YENİNİN DİYALEKTİĞİNE DOĞRU
Modernizmin taşıyıcı
kavramlarından biri olan ‘yeni’ye dair arayışımız çoktan sona mı erdi?
Yoksa ‘yeni’ bugün
sürekli kendisini doğuran bir döngünün adı haline mi geldi?
Tüketimin
sürekliliğinin, metaların dönüşümünün ve reklamların anahtar sözcüğü olmanın
ötesinde ‘yenilik’ bugünümüz ve geleceğimiz için ne ifade ediyor ya da
edebilir?
Sinemada,
edebiyatta, sanatta ve teoride ‘yeni’nin eksikliğinden bahsedebilir miyiz?
Bugün ‘yeni’ üzerine
yeniden düşünmeye, konuşmaya ve tartışmaya ihtiyacımız olan bir dönemden
geçtiğimiz kanısındayım.
Benim için ‘yeni’yi
arayışın üç temel mecrası sanat, siyaset ve felsefe.
Bu alanlardaki kayda
değer uğraşın halihazırda var olandan farklı, “başka türlü bir şey” yaratma
çabası olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla pratik
anlamda da üzerine bolca kafa yorduğum, ama içinden çıkmakta genellikle
zorlandığım bir sorular ve ihtimaller yumağı olarak ‘yeni’ kavramı benim de her
daim önümde duruyor.
Bu yazıda bu konuya dair
henüz tamamına ermemiş düşüncelerimi paylaşmayı deneyeceğim.
Sanırım bunun için
klasik bir giriş yapıp ‘yeni’ kelimesinin anlamına, kökenine ve çağrışımlarına
bakmak en doğrusu.
Dil Derneği’nin
sözlüğünde şu tanımlamalar yer alıyor: hiç kullanılmamış olan; oluş ya da
çıkışından beri çok zaman geçmemiş olan; en son edinilen; o güne değin
söylenmemiş, görülmemiş, düşünülmemiş, gösterilmemiş olan; değişik; tanınmayan,
bilinmeyen; daha öncekilerden farklı olan; ve de, henüz tanınmış olan.
Bir de
Türkçedeki yenilik kelimesini Batı dillerinde karşılayan iki
farklı kavram bulunuyor, İngilizce’den örnek verirsek: (Türkçeye inovasyon
olarak da geçen) innovation ve novelty.
Innovation süreklilik
halinde bir yenilenmeyi, teknolojik gelişmeyi ve metasal dönüşümü ifade
ederken novelty, var olandan farklı, alışılmadık, tuhaf bir ortaya
çıkış halini ifade ediyor.
Bu önemli bir
ayrım, buna daha sonra geri döneceğim.
‘Yeni’nin
sözlükteki tanımlarında ilk bakışta göze çarpan ortak nokta zamansallığa dair
ifadeler: ‘hiç’, ‘çok zaman geçmemiş’, ‘en son’, ‘o güne değin’, ‘daha
öncekiler’, ‘henüz’.
Bu açıdan
baktığımızda ‘yeni’, bir nesnenin veya olgunun zamanla ilişkisini niteleyen bir
kavram diyebiliriz.
Fakat burada mutlak
değil göreli ve farklı biçimlerde ifade edilebilen bir zamansallıktan
bahsediyoruz.
Sinema alanından örnek
verirsek, bir filmin ‘yeni’ olarak nitelenmesi üç farklı biçimde
gerçekleşebiliyor: o filmi izleyen kişinin öznel tarihselliğindeki, takvim
zamanının nesnel tarihselliğindeki ve o filmin öncül ve ardıllarıyla kurduğu,
kendine özgü diyalektik tarihselliğindeki konumu üzerinden.
Bu ayrımla
kastettiğim farkları biraz açmaya çalışayım.
Bir film, ne zaman
üretildiğinden ve diğer filmlerle ilişkisinden bağımsız olarak onu ilk defa
izleyen açısından yenidir.
Bu, kişinin kendi
öznel deneyimine ilişkin bir yenilik tanımıdır.
Diğer
taraftan bir film tarihsel olarak belli bir anda üretilmiştir.
1989 yılında üretilen
bir film o gün için yeniyken bugün için artık eski sayılabilir.
Bunların dışında ve belki
de en önemlisi bir film kendinden önceki filmlerle kurduğu ilişki üzerinden,
onlardan farklılaştığı noktaların altını çizmek adına yeni olarak
tanımlanabilir: yeni bir bakış açısı, yeni bir görsellik, yeni bir sinema gibi.
Sözlükteki “o güne
dek söylenmemiş, görülmemiş, düşünülmemiş, gösterilmemiş olan” ve “daha
öncekilerden farklı olan” tanımlarına da yakın duran bu üçüncü anlamı esas
alarak devam etmek istiyorum.
Bu tanımdan
hareketle, ‘yeni’ kavramının işaret ettiği zamansallığa dair iki temel felsefi
yaklaşımdan söz edebiliriz.
Bunların ilki Bergson’un
düşüncesinde karşılığını bulan, zamanın kendisine içkin, süreğen bir yenilik
anlayışıdır.
İlhamını
Herakleitos’un meşhur “aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” sözünden alan bu
düşünceye göre her karşılaşma (ve yeniden karşılaşma) kendi içinde bir yenilik
barındırır.
Yaptığımız her şey,
gerçekleştirdiğimiz her eylem o an ilk defa vuku buluyordur ve öncekinden
farklıdır.
Bir filmi ikinci
kez izliyorsak bile o deneyim bizim için yenidir çünkü o filmi ilk defa ikinci
kez izliyoruzdur ve bu, tekrarı mümkün olmayan bir deneyimdir.
Hiçbir filmi ikinci
defa ikinci kez izleyemeyiz.
Fakat bunu yukarıda
ilk sırada tanımladığım, bir şeyle ilk karşılaştığımız anda oluşan, kişinin
öznel deneyimine ilişkin yenilik fikrinden ayırmak gerekiyor.
Bergson burada
zamanın kendisine içkin bir yaratımsallıktan, sürekli devinen, metafizik
bir yaratıcı evrim halinden bahsediyor.
Her karşılaşmamız,
bizim öznel algılarımız ve kişisel deneyimimizden bağımsız olarak biriciktir ve
tekrarlanamaz.
Bu, zamanın özüne dair
bir çıkarımdır ve yeniliği, yaratımı kaçınılmaz bir süreklilik olarak görür.
Bu anlamda da ‘yeni’nin
esas aldığım tanımına dair bir yaklaşımdır.
Her anın kendi içinde
öncekilerden mutlak ve kaçınılmaz biçimde farklı olduğunu vurgular.
İkinci yaklaşım ise ilk
bakışta bunun aksi yönünde konumlanıyor.
Birçok düşünürün
üzerinde ortaklaştığı, Deleuze’de de karşılık bulan ve kristalleşen bu bakış
açısı, yeniliği, yani “yaratıcı ortaya çıkış hali”ni bir kesinti, kopma,
kırılma olarak tarif eder.
Bu düşünüşe göre
yenilik zamansallığın duraksamaya uğradığı, koptuğu ya da sıçradığı noktalarda
bulunur.
Bu fikir
Bergson’un yaratıcı evrim yaklaşımının karşısına bir
nevi yaratıcı devrim fikrini koyar.
Yaratıcılığın,
dolayısıyla yeniliğin ancak devrimsel kopuşlarla, halihazırda var olanın
sekteye uğratılmasıyla mümkün olacağını savunur.
Bu iki bakış açısı
ilk anda birbirine zıt gibi görünse de aslında bir zıtlıktan ziyade bir
tamamlayıcılık ilişkisi içindedirler.
Bunu ‘yeni’
kavramının sinema ve edebiyatta kullanıldığı birkaç örnekte görebiliriz.
Örneğin 50 ve 60’lı
yıllarda Fransa, Çekoslovakya ve Brezilya’daki sinema ve müzik akımları için
kullanılan Yeni Dalga tanımı hem var olandan koparak gelmeyi, dalgalar halinde
ileri atılmayı ifade ediyor; hem de o dalgalanmayı yaratan büyük bütünün, o
engin denizin içindeki her dalganın özgül varlığına, kendine içkin yeniliğine
karşılık geliyor.
Daha
dolaysız, metafora başvurmayan bir örnek de, İkinci Dünya Savaşı sonrası
İtalya’da yükselen Yeni-Gerçekçilik akımı.
Bu adlandırma
akımın hem bir sanatsal gelenekle, gerçekçilikle ilişkisini vurguluyor, hem de
o geleneğe bir sıçrama yaptırma iddiası içeriyor.
Bunun Türkiye’den
bildiğimiz çok güzel bir örneği ise İkinci Yeni tanımlaması.
Neredeyse
Bergson’un bakış açısına denk biçimde tekrarın içindeki yenilikten, yeni olanın
yinelenmesinden hareket ederken bir yandan da artık eskimiş olan başka bir
‘yeni’den de ayrışmayı vurguluyor.
Tanımı sadece bu
adlandırmalarla sınırlı olmayan ‘yenilik’ kavramı, sanat üretiminde ve
teorisinde bunlara benzer biçimlerde hem kopuşu/kesintiyi, dolayısıyla
ötekinin/öncekinin olumsuzlanmasını; hem de sürekliliği, yani öncekini içerip
aşmayı işaret edecek şekilde kullanılıyor.
Bu anlamda
‘yeni’nin ortaya çıkışı diyalektik bir süreç gerektirir diyebiliriz.
Bunu daha detaylı
bir biçimde ele almadan önce, ‘yeni’ kavramına dair etkili bir bakış açısı
geliştiren Frederic Jameson’ın postmodernizme ilişkin eleştirisinde ortaya
attığı tarihselliğin krizi kavramından da bahsetmek yerinde
olur.
Jameson bugün
yaşadığımız gerçeklik ile kitaplardan okuduğumuz tarih anlatısı arasındaki
bağlantının artık kavranabilir olmadığını ve tarihselliğin ortadan kalktığını
iddia eder.
Bu sebeple de
‘eski’ olanın tespit edilemediğini ve bu durumun da ‘yeni’nin ortaya çıkmasına
imkân bırakmadığını söyler.
Ona
göre parodinin yerini pastiş almıştır.
Bu kavramı sanat
tarihindeki klasik anlamının da ötesine taşıyarak bir kültürel devr-i daim
stratejisi olarak görür.
Jameson için yeni olan
ancak var olanı olumsuzladığı, onu eski kıldığı, parodize ettiği ya da onu
içererek aştığı noktada, yani diyalektik bir süreç sonucunda ortaya çıkar.
Fakat diğer taraftan,
Jameson ‘yeni’yi bir biçimde tedavülden kaldırdığını söylediği postmodernizmi
de felaket ve ilerlemenin iç içe geçtiği bir süreç olarak tarif ediyor ve
bu ikiliği diyalektik açıdan düşünmek gerektiğini söylüyor.
Fakat
postmodernite, kapitalizmin bugünkü küresel hegemonyası düşünüldüğünde, bu
diyalektiği devre dışı bırakma girişiminin adı olarak da okunabilir kolaylıkla.
Hegel’in idealist
yaklaşımında diyalektik varoluşun kaçınılmaz yapısı, varlığa içkin bir
olumsuzlama ve oradan hareketle de bir ortaya çıkış hali olarak görülür.
Çünkü düşünce böyle
işler ve dolayısıyla madde de bu yapıyı tekrar eder.
Marksizmin bu
önermeye yaptığı materyalist müdahale ise diyalektiğin maddi temelleri
olduğunu, dolayısıyla kaçınılmaz olsa dahi pozitif ya da negatif anlamda etki
edilebilir olduğunu öne sürer.
Bu bakış açısından
baktığımızda, kültürel alandaki postmodern müdahaleleri kapitalizmin kendi iç
çelişkilerine ve tarihin diyalektik akışına direnmek için oluşturduğu bir cevap
olarak yorumlamak da mümkün hale gelir.
Postmodernizm
kavramı çıkışında bir dönemin baskın kültürel eğilimini tanımlıyordu.
Fakat yıllar içinde
tek kutuplu dünyanın birçok eğiliminden biri olma durumunu aşıp neredeyse kendi
reddettiği büyük anlatılardan birine dönüştü.
80’lerin başında
İngiltere’deki Thatcher yönetiminin dolaşıma soktuğu “Başka Alternatif Yok”
söylemi o günlerden bu yana buna şiddetle itiraz eden muhaliflerin bile
tahayyül evrenini ele geçirmiş durumda.
Bugün “Hayır, başka
bir dünya mümkün” demek, bunu teorik bir zemine oturtmak, o imkâna gerçekten
inanmaya yetmiyor.
Çünkü mücadele azmi
gibi, karşı koyma gücü gibi, inancın da maddi koşullardan bağımsız
değerlendirilmesi mümkün değil.
Liberal düşünce “tarihin
sonu” söyleminden vazgeçmiş olsa da, Sovyetler’in ve Doğu Bloku’nun dağılışının
etkisi hâlâ sürüyor.
Reel sosyalizmin
niteliğinin ne olduğu tartışması bir yana, sosyalizmin salt varlığının mümkün
kıldığı, uzlaşmazlıklar üzerine kurulu bir tahayyül evreni söz konusuydu.
Bu genel
uzlaşmazlık hali de yenilik arayışlarına, hatta bir yenilik yarışına yol
açıyordu.
Bir yandan Prag
Baharı gibi, ‘68 Mayısı gibi Batı kapitalizmine de reel sosyalizme de itirazlar
içeren hareketlerin var olabileceği zemini yaratıyordu, diğer yandan da
edebiyatta, sinemada ve sanatın diğer dallarında, adında ‘yeni’ olsun ya da
olmasın tarihe sıçrama yaşatmayı hedefleyen akımların, denemelerin, arayışların
ortaya çıkmasına imkân sağlıyordu.
Peki bugün neredeyiz?
Berlin Duvarı’nın
yıkılmasından bu yana geçen 30 yılda küresel kapitalizmin mutlak hegemonyasını
inşa edişine şahit olduk.
Bu sürece farklı
bakış açılarından postmodernite, neoliberalizm, mutabakat rejimi ya da
kapitalist gerçekçilik çağı da diyebiliriz.
Bu adlandırmalar başka
vurgu noktalarını öne çıkarsa da aslında aynı küresel düzene işaret ediyor.
Bunlara ek olarak,
ilk başta değindiğim ayrıma dönersek, inovasyon adı altında yeniliğin bir
süreklilik olarak metalaştırılıp üretildiği, ‘fark’ı sadece versiyonlar ve
varyasyonların yarattığı, açık ya da örtük yeniden çevrimlerin, devam
filmlerinin, retro coverların, ömrü ancak 24 saat süren storylerin,
öncül ve ardıllarıyla ilişkisi görünmez kılınmış imajların çağında yaşıyoruz.
“Bu bitti, yenisi
gelsin” söylemine zemin oluşturan, saplantılı bir tüketim kültürünün motoru
olmuş, ve kelimenin başta belirttiğim ilk ve ikinci anlamlarına denk düşen bu
‘yeni’yi diyalektik olandan ayırmanın ve devrimci anlamıyla ‘yeni’ye
itibarını iade etmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu çağın egemen
düzeni, hükmü yavaş yavaş ortadan kalkan bir “tarihin sonu” fikriyle bizi yeni
bir yaşamın, başka türlü bir geleceğin mümkün olmadığına ve biteviye bir
şimdiki zamana ikna etmeye çalışıyor, hâlâ.
Tarihin sonunun
geldiğini iddia etmek, ilk aşamada geleceğin bütün başka türlü olma
ihtimalleriyle birlikte ortadan kalktığını, zamanın artık ileriye doğru
akmayacağını iddia etmekle aynı kapıya çıkıyordu.
Fakat bu aynı
zamanda o andan itibaren geçmişin de toptan rafa kalktığını, bir kavram olarak
‘tarih’in de geçerliliğini yitirdiğini iddia etmek anlamına geliyordu.
Çünkü bu fikir var
olan haliyle zamansallığı askıya alıyordu ve ‘şimdi’nin ‘sonsuz’ üzerindeki
egemenliğini ilan ediyordu.
Zamansal
hareketi veya süreyi yaratan şeyin geçmiş ve geleceği kapsayan bir akış
olduğunu düşünürsek şimdiki zamanın hareketsiz olduğu, geometrik tarifiyle bir
doğrunun üzerindeki sonsuz sayıdaki noktadan biri olduğu söylenebilir.
Bunu sinemasal bir
metafora tercüme edersek, şimdi dediğimiz o “an” bir film bobininin üzerindeki
binlerce kareden biri olur.
“Tarihin sonu”nun
geldiğini iddia etmekse ancak projeksiyon makinesi takıldığında perdede donup
kalan o tek kareye olmayacak bir anlam yüklemek olabilir.
Nihayetinde o kare
akkorun ışığına dayanamaz, o film yanar.
Tarih kavramı
akışkan bir zamansallığın, bir sürekliliğin ifadesiyse eğer, bunun bir sonu
olduğunu ya da olacağını iddia etmek de boşunadır; bu, kavramın doğasına aykırıdır.
30 yıl önce bu
iddiayı ortaya atanların da bugün bundan geri adım atmasının sebebi bu olsa
gerek.
Fakat bu söylemin
toplumsal alandaki etkisi henüz ne geçerliliğini ne de egemenliğini yitirmiş
durumda.
Diyalektik anlamda bir
şimdiyi aşma hamlesini, geleceğe doğru hareketi ifade eden devrimsel bir ‘yeni’
fikrini moderniteye, yani artık geride bırakmış olduğumuzun iddia edildiği
“ilerleme saplantılı” bir çağa hapsetmek günümüz kapitalizminin en belirgin
uğraşlarından biridir bana kalırsa.
Buna karşı pratikte
ne yapılabilir?
Bu çok kapsamlı bir
soru ve muhtemelen çok sayıda doğru cevabı var.
Yine de bence kesin
olan bir şey var: kopuşu ve sürekliliği bir arada devreye sokan bir ‘yenilik’
anlayışının (tekrardan) ortaya çıkması ancak toplumsal diyalektiğin yeniden
ivme kazanmasıyla mümkün.
Ne var ki bugün
egemen olan tek kutuplu dünya düzeninin, bu mutabakat evreninin temel varlık
stratejisi böylesi bir diyalektik sıçrayışın dayanağı olacak olumsuzlamanın (ya
da daha bildik ifadesiyle, bir antitezin) yükselişini engellemek üzerine
kurulu.
Buradaki
olumsuzlamanın salt bir itirazı, yalnızca mevcut olana dair bir muhalefet
söylemini işaret etmediğini eklemekte fayda var.
Zaten son 10 yıldır
dünyanın farklı yerlerinde ortaya çıkan umut verici toplumsal muhalefet
hareketlerini düşünürsek bu itirazın gerçekleşmediğini de söyleyemeyiz.
Fakat bu muhalif
hareketlerin diyalektik anlamda bir olumsuzlamaya dönüşememesinin sebebi kendi
ortaya çıkışıyla halihazırda mevcut olanın varlığını tehdit edecek bir ‘yeni’
fikrini henüz içeremiyor ya da o yeniliği etkili kuvvette ortaya koyamıyor
oluşu.
Bu noktada, böylesi bir
diyalektiğe ivme kazandıracak bir yaklaşım olarak ‘yeniden yeni’ fikri bana
göre ihtiyaç duyduğumuz eleştirel bakışın merkezine oturuyor.
‘Yeni’nin ne
olduğu, hangi çatlaklardan sızarak karşımıza çıkacağı soruları farklı
biçimlerde cevaplanabilecek çok sayıda ihtimali içeriyor.
Walter Benjamin’in
Paris pasajlarındaki eskicilerde, Kristin Ross’un Komün arşivlerinde, Jacques
Rancière’in 19. yüzyıl işçilerinin şiirlerinde ya da kıymeti anlaşılamamış
eğitimcilerin sıradışı pedagojik metotlarında izini sürdüğü fikirler gibi
tarihin unutturulmuş köşelerinden yeniden ortaya çıkabilir.
Ya da bugün gözümüzün
önünde olan, fakat bize görünmez kılınmış ayrıntılarda, bakış açımızdaki ufak
kaymalarla belirecek birçok örtülü gerçeklikte de yatıyor olabilir.
Onunla nerede
karşılaşacağımızı kesin olarak bilemeyiz.
Diğer yandan kesin
olan şu ki, var olan düzenin (ve onun alt katmanlarının, mikro-düzeneklerinin)
estetik, politik veya düşünsel düzlemde olumsuzlanmasını harekete geçirmeyen
bir üretimin diyalektik anlamda bir yenilik içerdiği de iddia edilemez.
Ne var ki bu tarz
bir olumsuzlamayı mümkün kılmak bugün hiç de kolay değil.
Bu nedenle de
yeniyi aramak, bu arayışın kendisini bir politik eylemde, bir filmde, bir sanat
eserinde, bir düşüncede görmek, onun bunu başarıp başaramamasından bağımsız
olarak önemlidir diye düşünüyorum.
Bu arayışların birçoğu
bizi umduğumuz sonuca götürmeyecekse de içinde kıstırıldığımız ‘şimdiki
zaman’ın duvarlarında mutlaka çatlaklar açacaktır.
Bu tabii ki ‘yeni’
olmayan ya da ‘yeni’yi aramayan her şey değersizdir anlamına gelmiyor.
Fakat eleştirel olarak bu
noktadan yaklaşmadığımızda, ele aldığımız bir eseri, konuyu ya da olguyu
diyalektik bir ‘yenilik’ perspektifinden değerlendirmediğimizde mevcut düzenin
devamına hizmet etmekten kaçamadığımızı düşünüyorum.
Dolayısıyla ‘yenilik’
fikriyle kurduğumuz ilişki mevcut olana dair konumlanışımızın da
göstergelerinden biri oluyor.
Eğer bugünün
dünyasından memnunsak ve “başka türlü bir şey” istemiyorsak ‘yeni’nin ölümünü
kutlamak ve inovasyon fetişizmiyle yetinmek mümkün.
Ama arzumuz bu düzenin
değişmesiyse, diyalektik anlamda ‘yeni’yi yeniden gündeme almaktan ve mevcudun
olumlanmasını kıyasıya eleştirmekten başka çaremiz de yok.
Tabii ki, bahsettiğim
bu diyalektik harekete ivme kazandıracak fikirleri üretmek şu an için ne kadar
mümkün bilemiyorum.
Zamanın
sürekliliği içinde bir kesinti, bir sıçrayış, bir elips yaratmak sinemadaki
kadar kolay ve planlanabilir değil.
Hatta bu tip
tarihsel kopuş anlarını öngörmek pek mümkün de değil.
Yine de benim için
kesin olan bir şey var: bu ivmenin ortaya çıkmasını sağlamak ancak ‘yeni bir
yeni’nin altından filizleneceği beton zemini aşındırmakla mümkün.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder