27 Ocak 2023 Cuma

 Ulusötesi Sınıf Oluşumu                                   ve Sermaye Fraksiyonları Analizinin Küresel Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkısı

 

 

Okuyacağınız metin Amsterdam Okulu’nun en üretken ve etkili isimlerinden birisi olan Hollandalı politik iktisatçı Kees Van der Pijl’in, Praksis dergisinin bu sayısı için hazırladığı “Ulusötesi Sınıflar, Fraksiyonlar ve Kriz” başlıklı makalesine bir giriş olarak kaleme alındı.

 

Kendilerini esnek bir kolektif çalışma grubu olarak tanımlayan                           Amsterdam Okulu yazarlarının 1970’li yıllardan bu yana geliştirdikleri ulusötesi sınıf oluşumu ve sermaye fraksiyonları analizinin, küresel ekonomi politiğin Marksist eleştirisine dair en önemli katkılardan birisi olduğunu düşünüyorum.

 

Okuyacağınız bu metin Global Rivalries: From the Cold War to Iraq                              başlıklı kitabının Türkçe çevirisi sayesinde Türkiyeli okuyucuyla buluşan Kees Van der Pijl’in, Praksis’in bu sayısı için hazırladığı “Ulusötesi Sınıflar, Fraksiyonlar ve Kriz” başlıklı makalesine                          giriş olarak kaleme alındı.

 

Amsterdam Okulu grubu yazarlarınca, özellikle de Van der Pijl’in yaptığı teorik katkılar temelinde, 1970’li yıllardan bu yana geliştirilen ulusötesi sınıf oluşumu ve sermaye fraksiyonları analizinin günümüz kapitalizmin küresel ekonomi politiğinin Marksist eleştirisine yapılan en önemli katkılardan birisi olduğunu düşünüyorum.

 

Van der Pijl ve Amsterdam Projesi etrafında toplanan yazarların geliştirdiği bu analizin tarihsel ve kuramsal arka planı hakkında okuyucuyu bilgilendirmeyi umuyorum.

 

11 Eylül 2001’den bu yana Türkiye ve dünya gündemi daha önce                               “insani müdahale” ve “demokrasi promosyonu” adı altında yürütülen emperyalist işgallerin teröre karşı sonu gelmeyen bir savaşa dönüşmesiyle alt üst oldu.

 

Özellikle 2007-8 krizine doğru ve kriz sonrasında peşi sıra patlak veren Wikileaks, Snowden olayı, vb. skandallar; dünyanın her yerinde devrimler, iç savaşlar ve darbelere dönüşen toplumsal olayların arkasında egemen sınıflar arasında yaşanan şiddetli çıkar çatışmalarının yattığını gözler önüne serdi.

 

Yerelden küresele her seviyede egemen sınıfların birbirlerini ve yönetenleri hedef alan operasyonları daha bir kaç on yıl öncesine kadar bütün egemenlerin özenle gizlemeye çalıştıkları kirli çamaşırların ortaya dökülmesiyle sistemin sınıf karakteri ifşa edilmiş oluyordu.

 

Ana akım medya ister istemez sadece kapitalizm ve sınıf gibi                                      kavramlara değil sosyalizm, komünizm, devrim gibi kavramlara                                  yer verecek noktaya geldi.

 

Warren Buffet gibi dünyanın en zengin bankerleri sınıf savaşlarından söz ederken, Türkiye’de de Ali Koç kapitalizmin sonu gelmeden insanlığın eşitlik yüzü görmeyeceğini ilan edecekti.

 

 Çevrede başlayan emperyalist savaşların giderek kapitalist merkezde üçüncü bir büyük savaş tehdidine dönüşmesiyle aşırı sağ ve radikal solun tekrar güç kazanması bu durumun bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır.

 

Fakat sistemin sınıf karakteri belirginleşmiş de olsa günümüz kapitalizminin karmaşıklık derecesi sadece sıradan vatandaş için değil uzman kuramcılar için dahi “büyük resmi” anlamlandırmayı zorlaştırıyor.

 

Gerçeklik, psikolojik savaşlar ve algı operasyonlarının şiddetlendirdiği bir kaos ortamında, asılsız haberler, komplo teorileri ve dogmalar arasında giderek silikleşiyor.

 

Amsterdam araştırma grubu ve Van der Pijl’in katkıları bu nedenle önemli.

 

 

Ekonomi Politiğin Marksist Eleştirisinde Sermaye Fraksiyonları Analizinin Yeri

 

Makalesinin girişinde Van der Pijl, sermaye oluşumu ve fraksiyonlar analizinin Marksist gelenek tarafından neden tam olarak benimsenemediğini açıklarken, kavramının Marx tarafından Fransa’da Sınıf Savaşları ve Kapital’de iki farklı anlatımla ortaya koyulmuş olmasına bağlar.

 

 Bunların ilkinde Marx argümanlarını gazete yazısı formatında derlemiştir.

 

Marx, Komünist Manifesto’da Engels ile beraber toplumsal dönüşümün motoru olarak tanımladıkları sınıf savaşımlarının aldığı güncel biçimleri Fransa’da Sınıf Savaşları ve Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i  gibi metinlerde ortaya koyar.

 

Böylece Marx 1848-1850 arasında yaşananlardan yola çıkarak aslında Endüstri ve Fransız devrimlerinden 1840’lara kadar              geçen sürede Avrupa’da kapitalizmin yükselişini bu sürecin motoru olan sınıfları ve bunlar arasındaki savaşları kuramlaştırarak yola koyulur.

 

Marx meta, para, emek gücü, ücret gibi somut basitliklerden başlayarak, en kolektif ve sistemik düzeylerde işleyen süreç, ilişki ve toplumsal aktörleri; bu ilişki, süreç ve aktörlerin aldıkları tarihsel biçimlerin oluşum ve dönüşümlerini kuramlaştıran topyekun bir bilimsel teori oluşturmaya yönelmesi bu yıllarda gerçekleşir.

 

Engels ile girdikleri tartışmalar içinde keşfettiği tarihsel materyalist                        soyutlama yöntemini bütün olarak topluma uygularken Marx bugünden ve somut olandan yola çıkar.

 

 Kendi zamanında toplumsal bütünlüğe niteliğini veren kapitalist                                  üretim tarzının yapısal ve objektif dinamikleri, bir tarihsel biçim olarak bu tarzın niteliğini belirleyen sermayenin incelenmesini gerekli kılmıştır: Yani kapitalist ekonomi politiğin radikal eleştirisi olarak Kapital’in yazımını.

 

“Sermayenin üretim süreci” olarak sermaye birikim döngüsünün sistemli bir analizi Kapital’in ilk cildinde ortaya koyulur.

 

Burada sermaye kavramı adeta ilmik ilmik sökülerek                                                yeniden bir araya getirilir.

 

Metalar, para, metaların dolaşımı; paranın sermayeye dönüşümü;                     endüstriyel üretim sürecinde artı değer-üretimi; emeğin değerinin                        ücretlere dönüşümü ve artı-değere el konulmasıyla sömürülen                                emek gücünün sermayeye dönüşümü; basitten genele sermaye birikimi sürecinin öğeleri ortaya koyulur.

 

Ardından ilkel sermaye birikimi başlığı altında sömürgelerden                                 çitleme hareketine kadar işçi sınıfı, tarımsal ve endüstriyel kapitalist sınıfların tarihsel olarak ortaya çıkışları kuramsallaştırılır.

 

İlk cilt, ancak üç cildi oluşturacak bütün metin ham halde tamamlandıktan ve üzerinde defalarca ileri geri okumalar ve düzeltmeler yapıldıktan sonra en az on beş yıl içinde son halini almıştır.

 

 Nihayet 1867’de baskıya verilen ilk ciltten sonra Marx Kapital II’de                          sermaye ve sermaye fraksiyonlarının oluşum süreçlerini, sermayenin aldığı “işlevsel” biçimleri, ana döngünün uğrakları olan devrelerden geçerken bu biçimlerin yaşadıkları dönüşümleri; ve artı-değerin “yapılan karlar” olarak gerçekleşmesini, “biriken toplam toplumsal sermayeden ana döngünün yeniden üretimi” sürecinin teorisine entegre biçiminde kuramlaştırır.

 

 Üçüncü cilt ise bu analizi zamanda ve mekanda bir üst aşamaya taşıyarak artı değerin karlara, artı değer oranının da kar oranlarına dönüşümünü; karın ortalama kara dönüşümünü; kar oranların düşme eğilimi yasasını; meta ve para sermayenin ticari ve para-ticareti yapan sermayeye dönüşümünü; karların faiz karları ve işletme karlarına bölüşümüyle faiz getiren sermayenin ortaya çıkışını; artı-karların taban ranta dönüşümü teorisine içkin şekilde geliştirmiştir.

 

Marx’ın yazımını, daha doğrusu düzenleme ve düzeltmelerini tamamen bitiremediği bu son kısımlar yakın arkadaşı ve yoldaşı Engels tarafından insan üstü bir çabayla düzenlenerek sırasıyla 1885 ve 1894’de yayımlanabilmiştir.

 

Marx Kapital I’de, “modern sömürgecilik teorisini” ortaya koymuş;                              ortaya çıkışına şahit olduğu dev anonim şirket biçimiyle tekelleri,                                kredi ve borsa sisteminiyse II. ve III. ciltlerin metinlerine eklemiştir.

 

Bunun dışında Kapital’e eklemeyi ön gördüğü dünya pazarı                                                 ve devlet teorisini sistemleştirmeyeyse hiç zamanı yetmemiştir.

 

Sonuçta 19. yüzyıl ortalarından İkinci Enternasyonal’in kuruluşuna kadar geçen sürede Marksizm’i politik hareket ve ideoloji olarak kuran somut durum analizleri Marx’ın Kapital öncesi ve tam olarak sistemleştirmediği analizlere dayanmak durumunda kalmıştır.

 

Gelişkin bir sermaye ve fraksiyon analizine duyulan ihtiyaç                                           Kapital III. cildin yayımlanmasından Ekim Devrimi’ne kadar                                        geçen süre zarfında giderek artmış, söz konusu analiz bu dönemde                        kademeli ve gecikmeli bir şekilde geliştirilebilmiştir.

 

1900’lerin başından başlayan ve giderek artan silahlanma ve askerileşme eğilimleri sonucunda sömürgeler üzerine verilen emperyalist mücadeleler savaşlara dönüşürken -İkinci Enternasyonal’in 1907 Stuttgart kongresinde ortaya çıkacağı gibi- bu gelişmeler sol gruplar, hizip ve fraksiyonlar arasındaki gerginliklerin de şiddetlenmesine ve sol içindeki ayrışmaların keskinleşmesine sebep olacaktır.

 

Marx’ın, Kapital II. ve III.’de ortaya koyduğu haliyle sınıf oluşumu                                     ve sermaye fraksiyonları analizinin somut durumun tahliline uygulanabilir derecede olgunlaşması sınıf savaşının daha da şiddetlendiği süreçte hızlanmıştır.

 

 Balkan savaşları öncesinde, 1910’da Avusturyalı Marksist Rudolf Hilferding, Kautsky’nin Kapital’in dördüncü cildi olarak tanımlayacağı Finans Kapital’i yayımlar.

 

 Lenin I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, daha sonra Komintern’in çekirdeğini oluşturacak savaş karşıtı enternasyonalist solu bir araya getiren Zimmerwald grubu içinde aktiftir.

 

Savaş ve emperyalizm yanlısı liberal ve sosyal şoven gruplara karşı sömürgeciliği, emperyalizmi ve savaşları eleştiren net ve etkili bir                                politik söylem ortaya koymaya çalışmaktadır.

 

İkinci Enternasyonalin önemli kısmı ülkelerinin meclislerinde savaş tezkereleri lehinde oy kullanırken ve Kautsky ile beraber diğer ortodoks liderler çekimser bir tutum alırken, Lenin öncülüğünde toplanan ilk Zimmerwald Uluslararası Sosyalist Konferansı yayımladığı Manifesto’da şu paragrafa özel bir vurgu yapmaktadır:

 

Kapitalist toplumun ulusların kaderlerini ellerinde tutan egemen güçleri, monarşiler ve cumhuriyet hükümetleri, gizli diplomasi, görkemli iş dünyası örgütleri, burjuva partileri, kapitalist basın, kilise –kendilerini ortaya çıkaran ve korudukları bu toplumsal düzenin yarattığı ve çıkarları için açılan bu savaştan bunların hepsi sorumludur.

 

Bu ifade genel ve bütün olarak doğru olsa da en önemli sorunun yanıtlanmadan bırakıldığı dikkat çekmektedir: Kapitalizm, kapitalistler ve kapitalist devletler, neden kendilerini de yok edecek böylesine yıkıcı bir savaşa sürüklenmekte ve uzlaşamamaktadırlar?

 

O dönemdeki değerlendirmesinde Lenin, sermayenin dünya çapında merkezileşme, yoğunlaşma ve tek bir tröst çatısı altında bütünleşme eğilimini kabul ederek ve küresel bir burjuvazi oluşumunun kapitalizmin yapısal ve nesnel süreçlerinin gereği olduğunu dile getirerek Kautsky ile hem  fikir olduğunu belirtir.

 

Lakin kapitalizmin krizlere gebe doğasını hatırlatarak ve kar oranlarının düşme eğilimi yasasına vurgu yaparak sistemin muazzam çatışmalar, iniş çıkışlar ve tepe taklak oluşlar içinde şiddetlenen çelişkilerinin kapitalizmi kaçınılmaz olarak çökerteceğini onu kendi tersine dönüştüreceğini ileri sürmektedir.

 

Böylece bir dünya yönetici sınıfı olarak küresel bir burjuvazinin hakimiyeti altında, küresel bir devlet-tröst ve bütünleşik bir küresel pazar oluşmadan önce kapitalizmin zorunlu olarak yıkılacağını iddia ederek devam eder.

 

Bu kanaati doğrultusunda Lenin kendi geliştirdiği teorisinde,                                  Kautsky’nin savaş sonrası için öngördüğü ultra-emperyalizmin kapitalizmin hiç bir zaman erişemeyeceği bir hayal olduğunu, emperyalizmin onun en yüksek ve son aşaması olduğunu ortaya koymaktadır .

 

İki büyük savaşın ardından kar oranlarının düşme eğilimi yasasının gereği olarak kapitalizm bir dünya devrimi ile yıkılmamış tersine 1945’ten 60’ların sonuna kadar altın çağını yaşamıştır.

 

Bu gelişmelerin ve 70’lerde gündeme gelen kriz sonrasında şekillenen “küreselleşme” saldırısının bir çok çağdaş Marksisti Kautsky’nin haklı çıktığını düşünmeye yöneltmesine şaşırmamak gerekir.

 

Ne var ki 1990’ların sonu ve 2008 kriziyle beraber tekrar Lenin haklı çıkacaktır.

 

 Bunun anlamı her ikisinin de hem yanılmış hem de haklı çıkmış olduklarıdır.

 

 Aslında ikisinin de sistem analizi doğrular ve yanlışlar içermektedir.

 

Bunun nedeniyse eldeki teorik araçların tam anlamıyla gelişmemiş olmasıdır.

 

Marksist teorinin henüz geliştirilmemiş yönleri bulunmaktadır.

 

 Lenin, İkinci Enternasyonal içinde giderek “liberal ve reformcu”                                     bir sosyal demokrasiye kayan ortodokslara ve ulusalcı sosyalistlere                         karşı savaşın emperyalistler arasında geçtiğini ileri sürerken onları emperyalistler ile beraber hareket etmekle suçlamaktadır.

 

Dünya devrimini örgütleyecek savaş karşıtı bir cephe oluşturmayı amaçlayan Lenin tezlerini, o zamana değin yazdığı dergi/gazete makaleleri ve broşürler yoluyla geliştirmiştir.

 

Temmuz-Ağustos 1915 tarihlerinde Zimmerwald solu adına                                           İkinci Enternasyonal kongresinde dağıtılmak üzere hazırladığı                           Sosyalizm ve Savaş broşüründeki ortaya koyulan tezler Lenin’in emperyalizm, sömürgeler ve savaş hakkındaki analizinin geldiği noktayı göstermesi açısından önem taşır.

 

 Lenin bu broşürde emperyalist savaşta ulusal sınırlara göre çizilen cephelerde sermaye sınıfı ile omuz omuza savaşan işçi sınıflar konfigürasyonunu bozarak, işçiler ve sermaye gruplarını sınıflar arasında geçen bir savaşın cephelerine göre yeniden gruplandırmak ister.

 

Uluslararası düzlemde verilen bir sınıf mücadelesinin stratejik                                               ve taktik haritasını içeren bu çözümlemeyi yapabilmek için                                         Lenin Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşları’nda kullandığı türden                                                bir sınıf analizine dayanmaktadır.

 

Eylül 1915’te kaleme alınan Zimmerwald Manifestosundan sonra, Lenin “Ekim Devrimi’nin sevgili teorisyeni” olarak tanımladığı Nikolai Bukharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi kitabı için Aralık 1915 tarihinde yazdığı ön sözde tezlerinin güçlü bir özetini verir.

 

Nitekim kendisini Hegel ve diyalektik okumasına verdiği bilinen böylesine hararetli bir süreçte, metinlerine yansıyan politik tezlerini bu okumalar temelinde yetkinleştirmeye çalışmaktadır.

 

 Buna rağmen argümanlarını teorik olarak tam anlamıyla                                       gelişmemiş bir emperyalizm kavramı etrafında kurulduğu görülmektedir.

 

Lenin’in analizine göre büyük savaş dünyanın “en çok köleye ve tröstlere sahip emperyalist devletleri” arasında geçmektedir.

 

Savaşa destek veren sosyal demokratlar emperyalistler ve kapitalistler arasındaki bu savaşta taraf olmaktadırlar.

 

 Lenin’in savunduğu bu pozisyon, emperyalizm, sömürgecilik                                               ve savaş karşıtı tutumu ve barış yanlısı söylemi tamamen doğrudur.

 

Fakat yöneten sınıfları savaşın yıkımına sürükleyen dinamikler anlamında analizi eksiktir ve ikna derecesi düşüktür.

 

Bukharin, büyük ihtimalle Lenin’in isteği üzerine hazırladığı                                                 ve 1915’te yayımlanan Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi kitabında                                çok daha sistematik bir analiz ortaya koymayı başarmıştır.

 

Lenin ve Zimmerwald soluyla ilişki içindeki Bukharin Bern’de tamamladığı bu çalışmada Kautsky’nin ultra-emperyalizm, Hilferding’in finans kapital, Avusturya iktisatçılarının neoklasik/ liberal teorileriyle John A. Hobson’un rantiye kapitalizminin liberal bir eleştirisi olarak geliştirdiği emperyalizm teorisini eleştirerek sentezler.

 

 Bukharin’in çalışması devlet, devletler sistemi ve emperyalizm arasındaki bağa işaret ederken “sermayenin uluslararasılaşması” kavramı da ilk defa olarak ortaya koyar.

 

Bu kavram ileride göreceğimiz gibi savaş sonrası dönemde başlayan ve 1970’lerde alevlenen tartışmalar çerçevesinde tekrar yoğun bir biçimde gündeme gelecek ve merkezi bir rol oynayacaktır.

 

Bu sayede sadece sermaye oluşumu ve fraksiyonlar analizi değil;                              devlet, dünya pazarı ve emperyalizm teorileri ile Marksizmin                                     bütünsel olarak güncellenmesine katkı yapmaktadır.

 

Bukharin’in çalışmasına atfettiği büyük önemi kaleme aldığı ön sözde dile getiren Lenin, üç ay sonra Mart 1916’da bu kez kendi Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması broşürünü yazmaya girişir.

 

Burada, 1917’de yazacağı Devlet ve Devrim’de ve nihayet meşhur                             Nisan Tezleri’nde Lenin’in argümanlarının çok daha  keskinleştiğini görürüz.

 

Bu metinlerin Bukharin’in çalışmasına hiç atıf yapmıyor oluşunun                            nedeniyse yazarın ondan etkilenmemiş olması değildir.

 

Talihsizlik sonucu el yazmaları Lenin’in ön sözüyle beraber                                          yayıma gönderildiği savaş Rusyasında kaybolmuştur.

 

Söz konusu metinler ancak devrimden ve Lenin’in kitaplarının                               yayımından sonra ortaya çıkmış ve basılabilmiştir.

 

 

Kapitalizm, Krizler ve Ekonomi Politiğin Eleştirisinin Yenilenerek Bütünlenmesi

 

Kapitalizmin kaçınılmaz organik krizleri sistemin kendisini yenilediği                                  ve bu nedenle sürekli olarak değişiklikler gösteren dönemlerdir.

 

Sürekli krizler ve altüst oluşlarla gelişen ve yayılan kapitalizmi var eden yapı, süreç ve ilişkilerle beraber bunların öznesi olan toplumsal sınıf aktörleri ve bunlar arasındaki ilişkiler de bu dönemlerde kırılmalar ve dönüşümler geçirir.

 

Her sistemik yenilenme döneminde sınıf mücadeleleri şiddetlenerek egemen sınıflar içi hiyerarşiyi değişime zorlar.

 

Buna paralel olarak işçi sınıfları ve diğer ezilen sınıflar arası konumlanış ve konfigürasyonlar da değişir.

 

Doğal olarak bu durum dönüşen kapitalizmin somut durumunun                                 somut tahlili ve radikal eleştirinin kendisi için de bir geçiş                                          ve yenilenme zorunluluğu anlamına gelir.

 

Bu yenilenme verili sistem eleştirisinin elden geçmesi                                                       ve güncellenmesi demektir.

 

Buna göre Marx ve Engels’in geliştirdikleri toplum eleştirisi,                                      kapitalist ekonomi politiğin ilk bütünsel ve sistemli eleştirisini ortaya koymuştur.

 

 İkilinin kapitalizmin ilk büyük kriz dalgası sonlarında yükselen                                          1848 devrimci dalgası içinde giriştikleri ortak çabaya “eleştirel eleştirinin eleştirisi” demeleri tesadüf değildir.

 

 Benzer şekilde kapitalizmin ikinci sistemik krizi beraberinde klasik                         Marksizmi kuran ve onu bir ideolojiye dönüştüren tartışmaları getirmiştir.

 

 Bu tartışmalar kriz içinde dönüşmekte olan kapitalizmin tekelci,                              finansal, emperyalist vb. gibi değişen niteliğini kavramsallaştırma                                 ve teorileştirilme çabalarını yansıtır.

 

 Aynı şekilde iki dünya savaşını takip eden Soğuk Savaş ortasında kapitalizmin girdiği üçüncü yeniden yapılanma süreci kapitalizmin ekonomi politiğinin de üçüncü kuşak eleştirisini ortaya çıkartmıştır.

 

“Eleştirel eleştirinin eleştirisi” olarak Marx ve Engels’in sistemleştirdiği küresel toplumsal eleştirinin kapitalizmin geçirdiği sistemik krizlere koşut yaşadığı bu dalgalanmaları takip edersek bugün hala 70’lerde başlayan Marksizmin ikinci uzun yeniden yapılanma sürecinin içinde olduğumuzu saptarız.

 

Bu dalgalanmalar 1848 devrimleri sürecinden 1870-1929 dönemine                                   ve 1970’den günümüze doğru küresel ekonomi politiğin eleştirisinin                         dalgalar halinde evrenselleşmekte, sistemleşmekte ve bütünlenmekte olduğunu göstermektedir.

 

 Marx ve Engels’in çalışmaları, ilk kuşak marksistler veya Proudhon                                  ve Bakunin gibi anarşistlerle tartışma içerisinde sermayenin                                       genel eğilimlerinin analizine bütünsellik kazandırmıştır.

 

Buna karşın Kapital henüz yazım aşamasındayken Avrupa ve Amerika’da yaşanan iç savaşların sonuçlanmasıyla liberal demokrasi ve ulus devlet şeklinde konsolide olarak hızla çevreye yayılmaya başlayan kapitalizm ikinci bir sistemik krize girmiştir.

 

19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde sınıf mücadelesinin yeniden şiddetlenmesiyle, somut durumun tahlili için gelişmiş bir analize duyulan ihtiyaç dönemin Marksist düşünür ve devrimcilerini tekrar Fransa’da Sınıf Savaşları’a dönmeye itmişti.

 

Hilferding Finans Kapital gibi bir çalışmayı basımları daha önce                          tamamlanmış olan Kapital II. ve III’e ve Kautsky tarafından                                             1905-10 arasında yayımlanan Artı Değer Kuramları sayesinde yapabilmişti.

 

Lenin’in şiddetli bir büyük savaşa evrilen durumun somut tahlilini yapılabilmesiyse ancak Hilferding’in kuramını takiben Bukharin’in,                 sermayenin uluslararasılaşması ile devletlere bölünmüş dünya piyasası - emperyalizm ilişkisi analizini geliştirmesinden sonra gerçekleşmiştir.

 

Hilferding ve Bukharin’in ortak yanı her ikisinin de Lenin’in Materyalizm ve Empriyo Kritisizm’de şiddetle eleştirdiği Ernst Mach ve Williem Ostwald’ın empriyo-kritisizm ve enerjetizm felsefesinden etkilenmiş olmalarıdır.

 

Hilferding, Avusturya doğumludur ve Viyana’da yetişmiştir.

 

Viyana Çevresi düşünürleri ve diğer Avusturya Marksistler gibi                                      Mach ve Ostwald’ın fikirlerinden aracısız şekilde etkilenmiştir.

 

Buharin üzerindeki “Mach etkisi” ise Alexander Bogdanov aracılığıyla olmuştur.

 

Bukharin 1913 ve 1914 yıllarında sürgündeyken Viyana’da bulunmuş burada yine Lenin’in talebi üzerine “Marksizm ve Ulusal Sorun” makalesini yazmasında Stalin’e y

rdım etmiştir .

 

 Her ikisi de Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun zengin fikir                                             ve kültür merkezi olan Viyana’ya hakim felsefi, düşünsel                                                     ve politik iklimden etkilenmiştir.

 

Mach ve Ostwald dışında Marksizm karşıtı neoklasik liberalizmin öncüleri Avusturyalı iktisatçılar Menger, Von Mises, Böhm-Bawerk ve Hayek gibi yeni gelişen sosyoloji, fizik, biyoloji, matematik, psikoloji, dil bilimi ve mantık gibi bilimlerin döneme damga vuran isimleri Weber, Freud, Gödel, Wittgenstein de Viyana Üniversitesinde dersler vermektedir ve de şehirdeki entelektüel etkinliklere katılmaktadırlar.

 

Bukharin, Viyana’da bulunduğu sırada tıpkı Hilferding gibi                                    Avusturya iktisatçılarının derslerine girmiş, bunların teorilerini incelemiş ve Marksist perspektiften eleştirilerini yayımlamıştır.

 

Bir anlamda Marx ve Engels’in orijinal pratiğinin devamı olarak                                  güncel eleştiriyi sistemli şekilde eleştirel sentezden geçiren Bukharin ve Hilferding’in genel olarak Marksizmin gelişmesi anlamındaki katkıları hayatidir.

 

Marx ve Lenin kendi dönemlerinde şiddetlenen sınıf savaşlarının                               somutluğunu tutarlı şekilde tahlil edebilmek için o gün var olandan                            daha sistemli ve bütünsel bir eleştiriye ihtiyaç duymuşlardır.

 

Marx ve Engels’in daha çok bireysel olarak ortaya koydukları çabalarla bütünselleştirdikleri toplumsal eleştiri, bir sonraki dönemde kolektif bir çabayla ileri taşınmıştır.

 

1960 ve 70’lerde kapitalizmin bir defa daha sistemik bir krize girmesiyle sınıf mücadeleleri tekrar şiddetlenmiş, ayaklanmalar, devrimler, savaşlar ve karşı-devrimler yeniden gündeme gelmiştir.

 

Somut durumun analiz edilmesi ve herkesin anlayabileceği şekilde                               ifade edilmesi için söz konusu teorik ve kavramsal araçlara olan                                ihtiyaç bir kez daha belirginleşmiştir.

 

Günümüze kadar süre gelen eleştirinin üçüncü yenilenme dalgası içerisinde geçen son 30-40 yıllık zaman dilimi içerisinde yapılanların önceki kuşakların deneyim ve katkıların üzerine eklenmesiyle Marksist devlet, dünya piyasası, sınıflar ve emperyalizm teorileri büyük ölçüde olgunlaşmıştır.

 

Bu süreç içinde sermaye oluşumu ve sınıf fraksiyonu analizi de                                          Marx ve Engels’in orijinal bütünsel eleştiri çizgisini takip eden                                   katkılar eliyle adım adım güncellenerek entegre şekilde gelişmiştir.

 

Doğru politikaları saptayabilme, doğru müdahaleleri yapabilme                                         ve radikal toplumsal güçler arasındaki bölünmüşlüğü aşarak                                          birlik oluşturma adına Marksist teori bu gün 40 yıl öncesine göre                                     çok daha farklı bir noktadadır.

 

80’lerden bugüne derinden derinden kendisini yenileyen Marksist eleştiri kırk yıllık mücadele sürecinden en olgun ve bütünlüklü biçimine dönüşerek çıkmıştır.

 

Her sistemik kriz ve yenilenme dalgası ve paralelinde yükselen                                    mevcut eleştirinin eleştirel yenilenişi aynı zamanda bir öz eleştiri,                                 boşluk ve hatalardan ders çıkartma süreci olmuştur.

 

Teorik/pratik boşlukları doldurabilmek, hataları ortadan kaldırabilmek için orijinal kaynaklara geri dönüşler yapmak gerekmiş ve bu sayede yeni keşifler yapılmış, unutulmaya yüz tutan unsurlar hatırlanmıştır.

 

1894’de Engels’in Kapital’in üçüncü cildini yayımlaması,                                                1905-1910 arası Kautsky’nin Artı Değer Teorileri’ni yayımlaması gibi,                            ortaya çıkan yeni orijinal metinler eleştirinin güncel yenilenişi için                             olduğu kadar yeni kapitalizmin somut tahlili ve eleştirisinin                            bütünleşmesi açısından da belirleyici olmuştur.

 

Savaş yılları ve sonrasında ortaya çıkan Marx’ın 1844 El Yazmaları                                ve Grundrisse gibi orijinal ilk kuşak metinler ile İtalyan Komünist Partisi’nin kurucularından Antonio Gramsci’nin hapishanede yazdığı notlardan oluşan Hapishane Defterleri’nin keşfi, 1970’lerde başlayan ikinci Marksist yenilenme dalgası üzerinde en büyük etkiyi yapan gelişmeler olmuştur.

 

 Sadece yaş itibariyle değil geliştirdiği kavramların ve politik pratiğinin önemi nedeniyle de ilk kuşak Marksistlerden olan Gramsci’nin metinleri ancak savaştan sonra ortaya çıkmış ve İngilizceye ancak 1970’lerde çevrilmiştir.

 

Bu sebepledir ki Gramsci’nin düşünceleri savaş sonrasının reform odaklı  “akademik Marksizm”, “Batı Marksizmi” veya Avrupa Komünizmi gibi akımların kurucu fikirleri olarak değerlendirilmiştir.

 

Lakin İtalyan Sosyalist Partisi içinde devrimci faaliyetler yürütmüş                                      ve İtalyan Komünist Partisi’nin kurucularından olan Gramsci                                           Lenin, Zinovyev, Bukharin, Radek gibi isimlerle Komünist Enternasyonel içinde aktif olarak çalışmış devrimci bir Marksisttir.

 

Özellikle Amerikan sermayesi ve fordizmin Avrupa’ya ihracı, devlet                                    ve sivil toplum, ideoloji ve hegemonya çözümlemeleri ekonomi politiğin eleştirisinde eksik kalan devlet, dünya pazarı ve sermaye oluşumu ve fraksiyonlara dair teorilerin tamamlanması adına büyük katkılar yapmıştır .

 

Gramsci’nin geliştirdiği özgün kavramlar 70’lerde alevlenecek                               tartışmalar üzerine adeta benzin dökecektir.

 

 O dönemden bugüne süre gelen ikinci yenilenme dalgası içinde               Gramsci’nin fikirlerinden etkilenmeyen herhangi bir Marksist akım yok gibidir.

 

 İki savaş süresince ve sonrasında Batı’da ortodoks ve doktriner pozisyonlara karşı eleştirel ve hümanist bir tavır alarak Marx’a, Hegel’e ve diyalektiğe dönüş yapan felsefe ve psikolojide temel arayan bir marksizm düşüncesi yükselmiştir.

 

 1950 ve 60’larda Yeni Sol, Açık Marksizm, Analitik Marksizm, Politik Marksizm, Otonom Marksizm gibi akımlar etrafında ve Marksist ortodoksi ile yapılan tartışmalar ekseninde ortaya çıkan katkıları metodolojik açıdan yapısalcı ve araçsalcı, öznelci / çoğulcu ve de sentetik olmak üzere üç damara ayrılabiliriz.

 

Bunlardan öznelci ve çoğulcu çizgi olarak adlandırılan düşünce akımları 1980’lerde İngiltere’de kültür çalışmaları bölümlerinin kurulmasıyla giderek ideoloji-söylem, kültürel kimlik meselelerine odaklanan ve sınıf analizi içermeyen bir “radikal kültür eleştirisi olarak sosyal teori”ye dönüşecektir.

 

 Ekonomi politiğin eleştirisinin gelişimi daha çok ortodoks ve doktriner analizlere yakın duran yapısalcı-araçsalcı yaklaşımlara karşı geliştirilen sentetik-diyalektik eleştiri arasındaki tartışmaların katkısı ile olacaktır.

 

Üçüncü dünyacı Marksizm, yapısalcılık veya sistem analizinden etkilenen Bağımlılık Okulu, Monthly Review Okulu, Dünya Sistem Teorisi ve Düzenleme Okulu gibi çevreler ile Sosyalist İktisatçılar Konferansı etrafında toplanan Açık ve Otonom Marksistler arasında gelişen tartışmalar aynı zamanda Van der Pijl ve Amsterdam grubu yazarlarının fikirlerinin de geliştiği ortam da olmuştur.

 

1970 ortalarında analizlerini geliştirmeye başlayan Amsterdam grubunun çalışmaları tam 40 yıl sürecek bir sermaye oluşumu ve sınıf fraksiyonları analizine yönelerek bu anlamda ortaya koyulan en uzun soluklu ve sistemli kolektif katkılardan birisi olacaktır.

 

Gramsci’nin fikirler, geliştirdiği kavram ve kuramlar Amsterdam grubunun çözümlemeleri için de çok merkezi bir rol oynamıştır.

 

Marx ve Engels’de mevcut olan ve ikinci kuşak içerisinde en bariz şekilde Hilferding ve Bukharin gibi isimlerle belirginleşen ve radikal hümanist eleştiri geleneğine sadık kalan Amsterdam grubu kendi dönemlerinde ortaya koyulan orijinal katkılardan da ilk elden beslenir.

 

70 ve 80’li yıllarda kapitalist devlet, dünya sistemi,                                                  sermayenin uluslararasılaşması, çok uluslu şirketler gibi konular üzerine Açık ve Otonom Marksistler, Yeni-Gramsciciler ve Bob Jessop gibi bağımsız düşünürler ile girdikleri tartışmalar içinde geliştirdikleri ulusötesi sınıf oluşumu ve sermaye fraksiyonları analizi 20. yüzyılda dönüşen ve küreselleştiği iddia edilen kapitalizmin niteliğinde meydana gelen “ulusötesi” değişimi açıklayan özgün bir neoliberalizm eleştirisi ortaya koymuştur.

 

 Söz konusu ulusötesi kapitalizm teorisi diğer etkili teoriler karşısında sentetik ve bütünsel” bir eleştirel seçenek sunar.

 

Daha önce başka yerlerde de dile getirdiğimiz gibi bu bütünsel eleştiri “Lenin-Kautsky tartışması” olarak da okunabilecek “liberal sol vs.  ortodoks sol” çelişkisini aşarak daha sağlıklı ve demokratik bir ulusötesi devrimci politika vizyonu geliştirmenin olanaklarını içeren bir yaklaşım koyar ortaya.

 

 

Amsterdam Okulu’nun katkısının kuramsal ve tarihsel kökenleri

 

Journal of International Relations and Development’ın Amsterdam Okulu’na ayırdığı özel sayısında Bastian van Apeldoorn ve Henk Overbeek imzalı yazılarda bu yaklaşımın teorik arka planı ve bir dizi polemik/tartışma içerisindeki gelişimi yetkin şekilde özetlenmektedir.

 

Ayrıca Van der Pijl’in A Survey of Global Political Econom’da                               kuramın gelişim hikayesi birinci ağızdan anlatılmaktadır.

 

Buna göre ekibin ilk çalışmaları 1968 yılında patlak veren işçi                                       ve öğrenci ayaklanmalarının 1969’da Hollanda’ya sıçramasıyla                          Amsterdam Üniversitesinde yaşanan öğrenci işgali sırasında şekillenir.

 

İşgaller sonrasında bazı akademisyenler ve öğrencilerinden oluşan grup ana akım Uluslararası İlişkiler teorilerinin Marksist bir eleştirisini                     geliştirme çabasına girer.

 

Bu yönde ortaya koyulan bir ders ve okuma programı yönetime kabul ettirilir.

 

Grubun ortaya koyduğu ilk metinler Ries Bode’nin kapsayıcı kontrol kavramları nosyonunu geliştirdiği makaleleri; Kees Van der Pijl’in Schuman Planı’yla sermaye birikiminin uluslararası döngülerini yükselen bir Atlantik yönetici sınıfı ile ilintilendirdiği çalışmaları; Henk Overbeek’in  İngiltere’de finans kapital ve kriz konulu makalesi ve Meindert Fennema’nın uluslararası finans kapitalin kurumsal ifadesi olan uluslararası banka                              ve şirketlerin ortak yönetim kurulları ağını incelediği kitabı olmuştur.

 

 Bu çalışmalardan önemli bir kısmı Bob Jessop ve Henk Overbeek’in şu günlerde yayıma hazırladıkları ve yukarıda bahsi geçen kitapta derlenmektedir.

 

Bode’nin kapsamlı kontrol kavramları nosyonunu geliştirdiği makalesi ilk kez bu kitapta yayımlanmak üzere İngilizce’ye çevrilmektedir.

 

Overbeek’in anlatımına göre Amsterdam Projesi, aynı dönemde                           akademik ana akım Uİ tartışmalarına benzer amaçlarla müdahale eden Düzenleme Okulu, Açık Marksizm ve Yeni-Gramsciciler gibi akımlar ile Bob Jessop gibi bağımsız yazarlarla birçok temel konuda ve kuramsal-metodolojik ilkeler düzeyinde anlaşmaktadır.

 

Bu nedenle kendilerini bu gruplardan ayrı bir yapı olarak görmeyen Amsterdam ekibi ilk olarak o dönemde Avrupa bütünleşmesi yazınına hakim olan yeni-işlevselci ve federalist teoriler arasındaki tartışmaya müdahale etmeye karar verir.

 

Grup o günlerde akademiye hakim popüler eğilimlerin aksine                                  Althusser ve yapısalcı Marksistlerden ve post-yapısalcılardan farklı bir şekilde, Gramsci’yi ve onun Fordizm’in Avrupa’ya ihracı analizini özgün bir sınıf fraksiyonu yaklaşımı geliştirmek amacıyla hümanist-Marksist bir açıdan okuyordu.

 

Bu çerçevede Fleming, Joyce ve Gabriel Kolko, William Appleman Williams gibi yazarların kaleme aldığı soğuk savaşın gayri-resmi materyalist tarihini ve Alfred Sohn-Rethel gibi yazarların Alman Ulusal Sosyalizmi üzerine yazdıklarını çalışan ekip bu okumalardan kayda değer bir ampirik malzeme edinmişti.

 

 Bu malzemeyle klasik metinlere dönerek Hilferding’in Finans Kapital’de ve Marx’ın Kapital’de formüle ettiği sermaye fraksiyonları anlayışlarını Gramsci’yi izleyerek geliştirdikleri kapsamlı kontrol kavramları ve uluslararası sınıf oluşumu nosyonları ile sentezlediler.

 

Ortaya çıkan argümanlarını İngiltere’de düzenlenen Sosyalist İktisatçılar Konferansı çerçevesinde bir araya gelen Açık Marksistler ile John Holloway ve Sol Picciotto gibi Otonom Marksistler arasında geçen canlı tartışmalar içinde yoğuran yazarlar Peter Burnham ve Simon Clarke gibi yazarların sert fakat yapıcı eleştirilerden yararlanarak analizlerinde özneye odaklanmaktan, çoğulculuğa ve iradeciliğe düşmekten kaçınacaklardı.

 

Bu amaçla Van der Pijl, sermayenin dünya piyasası içinde hareketi üzerine çalışan Neusüss, Von Braunmühl, Busch, Palloix ve Andreff gibi Fransız yazarlardan faydalanarak Bukharin’in 1915’de geliştirdiği ve güncel tartışmalar içinde geri dönen sermayenin uluslararasılaşması kavramını derinleştirecekti.

 

Yine Overbeek’in anlatımıyla 1982’de bağlı oldukları kürsünün başına Gerd Junne’nin gelmesi, grubun “özne odaklılıktan” ve “çoğulculuktan kaçış” anlamında verdikleri bilinçli çabaya büyük katkı sağlayacaktı.

 

Böylelikle sonraları Immanuel Wallerstein’ın Modern Dünya Sistem Teorisi’nde en gelişmiş halini alacak olan ve Andre Gunder Frank’ın 1963 tarihli Capitalist Under-development (Kapitalist Azgelişmişlik) broşürü içinde embriyo biçimiyle ortaya koyduğu bağımsızlıkçı argümanlarla ilk defa karşılaşmış oluyorlardı.

 

Bağımlılık Okulu ve DST teorisyenleri ile girdikleri tartışmalar                                    Overbeek’e göre bir yandan Amsterdam ekibinin kendi Marx okumalarını doğrulamış diğer yandan da ulusötesi sermaye oluşumu nosyonlarını güçlendirmeye zorlamıştı.

 

Bu tartışmalar esnasında temas ettikleri Robert Brenner’in DST eleştirisi grup üzerinde önemli bir etki yaptı.

 

Buna göre DST’nin ilkesel olarak sistem düzeyine odaklanması                                          ve bunun sonucunda ulusal sınıf oluşumu süreçleriyle sınıf fraksiyonlarının bulundukları ülkenin sistem içerisindeki konumu  tarafından belirlenmesi şeklindeki yapısalcı öngörü grupta ciddi bir tatminsizliğe yol açacaktı.

 

Bu tatminsizlik onları kendi fraksiyon analizleri temelinde                                           DST’nin sentetik bir eleştirisini geliştirmeye yöneltti.

 

Böyle bir eleştiri için ihtiyaç duyulan yaklaşım Aglietta, Lipietz ve Boyer gibi Fransız Düzenleme Okulu yazarlarıyla eleştirel bir etkileşim içerisinde formüle edilebildi.

 

Düzenleme okulunun üretim ilişkilerinin örgütlenmesine ağırlık veren bir Fordizm teorisi geliştiren yaklaşımı, Amsterdam ekibini sermaye birikiminin dinamikleriyle devlet arasındaki ilişkiyi daha tutarlı şekilde kuramsallaştırmaya itti.

 

Söz ettiğimiz devlet tartışmaları çerçevesinde Düzenleme Okulu yazarları Gramsci’nin Fordizm çözümlemesini Amsterdam grubuna benzer bir şekilde yorumluyorlardı.

 

Ayrıca 70’lerin krizini Gramsci’ci anlamda bir organik kriz olarak görmeleri ve bunu analiz ederken birikim rejimleri kavramını geliştirmeleri Amsterdam ekibinin bu yazarlarla girdikleri tartışmalar neticesinde o sıralarda şekillenmekte olan küresel neoliberalizmin alternatif bir teorisini geliştirmek için ihtiyaç duydukları bakış açısını sağlamıştı.

 

 Düzenleme yaklaşımının kendisi de, tıpkı DST gibi, devletleri birbirleriyle etkileşen kapalı ulusal sistemler gibi algılıyor, iç dinamikler ile dış dinamikler arasındaki diyalektik etkileşimi bütünsel şekilde kavrayamıyordu.

 

Bunun için “ulusal”ın dünya ekonomisiyle entegrasyonu ve ulusal sınıf yapıları ile küresel sınıf yapıları ilişkisinin kuramsallaştırılması gerekliydi.

 

Daha evvel geliştirdikleri DST eleştirisi üzerinden ulus-inşası ve devlet oluşumu süreçlerinin  sınıf oluşumu süreçlerini küresel ölçekte yayan süreçler olarak kavramsallaştırma ihtiyacı kendisini gösterdi.

 

Amsterdam yazarları böylece sınıf oluşumunu hem bir yapısal dinamik ve süreç olarak hem de sınıf öznesinin ifadesi ve eyleminin ürünü olarak tanımlıyorlardı.

 

Grubun çalışmaları, Robert W. Cox’un 1970’lerde yeniden keşfedilen Gramsci’nin geliştirdiği diğer özgün kavramları uluslararası ilişkiler alanına uygulanmasıyla yeni bir boyut kazandı.

 

1950 ve 60’larda ABD’nin dünya ekonomisi içinde hakim konuma gelişini inceleyen Paul A. Baran, Paul M. Sweezy ve Harry Magdoff gibi yazarların geliştirdikleri Amerikan süper-emperyalizmi tezleri bu noktadan artık geriye dönüş olmayacağını ileri sürmekteydi.

 

Bu tezler Hilferding, Bukharin ve Lenin’deki eşitsiz gelişme yasası düşüncesiyle çelişiyor; daha çok Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezini doğruluyordu.

 

Kapitalizmin eşitsiz geliştiği ve yayıldığı görüşüne yaslanan Ernest Mandel ve Bob Rowthorn gibi yazarlar, 1970’lerin sonlarında Amerikan kapitalizminin karşısına yeni rakipler çıkmasının kaçınılmaz olduğunu ileri sürmekte idiler.

 

Mandel bir adım ileri giderek Avrupa sermayesi içinde yaşanan karşılıklı iç içe geçmelerle, Hoogovens-Hoesch ve Agfa-Gevaert gibi büyük birleşmeleri ve şekillenmekte olan Avrupa Topluluğu’nu yenilenen emperyalistler-arası mücadelelerin kanıtı olarak gördü.

 

Hatta bu noktada işlevselciliğe yaklaşarak gelişmelerin bir                                        “Avrupa süper-devleti” oluşumunu doğuracağını iddia edebildi.

 

Amsterdam ekibine göre bu tartışmalar uzun süredir Ralph Miliband’ın araçsalcı yaklaşımı ile Nicos Poulantzas’ın yapısalcı yaklaşımı arasındaki çekişme tarafından domine edilen Marksist devlet teorisi tartışmaları tarafından şekilleniyordu.

 

Her iki yaklaşım için de sermayenin uluslararasılaşması olgusu                                 herhangi bir anlam ifade etmiyordu.

 

Halbuki eğer “kapitalizmde devletin sınıf karakteri sermaye birikiminin belirli yapısal özellikleri tarafından belirleniyordu ise o halde sermayenin uluslararası genişlemesinin kapitalist devletin dönüşümü anlamında ciddi sonuçlar doğurması gerekirdi” .

 

Robin Murray’ın ortaya koyduğu problem ise ulus devletin doğası                       ve çok-uluslu sermaye çağında ortaya çıkan uluslararası entegrasyon tartışmalarının can alıcı noktasına işaret ediyordu.

 

Murray burada sermayenin erişim alanıyla ulus devlet sınırları arasında gördüğü çelişkiyi anlatmak için teritoryal örtüşmezlik kavramını kullanacaktı.

 

Poulantzas’ın 1975’de yaptığı müdahale ise tartışmanın bütün seyrini değiştirdi.

 

Poulantzas meselenin sermayelerin Avrupa içinde iç içe geçişiyle değil, Amerikan sermayesinin Avrupa’ya nüfuz edişiyle ilgili olduğunu ortaya koydu.

 

Bu durumda Avrupa sermayesi temelden Amerikan sermayesine                             bağımlı hale geliyordu.

 

Bu da Amerikan tipi üretim ilişkilerinin Avrupa içinde                                                yeniden üretilmesi demekti.

 

Bu iddia bir yandan süper emperyalizm tezini doğrularken                                           diğer yandan da Amsterdam grubunun analizinde önemli bir yer tutan ulusötesi ilişkiler kavramsallaştırmasının önünü açmış ve ulusötesi tarihsel materyalizm perspektifinin gelişimine önemli bir katkıda bulunmuştu.

 

Van der Pijl, Burnhoff’un eleştirisini izleyerek Poulantzas’daki bu statik görüşün sermaye sınıfı oluşumu ve sınıf koalisyonlarının içinde şekillendiği bağlam olarak ulusötesi mekanı dikkate alan,                        bununla birlikte emperyalist rekabetin yeniden canlanma                                     ihtimalini hesaba katan daha dinamik bir çerçeveyle değiştirilmesi gerektiğini ileri sürdü.

 

Gramsci’nin yeniden keşfedilen fikirleri ve geliştirdiği kavramlar                                     bu aşamada Amsterdam düşüncesi içinde yerli yerine oturmaya başladı.

 

Hegemonya, tarihsel blok, organik aydınlar, organik kriz,                                                 ara dönem, yukarıdan devrim, pozisyon ve hareket savaşları, transformismo kavramlarını uluslararası ilişkilerin analizine uygulayan Cox, daha sonra da Stephen Gill gibi diğer Yeni-Gramscici yazarlarla 80 ve 90’lar boyunca süren diyalog Amsterdam ekibinin teorisinin olgunlaşmasını sağladı.

 

Amsterdam grubunun çözümlemeleri bu süreçte adeta ulusötesileşmişti.

 

 Cox’un geliştirdiği “devlet-toplum kompleksi” kavramı, hegemonik olan ve olmayan devlet-toplum kompleksleri ayrımı                       ve yine hegemonik olan ve olmayan dünya düzenleri kavramları Amsterdam grubunun kendi ulusötesi sınıf oluşumu teorisini yenilemesinde merkezi rol oynadılar.

 

Artık  grubun ortaya koyduğu sınıf analizini, neoliberal kapitalizmin küresel ekonomi politiğin bütüncül bir eleştirisini yapabilecek bir düzeye ulaşıyordu.

 

Bunun için gereken son adımı da  yine Van der Pijl atacaktı.

 

 Bu şekilde kapitalizmin gelişimi, dünya tarihsel yapıların dönüşümü, ulusal, uluslararası ve ulusötesi sınıf oluşumu ve sermaye fraksiyonlarının rolü gibi faktörler giderek uluslararasılaşan ve küreselleşen sermaye birikimi döngüsüne içkin yapısal dinamik ve çelişkilerle uyumlu şekilde kuramsallaştırılıyordu.

 

O tarihten bugüne gelişen bu eğilim akademi içinde ve dışında                                önemli etkiler yarattı.

 

Hollanda dışından pek çok yazar da küresel kapitalizm ve neoliberal emperyalizm analizleriyle Amsterdam projesine önemli katkılar yaptılar.

 

1970’lerden beri bu analizin gelişmesinde en önemli katkıları yapan Van der Pijl’in yayımlanmış kitapları ise şunlardır: Ulusötesi Sınıflar ve Uluslararası İlişkiler, Küresel Rekabetler: Soğuk Savaştan Irak’a, Dış İlişki Tarzları ve Politik Ekonomi üçlemesi, Küresel Politik Ekonomi Kuramları ve yeni basımı yapılan Atlantik Yönetici Sınıfı Oluşumu.

 

Sayılanların dışında birçok derleme kitap ve dergi özel sayısının                           editörlüğünü yapan Van der Pijl, 2011’de Sussex üniversitedeki                                     aktif görevinden ayrıldıktan sonra da çalışmalarını sürdürmektedir.

 

 İki yeni kitabı daha yayıma hazırlanmaktadır.

 

Yazarın Praksis’in bu sayısındaki makalesi, daha önce de belirttiğimiz gibi, Amsterdam fikriyatını ve bu özgün teorinin aldığı biçimi en güncel şekliyle yansıtmakta ve küresel kriz sonrası ortamın somut bir analizini okuyucularıyla paylaşmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KRİZİ ‘ÇOKLUK’ KAVRAMIYLA ANLAMAK: BİYOPOLİTİKA, GÜÇ VE İÇKİNLİK   Başlangıç olarak , sözlükteki karşılıklarına bakılırsa,  halk ’ın söz...