olan Westphalia Sistemi’nden farklı olarak daha geniş bir alana yayılmıştı.

 Fransız Devrimi’nin harekete geçirdiği milliyetçilik cereyanının geleneksel imparatorluklar içinde yol açtığı bağımsızlık hareketlerinin ortaya çıkardığı yeni ulus devletlerin yanı sıra Latin Amerika’da İngiltere’nin desteklediği bağımsızlık hareketleri sonucunda ortaya çıkan yeni ülkelerin de katıldığı yeni devletler arası sistem İngiltere’nin hegemonik liderliği altında bütünüyle yeniden örgütlendi.

  Bu yeni grup ağırlıklı olarak ticaret burjuvazisi tarafından kontrol edilen devletleri içermekteydi. Milliyetçilik ideolojisinin yön verdiği bu devletlerde, devleti ulusal bir varlık değil kendi ailesinin nüfuz alanı olarak gören monarşilerden farklı olarak, yeni ve popüler anlamıyla ulus fikri yerleşmeye başlamıştı.

 İngiliz hegemonyası altındaki “Yüz Yıllık Barış” döneminin temel dayanağı Avrupa İttifakına dayanan güç dengesi sistemiydi.

 Avrupa İttifakı ise Londra merkezli örgütlenen yüksek finansın ve İngiliz serbest ticaret ideolojisi ve kurumlarının denetimi altında işliyordu.

  İngiliz Sanayi devriminin ardından kapitalizmin uluslararasılaşması farklı düzeylerde ve biçimlerde olsa da tüm dünya ülkelerini piyasanın zorunluluklarına tabi kıldı.

 Uluslararası borçlanma bu sürecin en önemli piyasa disiplini aracıydı.

 İngiliz egemenliğinin başat ideolojisi serbest ticaret doktriniydi.

 Kuramsal temelleri klasik politik ekonominin kurucuları olan Adam Smith ve David Ricardo tarafından formüle edilen bu doktrin İngiltere’nin Sanayi Devrimiyle büyük bir güç kazanan sınai üstünlüğüyle bağlantılıydı.

19. Yüzyıl İngiltere’sinin keskin gözlemcisi Friedrich Engels 885 yılında Commonweal dergisine yazdığı bir yazıda doktrinin işlevini şöyle özetliyordu: Serbest ticaret, İngiltere’nin tüm iç ve dış ticari ve mali politikasını, artık ulusu temsil eden imalatçı kapitalistlerin çıkarlarına uygun biçimde yeniden ayarlamak demek oluyordu.

 Bu işe azimle başladılar.

 Sınai üretimin önündeki her engel acımasızca yok edildi.

 Gümrük tarifeleri ve tüm vergi sistemi tepeden tırnağa değiştirildi.

 Her şey bir amaca, imalatçı kapitalist açısından çok önemli bir amaca dönüktü: Bütün tarım ürünlerinin ve özellikle işçi sınıfının geçim araçlarının ucuzlatılması; hammadde maliyetinin düşürülmesi ve ücretlerin –henüz aşağı çekilmese bile– düşük tutulması.

İngiltere, “dünyanın atölyesi” olacaktı; İngiltere için İrlanda ne idiyse, bütün öteki ülkeler de o olacaktı – İngiltere’nin mamul malları için pazar olacaklar karşılığında hammadde ve gıda vereceklerdi.

 Tarımsal bir dünyanın büyük imalat merkezi olan sanayi güneşinin, İngiltere’nin çevresinde dönen ve sayıları giderek artan tahıl ve pamuk üreticisi İrlanda’lar..

Serbest ticaret doktrini İngiliz sınai üstünlüğü bakımından elzemdi.

 Serbest rekabetçi bir ekonomik ortamda kârlılık doğrudan işgücü maliyetlerinin düşürülmesine ve hammaddelerin ucuza temin edilmesine bağlıydı.

 Öte yandan İngiliz sınai ürünlerinin satılabilmesi için İngiltere’nin aynı zamanda alıcı olarak dünya pazarında boy göstermesi zorunluydu.

  İngiltere’nin serbest ticaret doktrinini tam anlamıyla hayata geçirmesi, tahıl ithalatına sınırlamalar getiren Tahıl Yasalarının kaldırıldığı 1846 yılına kadar mümkün olmadı.

 “Tahıl Yasaları” İngiltere’de siyasal açıdan güçlü olan ve Parlamentoyu kontrol eden toprak sahiplerinin, 1815 yılında tahıl fiyatlarını ve toprak rantlarını artırmak için Parlamento’dan geçirdiği korumacı bir gümrük tarifesi sistemiydi.

 Bu yasa izleyen 30 yıl içerisinde sanayi kapitalistleriyle toprak sahipleri arasındaki siyasal çekişmenin temel başlıklarından birisini oluşturdu ve dönemin politik ekonomi yazınının merkezi konularından birisiydi.

 Yasaya karşı liberal sanayici ve politikacı Richard Cobden öncülüğünde oluşturulan Tahıl Yasası Karşıtı Birlik’in (Anti Corn Leauge) etkili kampanyası sonucunda Tahıl Yasaları 1846 yılında kaldırılarak İngiliz iktisadi hegemonyası üzerindeki son engel aşıldı.

 

Bu tarihten itibaren İngiltere tutarlı bir şekilde serbest ticaret politikasını sürdürme ve yaygınlaştırma olanağı elde etti .

Tahıl yasalarının kaldırılmasını izleyen süreçte, İngiliz toprak sahipleri, İngiltere’nin dünya ekonomisinde hegemonyasının sonucu olan ticari ve finansal üstünlüğü sayesinde kaybettikleri geliri elde edecek yeni kanallara yöneldiler.

 Toprak sahibi sınıf bir yandan başta finans olmak üzere hizmetler sektöründe ve profesyonel mesleklerde fırsatlar elde ederken diğer yandan İngiliz İmparatorluğu’nun siyasal elitlerinin yetiştirilmesi için aktif görevler üstlendiler.

 Ve yüzyıl sonundaki resmi sömürgecilik döneminde yayılmacı ve militarist vatanseverlik ideolojisinin üretilmesinde önemli bir rol oynadılar.

 Cain ve Hopkins’in “centilmen kapitalizmi”nin ikinci aşaması olarak tanımladığı bu dönemde aristokrat toprak sahipleri elde ettikleri bu ayrıcalıklı konum karşılığında sanayicilerin serbest ticaret doktrini ile çatışmaya girmedi.

 1873 krizini izleyen dönemde tarımsal ürün fiyatlarındaki büyük çöküşe rağmen korumacılık talep etmedi.

 Özetle İngiltere hegemonik bir konuma yerleşirken Cox’un formüle ettiği ideoloji, kurumlar ve maddi güçler matrisi ile oluşan benzersiz bir tarihsel yapıya sahipti.

 Sanayi kapitalistleri, İngiltere’nin sahip olduğu devasa ekonomik güç ve ülkenin sahip olduğu esnek kurumların desteğiyle Manchester liberalizminin sağladığı serbest piyasa ideolojisi etrafında tarımsal ve sınai çıkarlar arasındaki uyumu esas alan bir “tarihsel blok” oluşturdu.

 Bu tarihsel blok, ülkenin egemen sınıflarını İngiliz hegemonyası projesi etrafında bir araya getirdi.

Bu dönemde işçi sınıfı henüz sistemi tehdit edecek bir örgütlenmeye sahip değildi.

 

Ancak, sanayici kapitalistleriyle toprak sahipleri arasında bu büyük uzlaşma sağlanmadan İngiltere’nin hegemonik liderlik için “ortak çıkar” tanımlaması mümkün değildi.

Devletler arası sistem için Avrupa Uyumu ile sağlanan “ortak çıkar”, sanayi kapitalizminin egemen olduğu, giderek genişleyen piyasa ilişkilerinin yeni bir zorunluluklar alanı yarattığı koşullarda yeterli değildi.

 Bu nedenle İngiltere, kendi iktisadi ve askeri gücüyle tahkim edilmiş piyasa silahını kullandı.

 İngiltere serbest ticaret doktrinini empoze ederken dünyanın farklı bölgeleri için farklı “ortak çıkar”lar tanımladı.

 Serbest ticaret doktrini ulusal birliklerini ve ekonomilerini yeni inşa eden Avrupalı devletler için İngiliz üretim mallarına, teknolojisine ucuza ulaşmanın bir aracıydı.

 Yeni oluşan doymamış iç pazarlar ve görece bakir bir dünya pazarının varlığı koşullarında Avrupa devletleri, korumacılık yerine İngiltere’nin “açık kapı” politikasının yararlarına odaklandı.

 Serbest ticaret doktrini Latin Amerika’da da İngiliz hegemonyasının temel dayanağıydı. İngiltere 19. Yüzyılın ilk yarısında İspanya’ya karşı Latin Amerika ülkelerinin bağımsızlık savaşlarını destekleyerek bu ülkelerle önemli ticari bağlar kurdu.

 Bu ülkelerde üretilen birincil ürünlerin en önemli ithalatçısı ve mamul mal ihracatçısı olarak bu ülkelerin siyasal hayatını kontrol eden ticaret burjuvazisi ve plantasyon sahipleriyle “ortak bir çıkar” temelinde hegemonik bir ilişki inşa etti.

 Birçok Latin Amerika ülkesi iktisadi ve diplomatik açıdan fiilen İngiltere’nin uydusu haline geldi.

 Bu nedenle bu ülkeler fiilen İngiliz İmparatorluğu’nun parçası olarak görülmeye başlandı.

 Nitekim II. Dünya Savaşı sonrasındaki emperyalizm tartışmaları bağlamında Gallagher ve Robinson tarafından kaleme alınan bir çalışma, İngiltere’nin Latin Amerika’daki fiili konumunu “serbest ticaret emperyalizmi” kavramıyla açıklamış,  19. Yüzyıl İngiliz İmparatorluğu’nu tanımlarken İngiliz kolonilerinden ve Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi Anglo-Sakson yerleşimcilerden oluşan resmi imparatorluğun yanı sıra kağıt üzerinde bağımsız olmalarına karşın İngiltere’nin uyduları haline gelen bu Latin Amerika ülkelerini içeren “gayri-resmi imparatorluk” kavramını önermiştir.

Serbest ticaret doktrinin başarılı bir şekilde işlemesi, bu doktrinin entelektüel ayağını oluşturan Manchester liberalizmini 1850’lerde İngiltere’nin bütün kolonilerinin ayrılma hakkını savunmaya yöneltti.

 Ancak pratikte hegemonyanın diğer yüzü işlemeye devam etti.

  İngiltere askeri gücü ve diplomatik kapasitesi ile Avrupa’da güç dengelerini denetimi altına alarak kendine yönelebilecek her türlü tehdidi bertaraf etmeyi başardı.

  Etkin bir diplomasi ve tüm dünya denizlerinde dolaşan İngiliz donanmasının caydırıcı gücünün yanı sıra işgal ve ilhak politikalarıyla serbest ticaret emperyalizminin kesintisiz işlemesi için gerekli zor politikaları hayata geçirildi.

Hegemonya tartışmalarında bir bütün olarak “Yüzyıllık Barış Dönemi” İngiliz hegemonyası ile anılsa da hegemonyanın tanımlayıcı öğeleri dikkate alındığında İngiltere’nin hegemonik döneminin en başarılı kesitinin Tahıl Yasalarının kaldırıldığı 1846 yılından Almanya’nın kapsamlı bir korumacı tarife sistemini hayata geçirdiği 1879 yılına kadar olan dönem olduğu söylenebilir.

 1870’lerin başında Prusya’nın önderliğinde ulusal birliğini sağlayan ve ulusal birliği yeni teknolojilere dayalı güçlü bir sanayileşme dalgası ile birleştiren Almanya’nın bir dünya gücü olarak sahneye çıkışı İngiliz sınai ve ticari üstünlüğünü ciddi bir meydan okuma ile yüz yüze bıraktı.

  Almanya’nın ulusal birliğini sağladığı dönem aynı zamanda kapitalizmin ilk genel krizi olan 1873-1896 Büyük Depresyonunun başlangıç dönemiydi. Almanya krize karşı, ulusal birliğin arkasındaki sınıf koalisyonunu oluşturan ağır sanayiciler ve büyük toprak sahiplerinin talepleri doğrultusunda korumacı politikalara yöneldi.

 “Demir ile çavdarın evliliği” mecazıyla anılan 1879 Gümrük Tarifeleri tarım ve sanayi ürünlerine yönelik kapsamlı bir korumacı politikalar öngörüyordu .

Korumacılık uluslararası rekabetin bir aracı olarak, en etkin biçimde Almanya’da hayata geçirildi ve buradan hızla diğer gelişmiş ülkelere yayıldı.

19. yüzyılın son çeyreğinde İngiltere’nin sınai ve ticari üstünlüğü ABD şahsında bir diğer meydan okumayla yüz yüze geldi.

1861-65 yılları arasındaki İç savaşın ardından ulusal birliğini pekiştiren ABD, korumacı ve tekelci politikalara yaslanarak güçlü bir iç pazar temelinde, yeni teknoloji ve organizasyon yöntemlerine dayalı sağlam bir sınai ekonomi inşasına yöneldi.

İngiltere 19. Yüzyıl son çeyreğinde ABD ve Almanya’nın sınai rekabetinin yanı sıra Büyük Depresyonun sonuçlarından da büyük ölçüde etkilendi.

Kalıcı bir deflasyonist eğilim şeklinde kendini açığa vuran kârlılık krizi nedeniyle mal ticareti alanında hızla yaygınlaşan korumacı politikalar karşısında İngiltere geleneksel serbest ticaret politikasını değiştirmedi.

  ABD ve Almanya karşısında sınai üstünlüğünü yitirme pahasına serbest ticarette ısrar etti.

  Serbest ticaret politikası 1870’lerden itibaren İngiliz mal ticaret dengesinin açık vermeye başlamasına neden oldu.

  İngiltere, dünya ekonomisi üzerindeki ticari ve mali tekeli sayesinde mal ticaretindeki açığı, sigortacılık, navlun gelirleri ve komisyon gelirleri gibi görünmeyen kalemlerdeki fazlalarla ve dış yatırımlardan elde ettiği kârlarla fazlasıyla telafi etmeyi başardı.

  Altın standardı burada İngiliz hegemonyasının zayıflayarak da olsa etkisini sürdürmesinde büyük bir rol oynadı.

 Büyük Britanya altın standardının yaygınlaşmasıyla 1871 yılında parasal hegemon statüsüne yükseldi.

Altın standardı döneminde İngiltere, finansal sermayenin büyük ihracatçısı oldu. Londra, dünya altın, para ve finans piyasalarının merkezi haline geldi.

Bu durum, diğer ülkelerin altın standardını benimsemesi için önemli bir gerekçe oluşturdu.

 Paris, Berlin ve diğer finans merkezleri açısından, Londra'dan kazançlı mali iş çekmek için İngiltere'nin altın standardını benimsemek zorunluydu.

 Altın standardı hem işlem maliyetlerini azaltıyor hem de kredibiliteyi ve güvenli finansal politikaları temsil ediyordu.

 Londra, kısa ve uzun vadeli kredi sağlayan başlıca merkez durumundaydı.

  İngiltere açısından Londra’nın sunduğu finansal kolaylıklar ucuz kredi sağlıyor ve İngiliz sterlininin gücünü artırıyordu.

 1870-1913 yıları arasında dünya ticaretinin %60’ı sterlin cinsinden düzenlenmiş ödeme araçlarıyla finanse edilmişti.

Ne var ki artan uluslararası rekabet ve savaş altın standardının sonunu getirdi.

  İki savaş arası dönemde altın standardının yeniden canlandırma yolundaki çabalar başarısızlıkla sonuçlandı.

 Bunun temel nedeni İngiliz ekonomisinin uluslararası ödemeler sisteminin yükünü taşıyacak dinamizmden yoksun oluşuydu.

 İkinci neden ise altın standardının işlemesi için başvurulan emekçileri yoksullaştırıcı uyarlama politikalarının (vergileri artırma, kamu harcamalarında kesintiye gitme ve faiz artırımı politikaları) örgütlü emeğin yükselen gücü karşısında siyasal risklerinin artmış olmasıydı.

  İki savaş arası dönemde uluslararası kapitalist ekonomi içinde ödemeler sistemini yeniden istikrara kavuşturmak için bir dizi girişimde bulunulmasına rağmen kalıcı bir çözüm bulunamadı ve 1931 yılında İngiltere’nin altın standardını resmen terk etmesiyle altın standardı sona erdi.

İngiltere dünyayı yönetme işlevini 19. Yüzyıl sonuna kadar sürdürdü

 Ancak 1870’lerden itibaren ulusal birliğini sağlayan Almanya’nın dünya gücü olarak konumunun yükselmesiyle Avrupa ve dünya güç dengesi üzerindeki denetimini yitirmeye başladı.

Dünya Savaşı sonunda İngiltere’nin hegemonik gücünün sona erdiği açık hale gelmişti.

 İki savaş arası dönem, devletler arası sistemde kaosun derinleştiği, uluslararası ödemeler sisteminin bir türlü istikrara kavuşturulamadığı ve derinleşen kriz karşısında uluslararası ticaretin korumacılığın yaygınlaşmasıyla durma noktasına geldiği bir dönemdi.  

ABD hegemonyası bu ortamda gündeme geldi.

20. Yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’nin rolünü üstlenmek üzere hazırlıklara başladığında, selefinden oldukça farklı bir dünyayı yöneteceğinin farkındaydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...