MODERN DÜNYA SİSTEMİ - 4
Rönesans düşünürleri Mısır’ı orijinal ve
yaratıcı kaynak olarak görmelerine karşın Fransız Devrimi sonrası romantik
düşünürlerin liderliğinde Avrupa’nın özü olarak Yunanistan görülmeye başlandı.
Yunanistan, Avrupa ve dış dünya - yani
barbarların ülkesi Doğu- arasındaki çizgiyi temsil etti.
1815’den sonraki dönem Büyük Britanya’da olduğu
gibi, Fransa’da da çalışan sınıflara ne refah ne de servet getirdi.
Daha çok büyük şehir merkezlerine yönelik iç
göçün kötüleştirdiği işsizliği getirdi.
Sosyal olarak işçiler ve şehir burjuvazisi arasındaki
uçurum muazzamdı.
İşçilerin örgütlenme hakları katı bir biçimde polis
gözetimi altındaki yardım dernekleri ile sınırlandı.
Ve 1830 Temmuz devrimi geldi.
Bu devrim liberaller ve halk tarafından kurulan bir
ittifakın sonucuydu.
Sonuçta bu devrim ile 1789 devrimine yapılan
saldırılar püskürtüldü.
Ancak işçiler, özgürlüğün yeterli olmadığını,
liberal orta sınıfın onların çıkarlarını temsil etmediğini, 1830 devriminin
onların hayatlarında ekonomi ve sosyal yapı açısından herhangi bir değişiklik
meydana getirmediğini fark ettiler.
Ancak temmuz devrimi liberaller açısından
başarılı olmuş, liberal devlet kurulmuştu.
Devrim Polonya, İtalya ve bilhassa Belçika’ya
yayıldı ve Belçika’da da liberal devletin kurulmasıyla sonuçlandı.
Belçika 1795’de Fransa tarafından işgal
edilmişti.
Bu işgal 30 milyonluk bir pazarla bütünleşen
Belçika’ya yaradı.
Belçika koruma altında dikkat çekici bir büyüme
gösterdi.
Belçika Waterloo’dan sonra Hollanda Krallığı’na
katılmıştır.
Protestan bir monarkın altındaki bu birleşme,
Wallonia’da güçlü olan Katolikler tarafından tepki ile karşılandı.
1830 devriminden sonra Belçika tekrar
bağımsızlığını kazanacak ve Kral I. Leopold idaresinde parlamenter sistemini
oluşturarak Büyük Britanya ve Fransa ile beraber liberal devletler arasına
katılacaktır.
Üçüncü bölüm “Liberal Devlet ve Sınıf
Çatışması (1830-1875)” başlığını taşımaktadır.
Wallerstein’e göre, sınıf ve sınıf çatışması
kavramı Marx’dan önce Saint-Simon tarafından kullanılmıştır.
Hepsi bu kadar da değildir.
Gotha Programının Eleştirisi2 kitabında sosyalizmle ilgili klasik bir Marksist tanım
olan “herkesten yeteneğine göre ve herkese çalışmasına göre” cümlesi
doğrudan Doctrine de Saint-Simon (1830) kitabından alıntıdır.
Hiç şüphesiz Marx bunun bir ara formül olduğunu
belirtir.
Komünizm döneminde bu “herkes ihtiyaçlarına
göre” olacaktır.
1830 -1834 yılları arasındaki işçi isyanları,
1837-1848 arası süren büyük sanayi buhranının habercisi gibiydi.
Fransa’nın Lyon şehri ekonomik krizlere duyarlı
bir işçi kenti olduğundan
isyanların çoğu bu bölgede çıktı.
1834 Nisan Lyon ayaklanmasında 300 işçi
öldürüldü.
Bu koşullarda şimdiye kadar bilinen en
şiddetli krizlerden biri olan 1847- 48
ekonomik krizi Fransa’yı çok kötü vurdu.
Kârlar ciddi bicimde düştü.
Krizin tepe noktasında, Paris’deki sanayi
işçilerinin yüzde yetmiş beşi işten çıkarılmıştı.
Şubat 1848 ayaklanması veya devrimi bütün bu
karmaşa içinde, işsizlere iş sağlayacak ve haksızlığa uğrayan herkese özgürlük
verecek muğlak bir sosyalist ütopyası olan “sosyal cumhuriyet” ümitlerini
aydınlattı.
Herkes kendi menfaati için devrime
katıldı; imtiyazlarını ve eski üretim biçimlerini yeniden kazanmak isteyen
zanaatkârlar, geleneksel ortak kullanım haklarını yeniden tesis etmek isteyen
köylüler, evrensel oy kullanımın kendilerini de içermesine çalışan kadınlar,
köleliğin kaldırılmasın isteyen köleler.
Ancak sonuçta, Haziran 1948’de General
Cavaignac’ın komutasındaki ordu düzeni sağlayarak, bu başa çıkılmaz tehlikeli
sınıfları dizginledi.
Liberaller ise 1848’de 1830’da
davrandıkları gibi davrandılar.
Çok sertleşen ve liberallikten çıkan bir rejim
tarafından korkutulmuş olarak ayaklandılar ve kazandılar.
Sonra, alt sınıfların avantajı ele
geçireceğinden ve olayları çok ileri götüreceğinden korkarak iktidardan henüz
uzaklaştırdıkları siyasi gruplarla yeniden ilişki kurdular.
Çünkü düşman şu an soldadır.
Wallerstein serinin bu cildinde dünya ekonomik
krizlerini açıklamada Kondratieff çevrimlerine sık sık başvuru yapmaktadır.
1830-1850 arası krizler ve 1850-1873 arası
büyüme dönemi bu döngüler üzerinden izah edilmektedir.
2008 krizinden sonra tekrar gündeme gelen
Kondratieff çevrimleri için merak edenlere dip notlarda belirtilen kitapları
okuyabilirler.
Wallerstein’e göre liberal dünya sisteminin üç
temel direği vardı.
Bunlar güçlü devlet, güçlü pazar ve güçlü
devletlerarası sistemdi.
Liberal dünya düzeni önce güçlü pazarı kurmuş, daha
sonra güçlü devlet ve güçlü devletlerarası sistemi kurmaya yönelmişti.
Mutlak monarşiler güçlü devletler olmamışlardı.
Gerçekten güçlü devletlerin kurulabilmesi 1789
sonrası dünya sisteminin halk egemenliği atmosferinde olacaktı.
Dünya sisteminin merkez bölgelerinde bu tür
devletleri oluşturabilenler sadece ve sadece liberallerdi.
Bürokratik gelişme ekonomik gelişmenin temel
ekiydi.
Kapitalistlerin güçlü devleti faydalı
bulmalarının bir nedeni de devletin onlara sermaye birikiminde yardımcı
olmasıdır.
Güçlü bir dünya sistemi için önce Pasifik Büyük
Britanya ve Fransa arasında paylaşıldı ve orada statüko sağlandı.
Bu bağdaşma Kırım savaşı ile açık hale
geldi.
İngilizler Osmanlı İmparatorluğu’nu kendine
bağımlı hale getirme sürecinde epey ilerlediğinden, iki devlet Rusların
önceliği İngilizlere bırakması gerektiğini netleştirmeye karar verdiler.
Kırım Savaşı, İngilizlerin Osmanlı İmparatorluğundaki
pozisyonunu güçlendirdiği gibi, itaatsiz İngiliz üreticilerini de liberal
devletin aktif bir emperyal bir devlet olmasının önemi konusunda ikna etmişti.
Wallerstein üçüncü bölümün sonunda 1830-1875
döneminde liberalizmin geldiği noktayı şu cümlelerle ifade etmektedir; “liberalizmin
büyük siyasi başarısı tehlikeli sınıfların [işçilerin] uysallaştırılmasıysa,
büyük ideolojik başarı da muhafazakârlığın evcilleştirilmesidir”.
Dördüncü bölüm “liberal devlette
yurttaş” başlığını taşımakta ve Fransız Devriminden sonra yurttaş
kavramına odaklanmaktadır.
Yurttaşlık kavramı, bu bölümde liberal devletin
tehlikeli sınıfları uysallaştırma çabasıyla birlikte incelenmiştir.
Fransız ihtilalinin büyük sembolik hareketi
unvanların, hatta Mösyö ve Madam’ın bile artık kullanılamayacağı konusundaki ısrardı.
Herkes “yurttaş” olarak adlandırılacaktı.
Yurttaşlık kavramının kapsamlı olması amaçlandı.
Bundan herkesin devletin dağıtabileceği sosyal
imkânlardan yararlanma hakkının olması gerektiği sonucu çıkıyordu.
Fakat burada bir problem ortaya çıktı.
Çok fazla kişi yurttaştı.
Bu gerçekten tehlikeli olabilirdi.
Bunu çözmenin yolu prensibi korurken
uygulamada dar biçimde tanımlama ile iki yurttaşlık kategorisi oluşturmaktır.
20-21 Temmuz 1789’da Ulusal Meclis’de okuduğu
bir raporda pasif ve aktif haklar ve pasif ve aktif yurttaşlık arasında bir
ayrım önerdi.
Tabii ve sivil hakların toplumun devamı ve
gelişimi için oluşturulmuş haklar olduğunu ve bunların pasif haklar olduğunu
söyledi.
Siyasi hakların ise aktif haklar olduğunu
söyledi.
Buradan şu sonuç çıkıyordu; “Bir ülkenin
tüm sakinleri pasif yurttaşların haklarına sahip olmalıdır.
Herkes kişiliklerinin, mülkiyetlerinin,
özgürlüklerinin vb. korunması hakkına sahiptir
. Fakat herkes devlet otoritelerinin oluşumunda
aktif ir rol oynama hakkına sahip değildir”.
29 Kasım 1789’da Ulusal meclis bu teorik
kavramı, aktif yurttaşların doğrudan vergi olarak en az üç günlük ödeyen
kişiler olarak tanımlayan yasal bir karara dönüştürdü.
Mülkiyet aktif yurttaşlığın ön koşulu oldu.
Sonuçta evrensel haklar bir tezata dönüştü.
Erdemli eşitlerden oluşan bir cumhuriyet
oluşturmanın, bu nedenle erdemsiz olmaya mahkûm başkalarının reddini
gerektirdiği ortaya çıktı.
Modern dünyanın egemen ideolojisi olacak
olan liberalizm, erdemin öğretilebileceğini vaaz ediyordu ve dolayısıyla
hakların gözetim altında geliştirilmesini, pasif yurttaşların gözetim altında
aktif yurttaşlara terfisini –barbarların uygar insanlara dönüşümünün yolunu
öneriyordu.
Siéyès, aynı muhtırada şöyle söylüyordu: “Devlet
otoriteleri, ayrımsız, halkın iradesinden doğar, tamamı halktan –yani
ulustan- gelir.
Bu görüşün uygulaması
basit ve hızlıydı.
Krala ait olarak nitelendirilen her şey ulusal olarak
yeniden isimlendirildi.
Artık egemenlik ulusundu ve bu egemenlik ulusun
aktif yurttaşları tarafından kullanılabilirdi”.
Kısa süre sonra kadınlar pasif yurttaş konumuna
düşürüldüler.
Önce 22 Aralık 1789’da Ulusal Meclis resmi
olarak kadınların oy kullanma haklarını ellerinden aldı.
Temmuz 1793’de ise kadınların tüm siyasi hakları
ellerinden alındı.
Oysaki devrim öncesi en azından aristokrat kadınların
bu hakları vardı.
İşçiler zaten mülkiyet temelli yurttaşlık tanımı
yüzünden pasif yurttaş statüsündeydiler.
14 Temmuz 1791’de işçilerin birleşmesi yasa dışı ilan
edildi.
20 Temmuzda bu yasak uzun süredir var olan
ortak fayda derneklerini de kapsayacak şekilde genişletildi.
Dördüncü bölümün son kısmı kadınların oy hakkı
için verdikleri mücadele ve feminist hareketlere ayrılmıştır.
Yine Wallerstein’den ABD’de zencilere oy hakkı
1870’de verilirken, kadınlara bu hakkın yaklaşık 50 yıl sonra verildiğini
görüyoruz .
ABD’de oy hakkını alabilmek için kaba ırkçılığa bile
başvurdular.
Örneğin; kaba görünüşlü bir zenci hamalı alımlı
bir beyaz kadının yanında otururken gösteren bir poster yayınladılar.
Kadın, “o oy verebiliyor, ben neden
veremiyorum?” diye soruyordu.
Beşinci bölüm Fransız Devriminden sonra sosyal
bilimlerin oluşumuna ayrılmıştır.
Liberal devletler [başta işçiler olmak üzere]
tehlikeli sınıfların antiliberal baskılarını önceden görmek için o anın devam
eden gerçekliğini anlama ihtiyacını duyuyorlardı.
Bu, ekonomi, siyaset bilimi ve sosyolojinin
işlevi olmaya başladı.
Bu üç alan piyasa, devlet ve sivil toplumu
analiz etmede kullanıldı.
Piyasanın incelenmesi için ekonomi, devlet için
siyaset bilimi, sivil
toplum için sosyoloji kullanıldı.
Batı dünyası bu dönemde kolonilerini
anlamak için antropoloji bilimini, yarı kolonileri anlamak için ise
oryantalizmi kullanmıştır.
Wallerstein’ın yayınlanmış Modern Dünya
Sistemi kitaplarının tamamı bu dördüncü cildin incelenmesi ile
tamamlanıyor.
Tüm kitapların kısa bir özeti ve analizin
kuramsal çerçevesini
görmek hatta üzerinde çalıştığı beşinci cildin
içeriğini de görmek için Dünya Sistemleri Analizi: Bir Giriş4 adlı
kitabını da okumanızı tavsiye ederim.
Wallerstein şu anda seksenli yaşlarını sürerken
1873’den 1968/89’a kadar olan süreci anlatacağı beşinci cildi hazırlamakla
meşgul.
Hatta bu kitabın önsözünde dediği gibi; gücü
yeterse kapitalist dünya ekonomisinin yapısal krizini yazacağı 1945/68’den
başlayarak
2050’lere uzanacak bir altıncı cildi de yazmak
istediğini belirtiyor.
Ne diyelim bize tarih yazımının bilimsel yöntemini
gösterdiği, çok fazla yorum yapmadan konu hakkında nerdeyse tüm yazılanları
görüşümüze sunduğu ve bu konuda nerdeyse tüm kaynaklara ulaşabilmemizi
sağladığı için şükranlarımızı sunuyor ve ona uzun ömürler diliyorum.