Post-Demokrasi Çağında Toplumsal Hareketler ve Sanatın Özgürleştirici Rolü
Rancière, insanların zihinlerinde mevcut olan politik ve sanatsal düzenle
uyumsuzluk yaratan politika ve sanata özgürleştirici bir rol atfeder.
Bu kesintiler, polis’in
çıkar ilişkileri gözetilerek düzene sokulmuş insanları muhatap alır.
Rancière, “Siyaset, Özdeşleşme ve Özneleşme” başlıklı ünlü makalesinde özgürleşmenin
özünü ve ilkelerini şöyle tanımlar: Özgürleşme, herhangi bir konuşan varlığın
herhangi bir başkasıyla eşitliğinin doğrulanma sürecidir.
Tikel özdeşleşmeleri aşan evrensel değerler var mıdır?
Evrensellik ile kimlik arasındaki sonu gelmez tartışmadan çıkmak istiyorsak
eğer, politikadaki yegâne evrenselin eşitlik olduğu cevabını vermeliyiz.
Fakat, eşitliğin, İnsanlığın ya da Aklın özünde verili bulunan bir değer
olmadığını da eklememiz gerekir.
Eşitlik, yalnızca hayata geçirildiği sürece var olur ve evrensel değerleri
var eder.
Eşitlik, insanın imdadına çağıracağı bir değer değil, her durumda
varsayılması, doğrulanması ve kanıtlanması gereken bir evrenseldir.
Öyleyse, Rancière için, yalnızca eşitlik ilkesinin peşinde koşan bir politik
eylemin özgürleştirici değeri vardır.
Özgürleştirici politika, mevcut polis düzeninde yaşamakla
beraber ona karşıt görüşleri olan insanların politik özneleşmelerine dayanır.
Özgürleştirici politika, içinden çıktığı polis düzenini
dönüştüren bir politikadır.
Fakat bu, polis düzeninden nihai bir kurtuluş ya da
özgürleşmenin mümkün olduğu anlamına gelmez.
Aksine, sonsuz bir polis döngüsü içinde yaşarız.
Özgürleşme üzerine görüşleri yeni toplumsal hareketler üzerinden pekâlâ
örneklendirilebilecek olsa da, Rancière, şaşılacak şekilde, bu konuya temkinli
yaklaşır.
Daha ziyade 19. yüzyıl ile 20.
yüzyılın ortalarına kadar olan dönemden örnekler vermeyi tercih eder.
Bu da, neoliberal zamanlarda sanat ve politikanın yeni konfigürasyonlarının
oynadığı özgürleştirici rol hakkında yorum yapmasını engeller.
Rancière’in teorisini ete kemiğe büründürmek ve tartışmak için, yeni
toplumsal hareketler teorisinin özelliklerine göz atmak gerekir.
“Yeni toplumsal hareketler
teorisi”nin ne olduğu konusunda tam bir mutabakat olmasa da, klasik Marksizm’in
sınıf-temelli ve ekonomik determinist ön kabulleri üzerinden anlaşılması mümkün
olmayan toplumsal hareketleri incelemenin yeni bir yöntemi olduğu genel olarak
kabul edilir: Bu ön kabuller, Marksistleri, üretimde kök salan proletarya
devrimine öncelik vermeye ve diğer bütün toplumsal protesto biçimlerini
marjinalleştirmeye sevk etti.
Buna karşılık, yeni toplumsal
hareketleri çalışan teorisyenler, kolektif eylemin kökenini, politika, ideoloji
ve kültüre dayalı diğer eylem mantıklarında aradılar ve kolektif kimliğin
tanımlayıcısı olarak etnisite, toplumsal cinsiyet ve cinsellik gibi farklı
kimlik kaynaklarına yöneldiler.
Dolayısıyla, “yeni toplumsal
hareketler” tabiri, eski toplumsal hareketi, yani klasik Marksizmle
ilişkilendirilen proletarya devrimini yerinden ettiği düşünülen çeşitli
kolektif eylem biçimlerine göndermede bulunur.
Parkları, sokakları, devlet
kuruluşlarını işgal eden günümüzün toplumsal hareketleri, devreye soktukları
yeni uzlaşmaz politik söylemler ve sanatsal pratiklerle polis düzenini
kesintiye uğratırlar.
Bu hareketler, Rancière’in özgürleşme
kavramının potansiyellerini ve kısıtlarını sınama olanağı verir; buna rağmen,
bu hareketlerin olası sonuçlarını Rancière üzerinden okumayı deneyen çok az
çalışma yapılmıştır.
Rancière’in yaklaşımını incelemeden
önce, yeni toplumsal hareketlerin başlıca eğilimlerinden bazılarını özetlemek
istiyorum.
Christian Scholl, toplumsal
hareketlerin gerçekleştirdiği müdahaleleri iki kategoriye ayırıyor: Kesintiye
uğratma ve çatışma.
Scholl, kesintiye uğratma başlığı
altında, Holloway’in çatlaklar fikri, Hakim Bey’in Geçici
Otonom Bölgeler’i, Deleuze ve Guattari’nin rizomatik yapıları gibi
çeşitli teorik savlar ile Sokakları Geri Al, Kendin Yap ve İsyankâr Asi Yeraltı
Palyaço Ordusu gibi hareketlerin sanat pratiklerini/eylemciliklerini bir araya
getiriyor.
Öte yandan, eylem sırasında sembolik
önem taşıyan şeylere saldıran ve böylece “düşmanına yaralanacağı yerden
vuran”çatışma pratiği de kesintiye uğratmanın bir türü olarak düşünülebilir.
Mevcut polis düzeninin
paylaşım rejimini askıya alan toplumsal hareketlerin çoğunda gözlemlenebilen
karnavalesk nitelik de, yeni politik-estetik müdahalelerin önemli
özelliklerinden biridir.
Peki ama bu anarşist/post-anarşist
teoriler ve sanat/eylemcilik deneyimleri insanlara evrensel eşitlik ilkesini ve
demokrasinin gerçek anlamını hatırlatmaya yeter mi?
Eğer öyleyse bu pratiklere Rancièreci
anlamda bir özgürleştirici rolü ne ölçüde atfedebiliriz?
Bu politik-estetik müdahalelerin hepsi Rancière’in eleştirel sanat ve
politika kavramlarını ete kemiğe büründürüyor gibidir.
Sonuçta hepsi, eleştirel sanatın önkoşullarını karşılar: duyumsal bir
“yabancılığın” üretilmesi, bu yabancılığa yönelik farkındalığın artması ve bu
farkındalık sonucunda insanların seferber olması.
Buna rağmen, bu eserlerin ve sanat pratiklerinin önceden bilinemez
sonuçları konusunda Rancière'in kafası biraz karışık gibidir.
Bunlar sanat rejiminin ve polis düzeninin aleyhine işleyebilecekleri
gibi, onlarla beraber de çalışabilirler.
Rancière, doyum noktasına ulaşan eleştirel sanatın mutabakat uğruna
uyuşmazlık amacından vazgeçebileceğinin farkındadır.
Sanat sergi salonlarını gündelik hayata ve meta kültürüne ait nesne ve
ikonların röprodüksiyonlarıyla doldurdukça, bir tür toplumsal müdahalede
bulunma iddiasıyla sokaklara çıktıkça, kendi etkisini de o ölçüde önceden
tasarlamış ve taklit etmiş oluyor.
Böyle böyle, sanat, ona atfedilen etkililiğin parodisine dönüşme
tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor.
Rancière’e göre, metalaşmış kültürel röprodüksiyonlar ve bunların kitleler
tarafından alımlanması, sanat üzerinden yeni görme, söyleme ve yapma biçimleri
yaratma olasılığını tehlikeye atar.
Kuşkusuz, bu yeni bir fikir değil.
Frankfurt Okulu’ndan postmodernizme birçok düşünür sanatın anlamını
yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu uyarısında bulunmuştu.
Fakat, Rancière neoliberal çağın düzensiz üretim ve alımlama süreçlerine
odaklanmaya yanaşmaz.
Bu da, toplumsal hareketlerde sanatın yerini yeterince takdir edememesine
sebep olur.
Yine de, toplumsal hareketlerde kendiliğinden ortaya çıkan ve mevcut polis düzeni
ile sanat rejimindeki paylaşıma ters hareket eden sanatın, teorik olarak,
Rancière’in eleştirel sanat kavrayışına uyduğunu belirtmek gerekir.
Gramsci’nin Hegemonya Kavramıyla Rancière’i
Yeniden Düşünmek
Daha önceki bölümlerde de
değindiğimiz gibi, Rancière’in çağdaş politika ve sanatı ele alan yazıları,
mutabakata dayalı demokrasiyi saplantı haline getirmiş post-politik fikirlerin
eleştirisine dayanır.
Rancière’e göre, demokrasi,
mutabakat, müzakere ve çokkültürcülük gibi popüler kavramlar çerçevesinde teşvik
edilen politikalar, eşitsiz paylaşım ilişkilerinden kaynaklanan gerçek yapısal
ihtilafları maskelemekten başka bir işe yaramamıştır.
Ne var ki, bu demokrasi güzellemesinin teorik
varsayımları özellikle 11 Eylül’den sonra çökmüştür: Birincisi, sınır
tanımaksızın tüm küreye yayılan plütokratik yönetimin zengin ile fakir
arasındaki uçurumu daraltacağına; yani, gelişmiş ülkelere daimi bir tehdit
teşkil ettiği söylenen şeyi ortadan kaldıracağına işaret eden hiçbir emare yok.
İkincisi, 11 Eylül için yapılan
hazırlıklar, uluslararası sermaye ve modern teknolojinin dinci “arkaizm” ve
yıkıcı fanatizmle pekâlâ el ele gidebileceğini gösteriyor.
Üçüncüsü, İslamcılıktan tutun da sıcak hava
dalgalarına kadar her tür tehlike, risk ve felaketin günlük olarak medya
tarafından sevk ve idare ediliyor olması, ve bir de buna ilaveten, felaketler
ve ehven-i şerin erdemleri hakkındaki entelektüel söylem dalgası, güvensizlik
konusunun sınırsız kaynaklara sahip olduğunu göstermeye yetiyor.
Bu iddiaların hepsi, hakikati açığa çıkarmak ve gelişmiş ülkelerin
demokrasi bağlamında dünyanın geri kalanına yönelttiği ana-akım suçlamalara
karşı koymak açısından son derece önemlidir.
Fakat Rancière’in mutabakatı durağan ve yekpare bir şey olarak görmesi,
mutabakatın ihtilaflı –ya da Rancière’in terimleriyle söyleyecek olursak,
uyuşmaz– doğasını ıskalamasına sebep olur.
Rancière’in sık sık vurguladığı gibi, neoliberal demokratik mutabakatın
uzunca bir süredir söylemsel olarak teşvik edildiği doğrudur.
Fakat öte yandan bu mutabakat, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından başlayarak
kendi içinde bir dizi etnik, dinî, ulusal, uluslararası, cinsel ve
sınıf-temelli çatışma ekseninde parçalanmıştır.
Aslında Gramsci’nin, hegemonik ve karşı-hegemonik güçler arasındaki ve
içindeki dinamik ilişkiler hakkındaki savlarını yeniden değerlendirerek bu
sorunun içinden çıkabiliriz.
Neoliberal mutabakat, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra hegemonik olmayı
arzulayan, ve bunu başaran bir söylem olarak düşünülmelidir.
Fakat, bu söylemin sorgusuz sualsiz kabul edildiği söylenemez.
Bütün polis düzenleri,
pay edilecek olanları yanlışa bağlı olarak dağıtmak zorundadır; bir
başka deyişle, toplumdaki bütün ekonomik, politik ve toplumsal ilişkiler,
düzeni idame ettirme gayesiyle uyum içinde olmalıdır.
Fakat bu, sorunsuz işleyen bir süreç değildir.
Her zaman, mevcut üretim ve tüketim süreçlerine meydan okuyan sesler
olmuştur.
Bu, Gramsci’nin tarihî blok diye adlandırdığı şeydir;
yani, yapıların ve üstyapıların birlikteliği.
Rancière, Gramsci’ninki gibi yapısal bir model sunmaktan imtina etse
de, polis anlayışı onu verili bir polis düzenindeki
toplumsal güçlerin sabit konum ve söylemlerini belirlemeye zorlar.
Dolayısıyla, bu yapısal polis konfigürasyonunu kesintiye
uğratabilecek yegâne şey ihlal; ya da, Rancière’in deyişiyle politikadır.
Fakat, bu, resmin yalnızca bir parçasıdır.
İnsanların bireyselliklerini ve yaratıcılıklarını korumakla beraber kolektif
olarak eyleme geçtikleri toplumsal hareketler, ya da bizim
tanımlamamızla, kolektif ihlaller vardır.
Öyleyse, sorulması gereken soru şudur: kolektif ihlaller, verili polis düzenini
derinden sarsacak bir direniş olarak nasıl örgütlenebilir?
Ünlü sanat eleştirmeni ve düşünür Hal Foster, 20. yüzyılın ikinci yarısında
politik sanatta içerik ve form bakımından ne gibi değişiklikler olduğunu analiz
ettikten sonra bu noktaya eğilir.
Foster’a göre, politik sanatın yeni konumunu ve potansiyelini anlamak için
Marksizm’de yaşanan iki can alıcı teorik kaymayı dikkate almak gerekir: Öyleyse,
Marksizm iki yer değiştirmeyle karşı karşıyadır – birincisi, tarihin
sınıfsal öznesinin yerini toplumsal öznenin tarih içinde üretimine
yönelik bir ilgi almış; ikincisi, üretim araçları üzerindeki vurgunun yerini
dolaşım süreçleri ve tüketim kodlarına yönelik bir ilgi almıştır.
Politik sanatın toplumsal bütün içinde aldığı yeni konum ancak bu yer
değiştirmeler ışığında anlaşılabilir.
Ekonomik ve kültürel olanın yeni konfigürasyonu bu alanlar arasındaki
ilişkiyi iki farklı şekilde düşünmemize imkân verir.
İlk pozisyona göre kültür, yalnızca
kültür kurumları içinde değil aynı zamanda onlar için var olan bir mücadele
sahasıdır.
Kültür bütün toplumsal grupları ilgilendirir çünkü hegemonya yalnızca
ekonomi alanında değil aynı zamanda kültür alanında da işleyiştedir.
Bu pozisyon, güncel hegemonik kodlara ve temsil tarzlarına karşı koyan ve
onları kesintiye uğratan neo-Gramscici bir strateji izler.
İkinci pozisyon ise kültür alanında direniş ihtimalini tümden reddeder.
Bu yaklaşıma göre, postmodern çağda kültür tamamıyla metalaşmış ve
endüstrileşmiştir; bu da, direnişi neredeyse imkânsız kılar.
İlk yaklaşımın izinden giden Foster, toplumsal formasyonu ve kültürel
alanı karmaşık ve çatışan iktidar ilişkilerinden oluşan bir küme olarak
görmemizi önerir.
Bu noktadan hareketle, hegemonyayla mücadelede başvurulan yeni stratejiler,
avangardın modernist ihlal pratiklerinden ziyade örgütlü direniş pratikleri
şeklini almalıdır.
Rancière’in politika ve eleştirel sanat anlayışı, yalnızca belirli bir süre
için kesintiye uğratılabilecek ama asla tamamıyla yok edilemeyecek, nüfuz edilemez
bir polis ve sanat rejimi varsayar.
Bu, “mutabakat” ve “uyuşmazlık” olarak adlandırdığı, eş derecede yapısal
ama birbirine karşıt iki terime varmasına sebep olur.
Bu açıdan Rancière’in teorisi iki
noktada yetersiz kalır.
İlk olarak, yukarıda da değinildiği gibi, bu mefhumların ikisinin de
heterojen yapıda olduğu kabul edilmelidir: Her mutabakat, uyuşmaz, çatışan
unsurlar barındırır ve bütün uyuşmaz pratikler birden fazla insan tarafından
paylaşılır ve sempati görür.
Rancière, farklı grupların içindeki karşıt eğilimleri gözden kaçırarak
eylemleri teorik olarak ikiye ayırır.
İkincisi, belirli bir pratiği konsensüs odaklı veya uyuşmaz olarak
adlandırmanın kendisi politik bir edimdir.
Rancière, politik ya da eleştirel sanat
pratiklerini ayırt etmemize yardımcı olacak herhangi bir ölçüt önermez;
dolayısıyla, pratiklerin aradalığını tarif edebilmek için
elimizdeki yegâne araçlar, hukuki işlemler ve güncel politikalar olur çıkar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder