17 Ekim 2022 Pazartesi

 İŞÇİ SINIFI KÜLTÜRÜ

 

 

Bir kültür, yaşandığı zaman dilimi içerisinde, hiçbir zaman yaratılmış ürünlerine indirgenemez.

Ama yalnızca dışsal kanıtları temel almanın cazibesi her zaman ağır basar.

Örneğin, orta sınıf gibi giyinmeye, yarı müstakil evlerde oturmaya, araba, çamaşır makinesi ve televizyon sahibi olmaya başladığı için işçi sınıfının “burjuvalaştığı” ileri sürülür.

Ancak, bazı kullanım eşyalarına sahip olmak ya da yüksek bir maddi yaşam standardından yararlanmak sizi “burjuva” yapmaz.

 İşçi sınıfı, bu yeni ürünlere sahip olduğu için burjuvalaşmaz, nasıl ki burjuvazi de sahip olduğu nesnelerin türü değiştiğinde burjuva olmaktan çıkmıyorsa.

İşçi sınıfı içinde bu tür bir gelişmeye hayıflananlar, bir önyargıya düşmektedirler.

“Sade yoksullar”a duyulan hayranlık yeni bir şey değildir; ama bu duygu, çaresizlikten kaynaklanan bir rasyonalizasyon dışında, bizzat yoksullar arasında nadiren görülür.

Bu hayranlık ya karnı tok olmanın neticesidir, ya da maddi avantajların çok yüksek bir insani maliyet pahasına satın alındığı yargısının.

İlk sebebi karnı tok olanlara bırakalım; daha önemli olan ikinci sebep, yanlış bir aktarıma eğilimlidir.

Eğer söz konusu avantajlar ekonomik sömürüye dayandıkları için “burjuva” iseler, bu tür bir sömürünün ortadan kalktığı ya da aza indirildiği koşullarda temin edilmeleri halinde “burjuva” olmayacaklar demektir.

 İşçinin orta sınıf bir adama imrenmesi, o adam olmak istemesinden değil, onunla aynı şeylere sahip olmak istemesinden kaynaklanır.

 Hepimiz kendimizi bir standart gibi görmekten hoşlanırız; şunu görebiliyorum ki, İngiliz orta sınıfı için, işçi sınıfının aynen kendisi gibi olmaya hiç de heves etmediğini düşünmek gerçekten zor.

Maalesef bu varsayımlarından vazgeçmeleri gerekiyor.

İngiliz çalışan insanlarının büyük çoğunluğu yalnızca orta sınıfın maddi standartlarına kavuşmayı, bunun dışında kendileri gibi kalmaya devam etmeyi istiyor.

Bunu hemen kaba materyalizm olarak nitelendirmemek gerek.

Hayatı kolaylaştıran araçlara bol miktarda sahip olmayı istemek tamamen makuldür.

Bu, hepimizin haklı olarak duyarlı olduğumuz maddi ihtiyaçlara dair bir materyalizmdir.

 Bu tür araçların yeter miktarından dahi uzun süre mahrum kalmış insanlar, imkân bulduklarında bunları elde etmeyi ve ellerinde tutmayı isterler.

 Sırf bu yüzden kaba materyalistlere dönüştükleri ya da “burjuvalaştıkları” söylenemez.

O zaman asıl soru, belki de, “burjuva” kelimesinin herhangi bir anlamı kalıp kalmadığı sorusudur.

Hatta, herhangi bir şekilde sınıf terimleriyle düşünmeye devam etmenin bir anlamı var mı?

Sanayicilik, kendi ivmesi içinde, en iyi nitelemeyle sınıfsız olarak tanımlanabilecek bir kültür yaratmıyor mu?

Bugün bu tür sorular önemli ölçüde kabul görüyor; ama yine de, belirli türden kaba sınıf yorumlarından destek alıyor ve esas itibarıyla hem kültüre hem de sınıfa dışsal bir tutuma dayanıyorlar.

Kültürü düşünsel ve yaratıcı çalışmalar bütünü olarak düşünürsek –ki böyle düşünmek önemli– eğitimin yaygınlaşmasıyla bu kültürün daha eşit biçimde dağıldığını ve yeni çalışmaların da tek bir sınıftan daha geniş bir kitleye hitap ettiğini görürüz.

 Ne ki bir kültür, düşünsel ve yaratıcı çalışmalardan ibaret değildir; aynı zamanda bütünlüklü bir yaşam tarzıdır.

 Burjuva ve işçi sınıfı kültürleri arasındaki herhangi bir ayrım, yalnızca ikincil olarak düşünsel ve yaratıcı çalışma alanına dayanır; üstelik burada bile, görmüş olduğumuz gibi, ortak dile dayanan ortak unsurlar bu ayrımı karmaşıklaştırır.

Birincil ayrım, yaşam tarzının tamamında aranmalıdır ve burada da yine kendimizi konut, giyim tarzı ve boş zamanı geçirme yolları gibi kanıtlarla sınırlandırmamamız gerekir.

Sanayi üretimi bu konularda birörneklik yaratma eğilimindedir, ama can alıcı farklılık başka bir düzeyde yatar.

Sanayi Devrimi’nden beri İngiliz hayatındaki can alıcı ayırt edici unsur, ne dil, ne giyim tarzı, ne de boş zaman oldu – zira bunlar aslında birörnekleşme eğilimi gösteren unsurlar.

Can alıcı ayrım, toplumsal ilişkinin doğası hakkındaki alternatif fikirler arasındadır.

“Burjuva” önemli bir terim, çünkü genellikle bireycilik dediğimiz toplumsal ilişki biçimini işaret ediyor: yani topluma, her bireyin doğal bir hak olarak kendi gelişmesinin ve kendi yararının peşinden gidebileceği nötr bir alan olarak bakan düşünce.

Ama [...] bireyci fikir, haklı olarak işçi sınıfıyla özdeşleştirdiğimiz fikirle keskin bir karşıtlık içindedir: adına ister komünizm, sosyalizm ya da işbirliği densin, toplumun ne nötr ne de koruyucu olduğunu varsayan, bireysel gelişme de dahil her tür gelişmenin olumlu aracı olduğunu savunan anlayıştır bu.

Gelişme ve yarar, bireysel değil ortak çerçevede yorumlanır.

Yaşamı sürdürme araçlarının temini, gerek üretimde gerek dağıtımda, kolektif ve karşılıklı olacaktır.

İyileşme yolu, kendi sınıfından kurtulma ya da kariyer edinme fırsatında değil, herkesin genel ve kontrollü ilerlemesinde yatar.

 İnsanlık kaynağının her yönüyle müşterek olduğu, ona erişme özgürlüğünün de bir hak olarak kişinin insanlığına dayandığı düşünülür; ama böyle bir erişim, hangi türden olursa olsun, müşterek olmadıkça hiçbir şey ifade etmez.

Birey değil, toplumun tamamı ilerleyecektir.

Sınıf duygusu, nesnel olarak o sınıfa dahil edilebilecek bireylerin tümünün birörnek mülkü olmaktan çok, bir tavırdır.

Örneğin, bir işçi sınıfı fikrinden söz ettiğimiz zaman, bütün çalışan insanların o fikre sahip olduğunu, hatta onu onayladığını kastetmeyiz.

İşçi sınıfının –yani birey olarak bütün işçi sınıfı mensuplarının değil de bir eğilim olarak işçi sınıfı hareketinin– yarattığı örgütlerde ve kurumlarda somutlaşan temel fikrin o olduğunu söylemek isteriz.

Bireyleri sabit sınıf kavramlarıyla yorumlamak aptalcadır, çünkü sınıf bir kişi değil, kolektif bir tavırdır.

Aynı zamanda, fikirlerin ve kurumların yorumlanmasında, haklı olarak sınıf kavramlarıyla konuşabiliriz.

Bu, herhangi bir zamanda ne tür olguları dikkate aldığımıza bağlıdır.

Bir bireyi mensup olduğu sınıf nedeniyle önemsememek, ya da onunla kurulan bir ilişkiyi yalnızca sınıf çerçevesinde yargılamak, insanlığı bir soyutlamaya indirgemektir.

Ama kolektif tavırlar yokmuş gibi davranmak da, apaçık gerçekleri inkâr etmektir.

“İşçi sınıfı kültürü”yle tam olarak ne denmek istendiğini şimdi görebiliriz.

İşçi sınıfı kültürü, ne proleter sanattır, ne sosyal konut, ne de dilin belirli bir şekilde kullanımı; temel kolektivizm fikri ve onu temel alan kurumlar, davranışlar, düşünme alışkanlıkları ve yönelimlerdir.

Benzer şekilde burjuva kültürü de, temel bireyci fikir ve onu temel alan kurumlar, davranışlar, düşünce alışkanlıkları ve yönelimlerdir.

Bir bütün olarak kültürümüzde hem bu yaşam biçimleri arasında sürekli bir etkileşim vardır, hem de her ikisinde ortak olduğu veya ikisinin de temelinde yattığı söylenebilecek bir alan.

İşçi sınıfı, konumu sebebiyle, Sanayi Devrimi’nden bu yana dar anlamda bir kültür yaratmamıştır.

Yarattığı ve önemle farkına varılması gereken kültür, ister sendikalarda, kooperatif hareketinde ya da bir siyasal partide olsun, kolektif demokratik kurum kültürüdür.

İşçi sınıfı kültürü, içinden geçmekte olduğu evrede, öncelikle (kurumlar yaratmış olması anlamında) toplumsaldır, (özellikle düşünsel ve yaratıcı çalışma anlamında) bireysel değil.

Bağlamı içinde ele alındığında, bunun çok dikkate değer bir yaratıcı eser olduğunu görmek mümkün.

Kültürün esasen düşünsel ve yaratıcı çalışma anlamına geldiğini düşünenler için böyle bir eser anlamsız olabilir.

Bu tür çalışmalara haklı olarak atfedilen değerler, kimi zaman diğerlerine ağır basabilir.

Bu konuda yalnızca şu noktaya değinmem yeterli olacak: İlimin “hayvani kalabalıkların” ayakları altında ezileceğini öngörmek Burke’e makul görünmüş olsa da, böyle bir şey yaşanmamıştır ve bunun engellenmesinde bizzat o hayvani kalabalıkların büyük payı olmuştur.

İşçi sınıfı hareketi, eğitim, ilim ve sanata yönelik tutumu söz konusu olduğunda esas itibarıyla iyi bir sicile sahiptir.

Kimi zaman yanlış yorumlarda bulunmuş, bilmediği şeyleri çoğunlukla görmezden gelmiştir.

Ama bu anlamdaki kültürün kurumlarını tahrip etmek gibi bir derdi asla olmamıştır; aksine, onların yaygınlaştırılmasını, daha geniş toplumsal kabul görmesini ve –günümüzde– korunup geliştirilmeleri için daha fazla maddi kaynak ayrılmasını talep etmiştir.

Böyle bir sicil, işçi sınıfının en sık ve en açık biçimde karşı karşıya konduğu sınıfın siciliyle haydi haydi boy ölçüşür.

10 Ekim 2022 Pazartesi

  MODERN DÜNYA SİSTEMİ - 1

 

Immanuel Wallerstein tarafından 1970’lerden başlayarak geliştirilen “Modern Dünya Sistemi” analizi dört ciltlik bir seri olarak (ilk iki cildi Bakış ve Yarın Yayınları, son iki cildi Yarın Yayınları) yayınlanmıştır.

1930 doğumlu Wallerstein halen beşinci cildin yazımı ile meşguldür.

 İncelediğimiz birinci cilt Wallerstein’in uzun 16.yüzyıl dediği 1450-1640 yıllarını kapsamakta ve Modern Dünya Sisteminin ve onun ekonomik ve siyasal kurumlarının temellerinin oluşumunu incelemektedir.

 İkinci cilt 1600-1750, üçüncü cilt 1730-1840, dördüncü cilt ise 1789-1914 arasını kapsamaktadır.

 Wallerstein Annales okuluna bağlıdır ve uzun yıllar Braudel Merkezi’nin yöneticiliğini yapmıştır (1976-2005).

 Wallerstein’i günümüzün önemli düşünürlerinden birisi yapan aynı zamanda kullandığı yöntemdir.

 Annnales okulundan etkilenmesine rağmen eserde birincil kaynak yerine ikincil kaynaklara yer vermiştir.

  Bağımlılık teorisi olarak ECLA2 Okulundan da etkilenen Wallerstein bu eserinde tarihsel sosyoloji’nin yöntemlerini de kullanmıştır.

 Bu yöntemin gereği, metodolojisinde karşılaştırmaya ağırlık verir.

 İngiltere-Fransa, Rusya-Polonya, İspanya-Hollanda gibi karşılaştırmaları incelediğimiz Modern Dünya Sistemi kitabı haricindeki eserlerinde de sıkça rastlanır.

 2 1948 yılında Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulan ECLA (Economic Commission for Latin America)’dan kaynaklanan ve “ECLA okulu” diye adlandırılan bağımlılık yaklaşımı.

 

Wallerstein karşılıklı bağımlılıklar ile ilgilidir ve dönüşümleri inceler.

 Merkez, yarı-çevre ve çevre ülkelerin bir biriyle bağımlılık ilişkisini titizlikle inceler.

 Uzun süreli bir tarihsel perspektifle analiz ettiği ülkelerin hukuki, idari, askeri ve siyasi yapılarını incelemektedir.

 Wallerstein ülkelerin nüfus yapısındaki, tarımsal üretim miktarlarındaki ve işçi ücretlerindeki yüzyıllar boyunca olan değişimleri izlemekte ve bundan sonuçlar çıkarmaya çalışmaktadır.

Wallerstein Modern Dünya Sistemi’nin kökenini 16. Yüzyılda Batı Avrupa’da yaşanan büyük değişime bağlamaktadır.

 Bu uluslararası işbölümü ile karakterize edilen bir dünya sistemidir.

  Modern Dünya Sistemi’nin genel özellikleri ona göre şunlardır;

- Wallerstein’a göre dünya merkez, yarı-çevre ve çevre ülkelerden oluşmaktadır.

 Ancak bu dünya homojen bir yapıda olmayıp, bu yapıyı birleştiren, merkez ülkeler yararına işleyen işbölümüdür.

 16. yüzyılda merkez Hollanda, yarı çevre İspanya, İtalya ve Almanya, çevre ülkeleri ise Doğu Avrupa idi.

 - Hegamon güçlerin imparatorluğa dönüşmesi kapitalizmin aleyhinedir.

 (Örnek, Fransa ve Çin).

Çünkü imparatorluklar çeşitli vergi vb. kısıtlamalar ile burjuvazinin gelişmesine izin vermezler.

  Ayrıca imparatorluklar, sınırsız sermaye birikiminin önceliğini ihlal etme yeteneğini sahip bir siyasi yapının varolduğu anlamına gelir.

 - Kapitalist sistem ancak dünya ekonomi çerçevesi içinde var olabilir, ekonomik üreticiler ile politik iktidarı elinde bulunduranlar arasında özel bir ilişki vardır.

 - Kapitalistler büyük bir pazara ve bir çok devlete ve hegemonik güçlerin periyodik olarak ortaya çıkmasına ihtiyaç duyarlar.

Böylece devletlerle birlikte çalışmanın avantajlarından faydalanırlar.

 Aynı zamanda çıkarlarına düşman devletleri atlatabilir ve çıkarlarına dost devletlere yanaşabilirler.

Bu ihtimalin gerçekleşmesi ancak genel işbölümü içinde pek çok devletin varolması ile mümkün olur.

  (1648 den sonra ulus devletlerin oluşumu).

 Hegemonya da bir tür istikrar yaratır ve özellikle tekelci kapitalist şirketler bu istikrar içinde zenginleşirler.

 - Sistem büyük yağmalara müsaittir.

 Modern Dünya Sistemi ilk döneminde G. Amerika’nın altın ve gümüşünü yağma ederek büyük sermaye birikimleri yaratabilmiştir.

 Wallerstein 1’inci cildin başlarında şu soruyu sorar; “Eşzamanlı olarak başka dünya ekonomileri de mevcut olduğu halde niçin sadece Avrupa diğerlerini geride bırakarak kapitalist gelişme yoluna girmiştir?

 Wallerstein 14. yüzyılda tarımın ve dolayısı ile feodalizmin çeşitli nedenlerle (100 yıl savaşlarının etkisi ile artan vergi yükü, köylü isyanları, köylerin boşaltılması, salgınlar, toprak çitlemeleri, iklim değişiklikleri–14.yy ve 15. yy başındaki şiddetli kışlar vb.) krize girmesinin kapitalist ekonominin oluşmasının önünü açtığını söylemektedir.

Wallerstein’e göre; Avrupa’daki büyük değişim esasında 12. yüzyıl ortaları ile 14. yüzyıl başları arasında ortaçağda yaşanan ticari ve tarımsal refah döneminde başlamıştır.

 1150’lerde ticaretin maximum seviyeye ulaşması ile şehirler oluşmaya başlamıştır.

  Yine Wallerstein Fransa, İngiltere ve İspanya’nın yaklaşık bugünkü sınırlarının 1212-1214 arası savaşlar sonucu belirlendiğini savunmaktadır.

 Wallerstein bu krizlere çözüm bulmak için dünyanın coğrafi hacminin genişlemesine ihtiyaç duyulduğunu ve bu alternatifi Portekiz’in kullandığına değinir.

 Coğrafi keşiflerde Portekiz başı çekecektir.

Burada neden Portekiz? sorusunu sorar.

Burada bir çok yanıt bulduğu halde, Portekiz’de devletin istikrarlı oluşuna ayrı bir önem verir.

 Wallerstein ayrıca Portekiz ve Çin in kıyaslamasını yaparak, Çin’de kapitalizmin niçin gelişmediğine yanıt arar.

  (Feodal kısıtlamaların Çin’de olmayışı, pre-kapitalist oluşumların kapitalizmin devrimci potansiyelini yok etmesi vb.)

 Wallerstein kapitalist dünya ekonomisinin 16. yüzyılda ortaya çıktığını iddia etmektedir.

 Ona göre 16. yüzyıl dnya ekonomisinin en büyük özelliği uzun vadeli enflasyondur.

 Wallerstein bunun üzerine Amerikanın keşfi sonucu oradan getirilen altın ve gümüş’ün fiyat artışları üzerindeki etkisini inceler.

 1503-1597 arası fiyatların sürekli arttığını tespit eder.

 Ancak kıymetli madenler bir yandan da insanları ve kaynakları işler hale getirmiş, devlet fonu olarak da savaş masraflarını azaltmıştı.

  Faiz oranları da bir önceki yüzyıldaki yüzde 5.5 seviyesinden yüzde 2 lere çekilmiştir.

 Wallerstein ücretlerin enflasyona göre düşük seyrederek kapitalist birikime yardımcı olduğunu göstermek üzere 1251 ve 1850 yılları arasında bir İngiliz marangozun aldığı ücretleri de incelemektedir.

İncelenen bir diğer konu da şeker kamışı üretiminin Brezilya ve Karaiplere kayması ve bunun kölelik ile ilişkisidir.

 Bunun öncesi olarak Amerika kıtasında yerli nüfusun dramatik azalışı incelenir

 (Meksika 11 milyondan 1.5 milyona düşmüş, Brezilya’da tüm yerli nüfus yok edilmiştir).

 Yeni kıtada şeker üretimi insan gücüne ihtiyacı ortaya çıkarır ve Afrika’dan köleler getirilerek buralarda çalıştırılır.

 Köle işgücüne dayanan şekerkamışı tarlalarının kârları, sadece doğrudan Portekizlilere değil, aynı zamanda daha gelişmiş Avrupa ekonomilerindeki başlangıç sermayesini ve pazarı temin eden kişilere gitmeye başlar.

 Wallerstein 16 yy. da İngiltere ve İspanya’da yün ve et fiyatlarındaki artışa paralel olarak toprakların otlağa çevrilmesine değinmektedir.

 Koyun besiciliğinin artışı İngiltere ve İspanya’da büyük arazi kapatmalarına, çitlemelere ve köy boşalmalarına yol açmıştır.

 İngiltere’de arazi kapatmaları sonucu topraktan kopan insanlar ev işçiliğine yönelmişler veya ucuz işgücü olarak şehirlerde yığılmışlardır.

  İspanya ise kırsal işsiz kesimi endüstriyel ilerlemede kullanmak yerine sınır dışı etmeyi tercih etmiştir.

 Batı Avrupa’da geç ortaçağda nüfusun azalması sonucu feodal vergiler para kirasına dönüşmüş, para kiracılığı ve buna bağlı olarak ücretli işçiliğin ortaya çıkışı serflikten azat etmeye yol açmış, bu da feodalizmin yıkılışını kolaylaştırmıştır.

Wallerstein İngiltere ile Fransa’yı karşılaştırır.

Fransa’da kapitalist sistemin İngiltere’ye oranla geç gelişmesinin sebeplerini arar.

 Fransa’da İngiltere’deki gibi merkezi hukuk sistemimin kurulamamış olmasının Fransa’da feodal kira sisteminin daha uzun süre hüküm sürmesine ve kapitalizmin daha geç hakim olmasını sağladığı vurgulamaktadır .

 Yine Fransa’nın imparatorluk olmasının kapitalist sistemin geişimini engellediğini savunan Wallerstein Roma İmparatorluğunda da bu şartların oluşmamasını örnek olarak göstermektedir.

 Avrupa’da mutlak devletlerin doğuşunun Avrupa Dünya Ekonomisinin doğuşu ile aynı zamanda olduğuna dikkat çeken Wallerstein, modern çağ boyunca devletin gücünün arttığını, kapitalist dünya ekonomisinin merkezileşme ve iç kontrolü bu güçlü merkezi devletler ile sağladığını vurgulamaktadır.

Yazara göre mutlak devlet güçlenmek için, bürokratikleşmeyi, gücün tek elde toplanmasını ve nüfusun homojen hale getirilmesini kullanmışlardır.

 Wallerstein Yahudilerin ülkelerinden kovulmalarını nüfusun homojenleşmesine örnek göstermektedir.

İngiltere 1290’da, Fransa 14. yy. da, İspanya ise 1492’de Yahudileri ülkelerinden kovmuşlardır.

 İspanya 1502 ve 1525 de Müslümanları kovduktan sonra, 1609’da Moriscoları da ülkeden sürmüştür.

 Yahudilerin ülkeden kovulmalarının bir sebebi de İspanya kralının Yahudilerden aldığı borçların ülke bütçesini aşması ve kralın bu borçları ödemek istememesiydi .

 ( Morisco: Hıristiyanlaşmış Müslüman.)

 ( Yahudilerin Marrano olarak ülkede kalmalarına izin verildi.)

 (Marrano: Hıristiyanlaşmış Yahudi).

 ( Holanda’nın ucuz gemi inşa edebilmelerinin sebebi, kereste ticaretinin merkezi olmalarıydı. )

 

Hızlı gemilerine uçan gemi anlamında fluyt adı verilmiştir.

 Merkezi devletlerin oluşumu bürokrasi ve merkezi vergilendirme yanında ordu teşkilatında yeni düzenlemeyi de getirmiştir.

 Avrupa’daki nüfus artışı lümpen bir işsizler takımı oluşturmuş, devlet bunları paralı asker olarak orduya almış ve diğer çalışanlar üzerinde bunlarla baskı kurmuştur.

 Avrupa’nın paralı askerleri içinde İsviçrelilere özel bir önem veren Wallerstein İsviçreliler için; “dağların bu hür insanları tiranlığın en başta gelen bekçi köpekleri oldular” demektedir.

 Wallerstein, Weber’e gönderme yaparak (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin doğuşu) Protestanlığın bir din olarak kapitalizme yakın olduğunu değil, sosyolojik ve ekonomik olarak Protestanlığın ticari kapitalizmin genişlemesini benimseyen güçlerle ve bu güçlerin egemen olduğu ülkelerle özdeşleşir hale geldiğini belirtmektedir.

 İhracata yönelik tarımın gelişmesini isteyen güçler ise Katolikliği savunmuşlardır.

 Yine yaptığı incelemelerde, G. Afrika’da fakir beyazların Kalvinizmin içindeki yazgıcılık sebebiyle bu duruma düşüp düşmediklerini tartışmaktadır.

 Yine ona göre Katolik kilisesi ulus ötesi bir kurum olduğundan, ulus ötesi bir ekonomik sistemin doğuşu onun gücünü tehdit ediyor olabilirdi .

 Amerika’nın keşfi ve Avrupa’ya altın-gümüş akışı 16. yy da İspanyanın ve genel olarak ticaretin gelişmesine yol açmış, ticaret hacmi 1510 ve 1550 yılları arasında sekiz kat, 1550 ve 1610 yılları arasında da üç kat artmıştır.

 Ancak 1557 den sonra İspanya çökmeye başlamıştır. İspanya’nın onaltıncı yüzyılda Avrupa dünya ekonomisi içerisindeki merkezi coğrafi-ekonomik konumuna rağmen, egemen sınıfların böyle bir ekonomiden yararlanmasını sağlayacak devlet mekanizmasını kurmaması bu çöküşün sebeplerinden biri olarak gösterilmektedir.

  Diğer bir sebep göçer koyun sürüsü sahiplerinin örgütlü gücünün toprak sahibi çiftçilerin ortaya çıkışını engellemesi ve burjuvazinin ticaret yerine toprağa yatırım yapmayı tercih etmesidir .

1588 deki Donanma bozgunu da bu çöküşü hızlandırmıştır.

 16. yy’ın son elli yılı Hollanda’nın yükselişine şahit olmuştur.

 Wallerstein bunun sebeplerini araştırır.

 Hollanda’nın yeni ucuz, hafif ve süratli gemi inşa etmeleri, deniz sigortacılığını getirmeleri ve hoşgörülü siyasi yapısı, ticarette geliştirdikleri teknikleri bunun sebebi olarak görür.

Wallerstein birinci kitabın sonuna doğru 1640-1660 İngiliz devrimini inceler.

 Bu devrimin Fransa’da niçin olmadığını sorar.

 Toprak sahipliği, aristokrasinin durumu ve devlet yapısının buna izin vermediğini. Fransız burjuvazisinin buna hazır olmadığını belirtir.

 Kitap son kısımda Rusya ve Doğu Avrupa’yı incelemekte ve merkez ile çevre ülkeler arasındaki başta ticaret olmak üzere diğer ilişkileri analiz etmektedir.

 Kitap içinde bazen yarım sayfayı bulan dipnotlar Wallerstein’in ikincil kaynak kullanımımın çokluğu yanında, üzerindeki Braudel’in etkisini göstermektedir.

  Bu kadar çok dipnot okumayı kesintiye uğrattığı gibi bazı okuyucularda bıkkınlığa sebep olabilir.

 Bu sebeple sayfa bittiğinde dipnotları topluca okumak bir yöntem olarak kullanılabilir.

 Hele bu satırların yazarı gibi kapitalizmin gelişimine ve karşılaştırmalı ekonomi-politiğe meraklı iseniz bir anda kendinizi 4. Cildi okurken bulabilirsiniz.

 Wallerstein’e benim eleştirim kapitalizmin gelişiminde meta üretimine, ticarete dolayısı ile Marksist tabir ile meta dolaşımına öncelik vermesi ancak emek-sermaye çelişkisini ve sömürüyü göz ardı etmesidir.

  Yani Wallerstein için malların üretimi ve mübadelesi her şeyden önemli görülmektedir.

 Neo-Marksist olarak da görülen Wallerstein’in bu şekli ile Marksist teoriden uzaklaştığı söylenebilir.

 16. yüzyıl sadece Avrupa’da değil Osmanlı İmparatorluğu’nda da büyük değişimlerin yaşanmasına sebep olmuştur.

 Yeni dünyanın altını sadece Avrupa’da değil Osmanlı imparatorluğunda da büyük fiyat artışlarına sebep olmuştur.

 Yüzyılın ikinci yarısından 17. yüzyıl başına kadar süren Celali İsyanları ve büyük kaçgunların ekonomideki bu değişimlerle ilgisi incelenmeyi beklemekte.

 Türk tarihçilerinin bir Wallerstein kadar olmasa bile bu yüzyılı Avrupa’daki değişimlerle karşılaştırmalı incelemeleri Osmanlı’nın duraklama ve gerileme devirlerine de ışık tutacaktır.

Yine 16. yüzyılda Seydi Ali Reis’den sonra donanmanın Hint okyanusu faaliyetlerinin duraksaması ve okyanusun Portekizlilere terk edilmesinin ardındaki sebepler araştırılmayı beklemektedir.

 Tarihsel sosyolojinin yöntemleri kullanılarak yapılacak yeni araştırmalar keyifle okunacak yeni kitapların oluşmasını ve geçmişin analizinde yeni hipotezlerin geliştirilmesini sağlayacaktır.

 ikinci ciltte ise, 1600-1750 yılları arasında modern dünya sisteminin kapitalizme geçişte yaşadığı sıkıntılar anlatılmakta, bütünleşen dünya kapitalizminin bu sorunlara verdiği cevaplar araştırılmaktadır.

 DÜNYA SİSTEMLERİ ANALİZİ

 

Wallerstein bu eserinde dört ciltlik “Modern Dünya Sistemi” serisinden farklı olarak yirminci yüzyılın son otuz yılından başlayarak günümüzde kapitalizmin yaşadığı krize değinmektedir.

 Daha önce kökenleri onaltıncı yüzyıla kadar uzanan “modern dünya sistemi” ve kapitalizmin, 1789 Fransız Devrimi ile liberalizmin hâkimiyet kurması ile neticelenen tarihini yazmıştı.

 Bu kitap ise son 50 yılın hikâyesidir.

 Burada modern dünya sisteminin çöküşünü müjdeleyen ve Wallertein’in “dünya devrimi” olarak nitelendirdiği 68 Devrimi’nin sebepleri de inceleme konusu yapılmıştır.

 Kitap önsöz, beş bölüm, kitapta kullanılan terimlerin açıklandığı bir sözlük kısmı ve dünya sistemi analistlerinin ve dünya sistemini eleştirilerin yazılarını topladığı bir rehber kaynakçadan oluşmaktadır.

 Wallerstein için oldukça az sayfalı bir kitap olduğu halde bazı tekrarlardan oluştuğu için özet okumak isteyenlerin direkt olarak beşinci bölümden okumaya başlamaları çok büyük kayıp olmayacaktır.

 Birinci bölüm “modern dünya sistemi” analizinin bilimsel kökenlerine ayrılmıştır.

 Wallerstein öncelikle modern bilimin orta çıkışını önemsemektedir.

 Onsekizinci yüzyılın sonunda onun “boşanma” diye adlandırdığı şey oluşmuş ve doğruyu arayanlar pozitif bilim tarafında kalırken, iyi ve güzeli arayanlar beşeri bilimler tarafında kalmışlardır.

Sosyal bilimlerin orta çıkışı ise ondokuzuncu yılda olmuş, önce modern devletlerin geçmişini araştırmak için tarih bilimi doğmuş, sonra modernitenin üç toplumsal alanı olan pazar, devlet ve sivil toplumu araştırmak için sırasıyla iktisat, siyaset bilimi ve sosyoloji bilimleri gelişmişlerdir.

 

En son ise sömürgeleri araştırmak için antropoloji ve modern olmayan ülkeleri incelemek için şarkiyatçılık doğmuştur.

 “Modern dünya sistemi” analizinin günümüzdeki bilimsel kökenleri ise 1945-1970 yılları arasında başlayan, “bağımlılık teorileri”, “Asya Tipi Üretim Tarzı” tartışmaları, “feodalizmden kapitalizme geçiş” tartışmaları, “Annales Tarih Yazımı Okulu” ve “merkez çevre” tartışmalarına dayanmaktadır.

 İkinci bölüm ise modern dünya sisteminin ekonomik sistemi olan kapitalizmin özelliklerine ayrılmıştır.

 Bunlar;

 1.    Modern dünya sistemi coğrafi bir alandır ve bu coğrafi alanda birçok politik birim devletlerarası bir sistemde gevşek olarak birbirine bağlıdır.

2.    Bu sistemden ne politik ne de kültürel bir homojenlik beklenmemelidir.

Yapıyı bir arada tutan içinde inşa edilmiş iş bölümüdür.

3.    Kapitalist bir sistemde olduğumuz ne kâr amacıyla pazarda satış yapan üreticiler, ne de ücret için çalışan insanların varlığı ile anlaşılır.

Sistem sermayenin sonsuz birikimine öncelik veriyorsa kapitalist olarak adlandırılabilir.

4.    Kapitalist bir sistemde politik iktidarı elinde bulunduranların gücü sınırlıdır.

Eğer bunlar imparatorluklarda olduğu gibi çok fazla güçlüyse, onların çıkarları üreticilerin üstün gelir ve sonsuz sermaye birikimi öncelik olmaktan çıkar .

5.    Kapitalistler büyük bir pazara ve bir devletler çokluğuna ihtiyaç gösterirler.

 

Ancak serbest pazar bir mittir.

 

Kapitalizm kısmen serbest bir pazara ihtiyaç duyar.

 

Eğer tamamen serbest bir pazar olmuş olsaydı kâr oranları çok düşeceği için sonsuz sermaye birikimi imkânsız olurdu.

 6.    Kapitalizmde satıcılar her zaman bir tekel tercih ederle.

 

Çünkü o zaman üretim maliyetleri ile satış fiyatı arasında nispeten büyük bir marj yaratarak yüksek kâr oranlarına ulaşabilirler.

 

Kısmi tekeller yaratmanın yolları, patent sistemi, devletlerin ithalat ve ihracat üzerinde uyguladığı korumacı tedbirler, devlet sübvansiyonları ve vergi indirimleridir. Bu tür müdahaleler olmadan kapitalist sistem gelişemez ve hayatını sürdüremez.

 7.    İflaslar sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşuludur.

 

Bütün kapitalist girişimcilerin sermaye biriktirme başarısı göstermeleri söz konusu değildir.

 

Sermaye iflaslar sonucu belli eller de toplanır.

 8. Kapitalist bir dünya ekonomisinde merkez ve çevresel üretim şeklinde eksenel bir işbölümü vardır ve çevresel ürünlerin üreticiler, merkeze doğru sürekli bir artı değer akışı vardır.

 9. Kapitalist dünyada birikmiş sermeyenin politik olarak dünyanın zayıf bölgelerinden güçlü bölmelerine aktarılmasının bir yolu da yağmadır.

 Modern dünya sisteminde çeşitli basamaklar vardır.

 Bu sistemde erkekler kadınlara göre, beyazlar siyahlara (ya da beyaz olmayanlara) göre, yetişkinler çocuklara (ya da yaşlılara) göre, eğitimliler daha az eğitimli olanlara , heteroseksüeller erkek ve kadın eşcinsellere, burjuvalar ve profesyoneller işçilere, kentliler kırda yaşayanlara göre üstün sayılır.

 Üçüncü bölüm 1648 Westphalia Barışı’ndan sonra ulus devletlerin oluşumu üzerinedir ve bölüm başlığı “Devletler Sisteminin Yükselişi”dir.

 Kapitalist dünya ekonomisinde iş yapan girişimciler açısından egemen ulus devletler girişimcileri ilgilendiren en az yedi alanda otorite sahibidir.

  Bunlar;

 1) Malların, sermayenin ve emeğin geçişi için sınırların kontrolü,

 2) mülkiyet haklarına dair kural koyma,

 3) çalışma hayatı konusunda kural koyma,

 4) firmaların hangi maliyetleri içselleştireceği ve hangi üretim maliyetlerini devlete yükleyebilecekleri konusunda kurallar koyma,

 5) tekelleşmeye karar verme,

 6) vergi koyma,

 7) ülke firmaları adına devletlerarası sistemde güç kullanmaktır.

Wallerstein bu bölümde ayrıca güçlü devlet, güçsüz devlet ayrımı da yapmaktadır.

 Merkezi otoritenin keyfiliği ya da acımasızlığı kesinlikle gücün göstergesi değildir.

  Devlet otoritesinin diktatörce davranışı genelde gücün değil zayıflığın işaretidir. Devletin gücü, fiilen uygulanabilecek yasal karar alma yeteneğidir.

  Örneğin, bugün İsveç Başbakanı, Fransa kralı XIV. Louis’den daha güçlüdür.

  Devletin gücü aynı zaman toplayabildiği vergilerle de ölçülür.

 Güçlü devletler zayıf devletlere karşı çok daha fazla vergi toplayabilirler.

 Vergi toplayan devlet bürokrasisini de güçlendirir.

 

Devlet güçsüzleştikçe, ekonomik olarak üretken faaliyetler yoluyla elde edilen servet azalır ve devlet aygıtının kendisi (rüşvet ve yolsuzluk yoluyla) servet birikiminin başlıca yeri haline gelir.

 Devlet aygıtının işleyişi sermaye birikiminin başlıca biçimi haline geldiğinde, oldukça şaibeli seçimler yapılır ve iktidar kanunsuz bir şekilde el değiştirir ve bu da sonuçta ordunun siyasi rolünü büyütür.

 Sonuç olarak, siyasi liderler için ülkenin etkin bir şekilde denetiminin sürdürülmesi çok güçleşir ve neticede, bir rejimin iç güvenliği garanti etmeyi sağlayamıyor göründüğü durumda, ordu açısından yönetimi doğrudan ele almanın ayrıcalığı giderek artar.

 Devletlerin otoritelerini güçlendirmeye çalışırken izledikleri yollardan birisi de nüfuslarını “ulus” haline dönüştürmektir.

Bir ulus yaratma süreci, bir tarih, uzun bir kronoloji ve var olduğu iddia edilen bir karakteristikler kümesi kurmayı (büyük ölçüde icat etmeyi) içerir.

 Tarihsel olarak devletler ulusçuluk yaratma konusunda üç temel araç kullanmıştır: devlet okulları sistemi, askerlik hizmeti ve kamuya açık resmi törenler.

 Güçlü devletler dünyada hâkimiyetlerini gerçekleştirmek isterler.

 Bunun için ya bir dünya imparatorluğu kurmayı, ya da hegemonya kurmayı denerler.

 Dünya imparatorluğu kurmak için onaltıncı yüzyılda V. Charles’in, ondokuzuncu yüzyılın başında Napolyon’un ve yirminci yüzyılın ortalarında Hitler’in girişimleri olmuştur.

 Hepsi de dehşetli bu girişimlerin hiç biri başarıya ulaşamamış ve yenilmişlerdir.

 Öte yandan üç güç kısa dönemler için bile olsa hegemonya kurmayı başarmışlardır.

 Bunlar, Onyedinci yüzyıl ortalarında Hollanda, Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında Birleşik Krallık ve yirminci yüzyılın ortalarında A.B.D.’dir.

 Sonuçta kapitalist dünya ekonomisi devletlere, devletlerarası sisteme ve hegemonik güçlerin periyodik olarak ortaya çıkmalarına ihtiyaç duyar.

 Fakat kapitalistlerin öncelikleri bunlardan herhangi birinin korunması değildir.

 Öncelik her zaman sınırsız sermaye birikimidir.

 Dördüncü bölüm ise, Modern Dünya Sistemi’nde bir jeokültürün yaratılması üzerinedir.

 Bu jeokültürün temelleri Fransız devriminin getirdiği iki esaslı değişim ile atılmıştır.

Bunlar politik değişimin normalliği ve egemenlik kavramının yeniden şekillenmesidir .

 İdeolojiler Fransız devriminden sonra doğmuştur.

 Fransız Devrimi’nin ve ilkelerinin bir toplumsal felaket olduğunu düşünenlerin ideolojisi olarak ilk doğan ideoloji muhafazakârlık olmuştur.

 Liberal ideoloji ise buna bir tepki olarak doğmuş, liberalizmin içinden ise radikal fikirler ortaya çıkmıştır.

 Peşinden, ırkçılık karşıtı hareketler, etnik hareketler, sosyalistler ve kadın örgütlenmeleri sistem karşıtı hareketler olarak ortaya çıkmaya başlamıştır.

Son bölüm kapitalizmin günümüzdeki krizine ayrılmıştır. Wallerstein krizin başlangıç tarihini dünya devrimi olarak adlandırdığı 1968’e getirmektedir.

 Krizin olarak da üretim maliyetlerinin son elli yıldır düzenli olarak çeşitli artmasını göstermektedir.

 Üretim maliyetleri; çalışanlara ödenen ücret, üretim sürecinin girdileri ve ödenen vergilerdir.

Ücret maliyetlerini düşürmek için firmalar, ya baskıcı yollara başvurulur ya da fabrikalarını ücretlerin düşük olduğu başka yerlere taşırlar.

Bu durumda mevcut işçiler de işlerin daha fazla kaçmasını önlemek için daha düşük ücretleri kabul ederler.

Bir süre sonra (bu yaklaşık 25 yıldır) fabrikaların taşındığı ülkelerde de ücretler artmaya başlar.

 Üretim maliyetlerini arttıran ikinci sorun üretim süreci girdilerindeki artıştır.

Bunlar ise; atıkların tahliye edilmesi, hammaddelerin yenilenmesi ve altyapı maliyetleridir .

 Zaman içinde artan üçüncü maliyet, vergilendirme maliyetidir.

 Vergiler güvenlik ve devlet aygıtının yürümesi için bürokrasi dahil gerekli araçların finansmanını sağlamak için gereklidir.

 Ayrıca politik demokratikleşme sonucu vatandaşlar eğitim, sağlık ve ömür boyu gelir garantisini vazgeçilmez bir hak olarak görüp bu sosyal hizmetleri devletten talep etmektedirler.

 1945- 1968 arasında dünyada sistem karşıtı hareketler bir çok ülkede iktidara gelmesine rağmen bu hayal kırıklığından başka bir sonuç vermedi.

 Dünya ekonomisindeki genel büyümeye rağmen, merkez ve çevre arasındaki uçurum hiç olmadığı kadar büyümüştü.

 Hangi ülkede olursa olsun sistem karşıtı hareketler iktidara geldiklerinde tükeniyor görünüyorlardı.

Bunların içinde yeni ayrıcalıklı tabakalar ortaya çıktı.

 Artık bu hükümetler kendilerinden militan taleplerde bulunulmasını istemiyordu.

 Bu şekilde bu hareketlere önceden tutkuyla bağlı birçok militan hareketten kuşku duymaya ve muhalefete başladı.

 Böylece dünya-sistemin işleyişine karşı uzun zamandır duyulan kızgınlığın, sistem karşıtı hareketlerin dünyayı dönüştürme kapasitelerine karşı duyulan hayal kırıklığı ile birleşmesi, 1968 devrimine yol açtı.

 1968 patlaması iki tema içeriyordu.

 Birincisi ABD hegemonik gücünün reddedilmesi, ve eşzamanlı olarak ABD karşıtı olduğu varsayılan Sovyetler Birliği’nin ABD’nin hegemonyasındaki dünya düzeninin gizli işbirlikçisi olduğunun düşünülmesi.

 Bir diğeri ise sistem karşıtı hareketlerin bir kez iktidara geldiklerinde sözlerini tutmamalarıydı .

 68 hareketinin başarısı liberalleri de yanına çekebilmesinde yatmaktadır.

 Geleneksel sistem karşıtı hareketler temelde devlet iktidarı ve ekonomik yapılara vurgu yaparken 68 hareketinin ırk ve cinsiyet meselelerine ekonominin önünde yer vermesi dünya sağı için sorun oluştururken liberaller 68 devrimcileri tarafından savunulan kültürel değişimin gizli destekçisi oldular .

 Sonunda 68 kazanamadı bunun yerine İngiltere’de Thatcher ve ABD’de Reagan’la somutlaşan neoliberaller öne çıkarak özünde tüm sınırların metaların ve sermayenin (ama emeğin değil) serbest dolaşımı için açılması çağrısında bulunan küreselleşme temasını öne çıkardılar.

 Wallerstein kitabın sonunda dünya sisteminin yerine geçecek bir sistemi kurarken kullanacağımız yöntem için bize öneride bulunmaktadır.

 Buna göre, öncelikle ne olup bittiğini anlamaya çalışmalıyız.

  Daha sonra dünyanın gitmesini istediğimiz yönleri ile ilgili tercihlerimizi yapmalıyız.

 Ve son olarak, dünyanın istediğimiz yöne gitmesi için bugün ne yapmamız gerektiğini tasarlamalıyız.

  Bu üçlü görevi entelektüel, ahlaki ve politik görevler olarak düşünebiliriz.

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...